MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CI

Tavşanın av hayvanlarına “Buna sevinmeyin” diye nasîhat etmesi.

1366. “Hakk, bu kuvvet kudreti zan ve yakîn ehline nöbetle göstermektedir.

1367. Ey ikbâl nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük taslama!

1368. Saltanâtı nöbetten üstün olan, ikbâli ebedî bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.

1369. Nöbetten üstün olanlar, bâkî padişahlardır; onlar daima ruhlara sakîdir.

1370. Bir iki gün şu içmeyi terk edersen ağzını ebedîyet şarabına daldırır, o hakîkat şarabını içersin.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Şüphe yok ki her ümmetin bir seyahati var, benim ümmetimin seyahati de Allah yolunda savaştır… Şüphe yok ki her ümmetin bir rahipliği var, benim ümmetimin rahipliği de düşman karşısında nöbet beklemektir” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir şiirinde şöyle seslenir:

“Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar, 

İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar. 

Yaptığın işi yavaş yavaş yap, biraz sabırlı ol, 

Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler. 

Ey seher yeli! Bir semtten haberin var mı? 

Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin? 

Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı? 

Ey rüzgâr! Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!..”

“Nasıl ki, şekerin özü ve katıksız şeker olan nöbet şekerini yememiş kimseye, üzüm pekmezinin tadı ekşi gelmez” der Hazreti Şems, “Keşke üzüm pekmezi de tatlı olaydı. Hele, Balebek pekmezi daha tatlı olur. Çünkü parmakla tutabilirsin. Bir okkasını yerinden kaldırabilirsin.”

Hasan Dede, irfâniyetin iki türlü olduğunu söyler ve, “İlki, aşkla bilinen irfâniyet, diğeri ise sözle bilinen irfâniyet” der, “Elmayı sadece elma olarak bilmek, kuru kuruya irfâniyettir. Elmayı, elma olduğunu bilerek yemek ise, aşk irfâniyeti. İkisi arasındaki fark, lezzettir. Lezzet ise ancak aşktadır. Bütün dâvâ bulunduğumuz yoldur; âriflerin yoludur; irfâniyettir. Kimliğine ulaşmaktır ve kimliğinde yaşamaktır. Kuru kuruya ‘ben ârifim’ demekle ârif olunmaz.”

Sultan Veled Hazretleri de, İbtidanâme isimli eserinde şöyle buyurur: “Şıra, bir başkası için coşup köpürmez, kendi güzelliğine uyar, onun için işe girişir. Kendisinde gizli olan güzelliğin görünmesine gayret eder. Murtazâ, onun içindir ki özündeki gevheri övmeye koyuldu da, ‘Kim kendini bildiyse Allah’ı da bildi; peygamberler ne dediyse anladı’ buyurdu, Ama bu durağa dedikoduyla erişemezsin; bunun sırrını hâl yolunda ara. Bu, nefs-i emmârenin değişmesidir; böylece de yıldız, ay olur. İnsan, kendini tam bildi mi, o zaman Rabbini de bilir. Ham bakırın kimyâ yüzünden altın olması, yâhut katrenin denize kavuşması, deniz kesilmesi gibi; yeni ayın dolunay, bilgisiz kişinin bilgiyle bilgin olması gibi; yâhut koruğun olgun üzüm hâline gelmesi gibi… Anlam bakımından böylece yüceldi mi de ard, ona ön kesilir. Allah’ın üstünlüğünü ondan sonra anlar, bilir de şükür bineğini canla, başla sürer. Şükür, bağışlara değer, bunu böyle bil de geri kalanını gönül levhinden oku. İnsan, bu hâle gelmeden dâvâya kalkışırsa, bil ki dâvâsı mânâsızdır.”

Kasîde:

“Ne mutlu o gönle ki, onun derdi, düşüncesi sensin; ne mutlu o köye ki, onun vergi alıcısı sensin. 

Aşk bizim sevgilimizdir. Bizce onun şekli, kılığı yoktur. Zaten onun gönlüne karşı suretin, şeklin ne değeri vardır? 

Sevgili bana dedi ki: ‘Ben bundan sonra sinekleri şekerden kovacağım.’ Ne mutlu o sineklere ki, onları kovan sensin.

Felek bir hırsızdır. Ömür kesesini ondan koru! Onun tanesi tuzaktır. Onun dirisi de ölü olur. 

Sus artık; zaten söz herkese kolay görünür. Ama, binlerce kişi arasında onu anlayan bir kişi bile çıkmaz.”