“Aşk köyü sınırında kesik başlar görürsen, korkup kaçma, köyün içine gir de dikkatle bak; gör ki; öldürülenler ikinci defa dirilmişlerdir, çünkü âşıklar ölümsüz.” Mevlâna
Ulu Tanrı âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz bîçarelere zulmederler?
2350. Birisine nimet, mal, matah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı?
Böyle bir iş, Tanrı’dan, iki cihanı yaratandan umulur mu?
‘El fakru fahrî’ hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli değil mi?
Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Hâlbuki sen bana yalancı, efsuncu dedin.
Yılanı tutsam bile dişini söker, bu suretle onu başının ezilmesinden kurtarırım.
2355. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben, düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.
Ben asla tamahtan efsun okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir.
Tanrı göstermesin… Benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var.
Sen, armut ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.
Biraz dönersen başın dönmeye başlar; evi dönüyor görürsün… Hâlbuki dönen sensin!”
Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara suresinin 57. âyetinde buyrulur ki: Biz onlara zulmetmedik, velâkin onlar kendi nefslerine zulmettiler.”
İmam Ali Efendimiz de, selâm olsun üzerine, der ki: “Biz, bizim hakkımızda Hazreti Cebbâr’ın taksîmine razı olduk; bizim için ilim ve câhiller için mal vardır. Muhakkak ki mal, an-karîb (tez zamanda) fânî olur; hâlbuki ilim, lâ-yezâl olan (varlığı devam eden) bir bâkîdir.”
“Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yâl yedikleri yere dökülen tutamaç suyu” diye seslenir Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder; “Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızık için göndermişizdir. Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri…”
İki cihanın nuru Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde buyurur ki; “Yüce sultanlar, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın emînlik, yardım, lütuf, adâlet ve ihsânının gölgeleridir. Onlara hürmet gösteren, Allah’a hürmet göstermiş olur. Onlara ihânet eden, Hazreti Hakk’a ihânet etmiş olur.”
Hiçbir menfaat gözetmeden, dâima sevgi ile muhabbet sunan mürşid-i kâmilin gölgesinde oturmak, Tûbâ ağacının gölgesinde oturmak gibidir; onun sözleri irşâd eder, nefsimizde ne kadar kir varsa yavaş yavaş, hattâ biz farkında bile olmadan temizler, bizleri ruhânî güzelliklere sürükler; mürşid-i kâmil, insanı insana gösteren, Hakk’ın tertemiz, pürüzsüz aynasıdır.
Ne güzel seslenir ayn-ı hak Hasan Dede bir şiirinde, selâm üzerine olsun…
“Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost.
Ey Hakk yolcusu! Mürşidini kendine ayna et.
Toprak beden… Kendine gel artık,
Dünyaya meylini bırak ey dost.
Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost.
Ey Hakk yolcusu!
Tertemiz aynandan başka söz etme.
Daim O’ndan… Tanrı’dan söz et,
Yeri göğü yaratanın sende özü var…”
İmam Ali Efendimize sormuşlar, “Sen nasıl Müslümansın, yüzlerce insanın başını kestin!”
İşte İmam Ali Efendimiz şu cevabı vermiş: “Ben onların başlarını kesmedim, nefslerini kestim.”
İmam Ali Efendimizin bu sözüne mânâ gözüyle bakacak olursak eğer; mürşid-i kâmiler de, Muhammed Ali bendeleridirler ve yolcularındaki zannı, şüpheyi gidermek isterler, fakat bunun için yolcunun da, Ruhî’nin bir şiirinde;
“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra,
Varını, yoğunu yak da gel, derviş!..
Mürşide teslim ol mevtâlar gibi,
Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!” diye buyurduğu üzere, büyük bir iştiyâk ve teslîmiyetle mürşidine baş kesmesi, yâni bağlanması gerekir.
Rubaî:
“Şarap sunan sakînin gözü, su gibi olan şarabın kılıcı ile nice başlar aldı. birçok insanları mest etti, kendinden geçirdi.
Bu işe şaşanlardan birisi der ki: ‘Bu mest oluş, bu kendinden geçiş sakînin gözlerinin güzelliğinden, onun aşkından oluyor.’ Birisi de der ki: ‘Hayır, bu iş şarabın mârifeti; şarap içmeseydi mest olmazdı.’
Şarap nedir? Sakî nedir? Hakk’tan başka bir şey yok.! Ne şarap var, ne de sakî! Bu mest oluş, bu kendinden geçiş, bu aşk hangi kapıdan geliyor; Allah bilir!”