Halîfenin adamlarının bedevîyi ağırlamak üzere karşılamaları ve armağanını kabul etmeleri.
Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdâr değildir.
O bedevî Arap uzak çöllerden hliâfet şehrinin kapısına vardı.
2770. Kapıcılar, bedevîyi karşılayıp üstüne lütuf gülsuyunu serptiler.
Bedevî söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsân etmekti.
Ona, “Ey Arap’ın en asîli, en yücesi! Hangi diyârdansın, yolla, yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler.
Bedevî dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asâletim var, ne yüzüm!
Ey yüzlerinde ululuk nişânesi olanlar, ey şevketleri Caferî altından daha hoş kişiler!
2775. Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce kişiyi görmeye, yüzlerce güzelle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet… hepsi fedâ olsun!
Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler!
Kimyâ gibi olan bakışınızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın hâline getirirsiniz.
Ben garîbim, padişahın lütfunu umarak çöllerden geldim.
Onun lütfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile lütfuyla canlandı.
2780. Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.
Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfte buyurur ki: “Allah’ın üçyüz kimsesi vardır ki, kalbleri kalb-i Âdem gibidir.”
Ahmet Avni Konuk, ruhu şâd olsun, Peygamber Efendimizin bu hadîste sözünü ettiği kimselerden maksadın nukabâ-i ilâhîyye, yâni O’nun sancağının altında mânevî eğitimde mesafe almış kimseler olduğunu, vazîfelerinin ise muhtaç olanlara yardım etmek, onların işlerini yoluna koymak olduğunu ve cümlesinin kutb-ı zamanın emri altında olduklarını dile getirir.
Nitekim, araştırmacı yazar Cafer İskenderoğlu’nun kaleme almış olduğu bir makalede belirtilir ki; bir topluluğun en önemli sembollerinden biri bayrak ve sancaktır. Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 kûsur yıldır İslâm’ın sembolü olan bu sancak Hazreti Muhammed Efendimizin ‘Ukab’ isimli emâneti olan sancaktır. Hazreti Muhammed Efendimiz katıldığı savaşlara Ukab ile girmiştir.
Ukab, Arapça’da toz, duman ve Kartal Takımyıldızı anlamına gelir. Kartal Takımyıldızı’nın diğer bir ismi de Deneb el Ukab’tır. Bu mânâda Resulullah Efendimizin sancağı Ukab, kâinatın içindeki risâletinin ve Allah’ın Halîfesi olduğunun delilidir.
Ve Kur’ân-ı Kerîm’de Târık sûresinde buyrulur ki: “Göğe ve Târık’a yemin olsun. Târık nedir sen bilir misin? O parlayan bir yıldızdır.” (Târık, 1-3)
“Bir mürşid-i kâmil de, yolcusunun aklına, ruhuna ve gönlüne en güzel şekilde hitâb eder” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Kâmil bir mürşid, adı üstünde ‘kâmil’, yâni kemâlata ermiş, aklı Hazreti Muhammed’in aklıyla kemâl bulmuş. O, en başta Hazreti Muhammed’in ve sonra yüzyirmidörtbin nebînin ve sayısız velînin vârisidir. O, Hazreti Muhammed’i kendine bende etmiştir, O’nu temsil eder ve O’ndan dil döker. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Çünkü insan muhabbetle aydınlanır. Biz her zaman şunu deriz: ‘Nerede muhabbet, orada hâlk olur Muhammed.’ Muhabbet olmayan bir yerde Muhammed bulunmaz.”
Kasîde:
“Yeni bir iş yapmaya başlasam; bana emir veren, yaptırtan odur. Ben gönül aramaya kalkışsam, benim gönlümü alan dilber odur.
Ben barış arasam, bana barış sağlayan odur. Savaşa girişsem, düşmanı öldürmek için hançerim o olur.
Eğlenmek için âşıklar meclisine gitsem, mecliste o bana şarap olur, meze olur. Gül bahçesine gitsem, o bana yasemin olur.
Bir maden ocağına insem, o madeni baştan başa akîk hâline getirir, akîk olarak karşıma çıkar, denize girsem, denizin incisi olur, avucuma düşer.
Bir ovaya gitsem, bir bahçe olur gelir beni bulur. Gökyüzüne yükselsem, bu defa bir yıldız olur, karşımda parlar durur.
Başıma gelen bir belâya sabretmek için bir köşeye çekilsem, bana minder olur, üstüne oturtur; gamdan, kederden yanıp yakılsam, beni içine alır, buhurdanım olur.
Neşe zamanında, âşıklar arasına katılsam, gelir, hem sakî olur, bana şarap sunmaya başlar, hem mutrib olur, güzel nağmelerle beni büyüler, hem bana şarap sunduğu kadeh olur, şarap içerken kendini bana öptürür.
Uzakta bulunan dostlara mektup yazmak istesem, bana kağıt olur, kalem olur, mürekkep olur.
Ben, uykudan uyanınca, benim aklım olur, düşüncem olur, gelir beni bulur. Uykum gelip de uyusam, bu defa gelir, rüyama girer.”