Herkesin hareketi, görüşü, bulunduğu makâma göredir. Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur.
2360. “Ebûcehil, Ahmed’i görüp, ‘Benî Hâşim’den çirkin bir çehre zuhûr etti’ dedi.
Ahmed ona dedi ki: ‘Haddini tecâvüz ettinse de doğru söyledin.’
Sıddık görüp, ‘ Ey güneş! Ne doğudansın, ne batıdan. Lâtif bir surette parla, âlemi nurlandır’ dedi.
Ahmed dedi ki: ‘Ey azîz, ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.’
Orada bulunanlar, ‘Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin… Neden?’ diye sordular.
2365. Peygamber, ‘Ben, Tanrı eliyle cilâlanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sureti görürler’ dedi.
Kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan, bu kadınca arayıştan yüksel!
Kanaate dâir söz söylemek, tamaha benzer ama hakîkatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer?
Sende bir iki günceğiz yoksulluğu sına da yoksulluktaki iki misli zenginliği gör.
Yoksulluğa sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Tanrı’nın yüceliği yoksulluktur.
2370. Sirke satma da kanaat yüzünden bal denizine gark olmuş binlerce can gör.
Yoksulluk acılığı çeken yüzbinlerce cana bak… Gül gibi gülbeşekere karışmış, o lezzetle lezzetlenmişler.
Âh yazık; sende kavrayacak kâbiliyet olsaydı da, canımdan gönül şem’ası zuhûr etseydi!
Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Sen o kötülüğü en güzel olan şey ile defet. Biz onların neler ile vasfeder olduklarını daha iyi biliriz.” (Müminûn, 96)
İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, der ki: “Asabîyete ve isyâna ait ne varsa, hepsi benim ayaklarımın altındadır. Asabîyet ve öfke padişahlara hükmeder, bana ise esirdir.”
Nitekim, bir menkîbede İmam Ali Efendimizden şöyle rivâyet edilir:
Bir gün İmam Ali yolda arkadaşıyla giderken, karşılarına çıkan bir adam, İmam Ali’ye hitâben, “Esselâmu aleyküm ey Allah’ın ayısı” diyor.
İmam Ali de dönüp o adama, “Ve aleyküm selâm yâ Allah’ın Ali’si” diye karşılık veriyor.
Yanındaki arkadaşı duraklıyor, içinden Allah Allah diyor ve Hazreti Ali’ye dönerek, “Yâ Şâhım çok lâtif bir cevap verdin. Karşı taraf sana hakarette bulundu, sana ayı diye hitâb etti, ama sen ona yine Ali diye hitâb ettin, bu nasıl olur?”
Hazreti Ali cevap veriyor, diyor ki: “Âh kardeşim, insan insanın aynasıdır. O kendi kimliğini bende gördü, ben de kendi kimliğimi onda gördüm; ben bir aynayım; o bana ayı dedi, ben de ona Ali dedim, geçtik gittik.”
“Rahman’ın has kulları; o kimselerdir ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhiller kendilerine lâf attıkları zaman “Selâm” der geçerler.” (Furkân, 63)
Mürşid-i kâmiller de saf aynadırlar, karşılarında duranların rengini yansıtırlar.
Hasan Dede’nin, selâm üzerine olsun, buyurduğu gibi…
“Hazreti Muhammed’i kendisine bende etmiş kâmil mürşidlerin gönülleri aynaya benzer. İnsanların ve bütün varlıkların varoluşları, o aynanın önünde durdukları müddetçedir. Aynanın rengi yoktur; onun rengi, karşısında duranların rengindedir. Herkes kendi rengini o aynada seyreder. Zîrâ, ruhun rengi, renksizliktir. Fakat renkli camlardan görünen ışık, renklenir. Cenâb-ı Allah, kendi zâtında suretsizdir. Fakat kâinatta dilediği surette görünür. Allah’ın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde hakîkat nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır. Bütün varlıklar o bahçeden beslenir. Fakat kör kişi, körce bakar da onun için red ve inkârdadır. Yeryüzünde ne varsa hepsi fânîdir, ancak ululuk ve kerem sahibi Rabbin cemâli bâkîdir. Bu dünyanın bir sonu bir sınırı vardır; o âleminse ne kıyısı vardır, ne sonu. Bunu gören göğe ağar; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırtar gider. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok…”
Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine…
“Aşk aynasının yüzünü, varlık, benlik nefesi ile bulandırmayalım, kirletmeyelim. Mâdemki gönlümüz bir harâbeye döndü, hiç olmazsa biz gizli defineye mahrem olalım. Gönül masalı gibi elsiz, ayaksız kalalım da, âşıkların gönüllerinde masal gibi yer edinelim, konaklarda konaklayalım. Muhammed Mustafa gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, bu ayrılıktan feryâd etsek, ağlasak, inlesek, Hannâne direğine dönsek yeridir…”
Kasîde:
“Ey âşıklar, ey âşıklar, ben kadehi kaybettim de, kadehlerle verilmeyen, kadehlere sığmayan başka türlü bir şarap içtim.
Ben ‘ledûn’ şarabından içmişim, mest olmuşum. Harâbım, kendimde değilim. Sen git, bekçiye beni çekiştir! İçtiğim şaraptan sana da, o bekçiye de tattırmak istiyorum.
Ey sâdıklar padişahı! Benim gibi uysal bir kişi gördünüz mü? Ben senin diriliğinle diriyim, ölülüğünle ölüyüm. Güzellerle, gül yüzlülerle gül bahçesi gibi açılırım, kış gibi soğuk münkîrlere karşı da kış mevsimi gibi donar kalırım.
Ey ekmek peşinde koşan zavallı! Allah aşkına bana dikkatle bak; ben mestim ve kendimden haberim yok! Fakat ben ne şarap küpünün etrafında dolaştım, ne de üzüm cibresi sıktım.
Ben mestim, ama onun yüzünden mestim. Batmışım, ama onun ırmağına batmışım, onun şekerine karışmışım. Onun gül bahçesinde ‘gülbeşeker’ olmuşum.
Şarap kadehine sarıldım, düşüncenin kanını döktüm, sevgilimle buluştum. Perdenin arkasında olduğum için sen beni göremiyorsun.
Düşünceyi dârağacına astım, çünkü düşünce ayrılık veriyor. Ben düşünceden hoşlanmıyorum. Ondan bezdim, usandım. Zaten ben hep akıl yüzünden, düşünce yüzünden perişan olurum.
Benim bedenimde başka bir can var, canımda başka bir canân var. Benim zamanımda da başka bir zaman vardır. Çünkü ben, benden kurtuldum. Ona kavuştum.”