Bedevî kadının, kocasına “Lime tekûlune ma lâ tef’alûn, denmiştir. Haddinden fazla söz söyleme. Bu sözler doğru olmakla beraber bu tevekkül makâmı, senin makâmın değildir. Makâmından ve işinden yukarı söz söylemek, sana ziyân verir. ‘Kebûre makten indallahi’ hükmü zuhûr eder” diye nasîhat vermesi.
Kanaatkâr adam ihlâsla, yüreği yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi.
2310. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayrı bir şeyi olmayan, artık bundan fazla senin efsununu istemem.
Yürü git. Gayrı bu dâvâdan bahsetme; kibir ve azâmete dâir saçma sapan şeyler söyleyip durma!
Ne vakte kadar bu tumturaklı sözler, bu işler güçler? Kendi hâlini, kendi işini gör de utan!
Kibir çirkindir, ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soğuk gün, ortalık kar… Bir de elbise ıslak olursa…
Ey örümcek ağı gibi evi olan! Ne vakte kadar dâvâ, çalım; ne vakte kadar kibir, azâmet!
2315. Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad öğrendin.
Peygamber ‘Kanaat nedir? Hazinedir’ dedi. Sen hazineyi mihnet ve meşakkatten ayırt edemiyorsun.
Bu kanaat dâimî bir hazineden başka bir şey değildir. Ey gönle gam ve elem veren, artık beyhûde sözlere dalma!
Yürü bana ‘Eşim’ deme, az koltukla. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.
Neden padişahtan, beyden dem vurup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisineği bile avlmaktasın.
2320. Bir kemik parçası için köpeklerle dalaşmakta, içi boş ney gibi inleyip durmaktasın.
Bana öyle horlukla kötü kötü bakma ki damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim.
Bir gün, Hazreti Muhammed Efendimize sorarlar: “Senin ümmetin yalan söyler mi?”
Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, şu cevabı verir: “Benim ümmetim zor durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan söylemez. Yalan söylediği zaman benden değildir.”
Nitekim, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur Peygamberimiz; “Yalandan sakınınız, zîrâ yalan ile iman bir arada bulunmaz.”
Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yukarıdaki beyitlerinde işâret ettiği âyetlerde ise, “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” (Saff, 2), “Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazâba sebep olur” (Saff, 3) diye buyrulmaktadır.
“Âşık, mütevâzıdır, iddia sahibi değildir. Âşık yoklukta durur, ‘Ben bileceğim! Ben olacağım!’ demez. Ne bileceksin? Ne olacaksın?!..” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder; “Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrâr verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zâhirî bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. İlimde aşk olmayınca, o ilmin faydası yoktur, hatta zararı vardır. İlim, pişirilmek üzere tencereye konmuş olan yemeğe benzer, eğer aşk ateşiyle pişirilmezse sonunda çürür ve kokar. İlâhî aşkı olmayan bir kişi, yalan söyler, hiddet eder, kendini başkalarından büyük görür. Allah’ın yasak ettiği şeyleri yapar. Nefsle karışık aşk insanı zillete, Allah’la karışık olan aşk, devlete götürür.”
Hazreti Muhammed Efendimiz, bir başka hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Ey âdemoğlu! Sana yetecek kadar dünyalığın mevcut olduğu hâlde, sen hâlâ fazlasını istersin. Âdemoğlu, ne aza kanaat edersin, ne de çok ile doyarsın. Ey âdemoğlu, vücudunu sıhhatte, bedenini emniyet ve selâmette ve günlük nimetini de yanında buluyorsun ya, varsın seni baştan çıkaran ve gaflete düşüren dünyanın başına kıyâmet kopsun!”
Yüce Pîr Mevlâna, kanaat etmek konusunda şöyle buyurur: “Nerde yokluk fazlaysa orası Allah tezgâhıdır, Allah işi oradadır. Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar. Hele bedenini, malını yok etmiş derviş, hepsinden ileridir. Fakat iş beden yokluğundadır, dilencilikte değil. Dilenci, malı bitmiş kişidir; kanaat sahibi ise, bedenine kıyan kişi. Artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvân bir attır.”
Kasîde:
“Göz, görülmemiş, şaşılacak şeyleri görmek için lâzımdır. Can da mânevî zevke, neşeye dalmak için işe yarar.
Allah, bu başı bize bir güzelin güzelliğiyle mest olmak için lütfetmiştir. Ayak da, insana Hakk yolunda, sevginin yolunda yürümek, zahmetler çekmek, yorulmak, çilelere girmek, belâlara uğramak için verilmiştir.
Aşk, kötülüklerle dolu olan bu kirli dünyayı terk edip göklere doğru uçmak için gereklidir. Akıl, bilgi, edeb öğrenmek için lâzımdır.
Sebeplerden dışarı ne sırlar, ne şaşılacak şeyler var! Bu yüzdendir ki, dünyada olup biten işlerde, yalnız sebepleri gören, sebeplere takılıp kalan kişinin gözü perdelidir, kapalıdır.
Çöllerin kumlarında sıkıntılar çekerek, mihnet ve meşakkatlere katlanarak yol almak, deve sütüyle kanaat etmek, bedevî Arapların yağmasını göze almak hacı olmaya değer.”