“Beklenmedik bir zamanda ansızın bir inâyet, bir yardım, bir cezbe gelirse, o zaman yeryüzünde kalmaktan kurtulursun! İşte ben, ansızın gelen bu cezbenin kuluyum, kölesiyim!” Mevlâna
2685. Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahânesiz onun yanına nasıl giderim?
Buna bir münâsebet, bir vesîle gerek. Hiçbir dâne aletsiz meydana gelir mi?
Mecnûn gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandığını duydu.
‘Eyvah’ dedi; ‘bahânesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hâle gelirim?
Keşke hâzık bir hekim olaydım… O vakit Leylâ’ya koşa koşa giderdim.’
2690. Tanrı, bize ‘Yâ Muhammed, gelin, de’ buyurdu da bu dâvet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.
Gece kuşlarının gözleri ve kâbiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.
Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi; vesîleden mahrum oluş, vesîlenin aynı olur.
Çünkü alet, vesîle… dâvâya düşmektir. Varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır.”
Arap, “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?
2695. Müflisliğime de bir delîl gerek ki padişah hâlime acısın.
Sen, bana dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin.
Çünkü sözden ve kötü hileden ibâret olan bu şahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecrûhtur.
Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın” dedi.
Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde ne güzel seslenir…
“Günâhlardan arınmış, tertemiz, güzel görünüşlü biri var mıdır ki, şu kirli yeryüzünden başını kaldırsın da, gökyüzüne, yücelere baksın?
Toprak ve su ile yapılan balçıktan temizlenmiş biri var mıdır ki, aslı olan denizi seyretsin!
Yahut da Kâf dağının beline ayak bassın da zümrüd-ü ankânın kanadını görsün?
Nazâr, bakış güneş yüzünden mest olunca, bakış da elsiz ayaksız bir hâle gelir, görüş de!
Aşk yüzünden yardım görmüş biri var mıdır ki, hep oraya baksın, orasını seyretsin?
Su, ancak su ile temizlenir, saf bir hâle gelir; görüş de görüşle düzene girer, görüş elde eder!
Baştan başa görüş ol! Çünkü, Hakk’ın dergâhına yol bulan ancak görüştür!”
Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, insanlara, “Gelin!” dâveti olmasaydı, O’nun huzuruna varmaya nasıl nâil olabilirdik, nasıl güç yetirebilirdik… O güneş, hırka altına girmeseydi, gündüzün bile göremeyen gözlerimizle, o güneşe bakmaya nasıl tahammül edebilirdik… O, yüceliğinin lütf u keremiyle gözlerimizi kuşattı da, idrâk kâbiliyetine erenler, yoklukta varlığı görür oldu…
Bir diğer kasîdesinde yine nur âlâ nur beyitler dökülür Yüce Pîr’in baldan tatlı dudaklarından…
“Hakk’ın bir cezbesi ile kulu kendine çekişi, yüzlerce çalışıp çabalamadan değerlidir! Her şeyin üstünde olanın, izi olmayanın, nişânlar, delîller, izler ne işine yarar?
Sen nişânı, izi, delîli köpük say; nişânsız, izsiz olanı, kendini göstermeyeni deniz gibi gör! Nişân ve iz, sözle anlatışa benzer; nişânsız ve izsiz olan da, apaçık görülmektedir!
Güneşin arpa büyüklüğünde bir ışığı belirse, gökyüzünde, samanyolunda dönüp duran sayısız yıldızı siler süpürür! O ilâhî nurdan küçük bir ışık parlarsa, her şeyi alır götürür!
Sus; sus ki, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır!”