MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXIX

“Ey gönülleri uyanık kişilerin sakîsi! Kerem kadehini sun, çünkü bizi yokluk âleminden bu dünyaya şarap içmek için getirdiler.” Mevlâna

Bil ki her hastalık ölümden bir parçadır. Çâresi varsa, ölümün bir cüzünü kendinden kov!

Ölümün bir cüzünden bile kaçamadığın hâlde onun hepsini başından aşağıya dökecekler, bunu iyice bil!

2295. Ölümün cüzü olan hastalık sana tatlı geliyorsa bil ki Tanrı küllü, yâni ölümü de sana tatlılaştırır.

Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!

Tatlı yaşayan, sonunda acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı.

Koyunları kırdan sürer getirirler; hangisi daha besiliyse onu keserler.

Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip duracaksın?

2300. Gençken daha kanaatliydin; şimdi altın istiyorsun, hâlbuki sen önceden altındın.

Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada uğradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin?

Meyvenin günden güne tatlı olması lâzım. İp eğirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok!

Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lâzımdır.

Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!

2305. Ayakkabının teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işine yaramaz.

Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki arslana kurdun eş olduğunu hiç gördün mü?

Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin üstünde doğru duramaz.

Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, İnsanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar” diye buyurur.

Hazreti Pîr’in, yukarıdaki beyitlerinde geçen ‘gece’ teşbîhinden maksad gaflet uykusu, ‘sabah’ teşbîhinden maksad ise uyanıştır.

Nitekim, selâm üzerine olsun, Mevlâna’mız bir kasîdesinde şöyle seslenir:

“Ey hoca! Senin elini tutup çekeceğiz; seni, iyiden de, kötüden de kurtaracağız!

Gaflet gecesidir; senin mest oluşun da uzadıkça uzadı! Ama biz, sabah güneşi gibi doğup her tarafı aydınlatacağız! 

Dünya bahçelerinde her meyve oldu, kemâle geldi! Ey taş kesilmiş üzüm koruğu; sen, bir türlü olmayacak mısın? 

Şu tuzakta çırpınıp duran canlara acı; senin kulağın, onun çırpınma sesini, feryâdını duymayacak mı? 

Senin, gönlünde bir can gözün var; o da hastalanmış, ağrıyıp duruyor! Elde edemediğin şeyler için duyduğun gam, o gözü hasta etmekte ve yaralamaktadır! 

O göze iğneler batmaya başlayınca, dermân aramaya çalış; onu, ağrılardan, yaşarmalardan kurtar! 

Ey güzeller Yusuf’u; gözün de, gönlün de ilacı, ancak senin güzel yüzünü görmektir!”

“Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan mânevî güzelliklere eremezsin” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Ölüm diye bir şey yoktur. Ölmeden evvel ölmek diyoruz, fakat o ölümden maksad, Allah’ı arayan bir kimsenin, yokluğu idrâk etmesi, kendi hiçliğini tam mânâsıyla bilmesidir. Bir insan irâdesini kullanırsa, ölmeden evvel ölebilir. Her insan büyüktür, fakat yokluğunu bilirse. O büyüklük de bizim değil, Allah’ın büyüklüğüdür. İlâhî aşk, bütün aşkların üstündedir. Neyi sevsek sonunda ölmez mi? Bizim sevdiğimiz varlık ölmez. O’na aşık olan da ölmez.”

Yüce Pîr Mevlâna, Mecâlis-i Sebâ isimli eserinde, Hazreti Hamza’dan misâl vererek bizlere şöyle seslenir… 

“Hamza önce savaş arslanıydı, sonra Tanrı arslanı oldu. Önce Peygamberin amcasıydı, yakınıydı; sonunda oğlu oldu. Müslümanlıktan sonra bu Hamza, savaşa giderken zırh giyinmezdi. 

Ey Arabın arslanı derlerdi, gençken pek yiğit ve kuvvetliyken zırh giyerdin, başına tolga vurunurdun; şimdi yaşlandın, bedenin zayıfladı; sebep nedir ki zırh giyinmiyorsun, zırhsız olarak savaş safına giriyorsun? 

Hamza, o vakit derdi, arslanda nasıl yaradılıştan bir yiğitlik varsa, nasıl yaşamak, diri kalmak umuduyla canıyla oynamazsa, huyu tabîatı oysa ve bu yüzden de ölüm korkusu ona görünmezse, ben de yaradılıştan yiğittim, huyumda yiğitlik vardı, pervânede, İbrahim’in ışığı yoktur ki Tanrı’ya dayansın. 

Nitekim susuzluk illetine tutulmuş adam da, su içme yüzünden elinin, ayağının şiştiğini görür; görür ama su içmekteki tat bütün bunları ondan gizler, ölümü düşünmez bile. Ben ki Hamza’yım; o yiğitliği, o cesareti, tabîatım dolayısıyla yapıyordum; ölümde bir yaşayış gördüğümden değil; o ışık yoktu bende. Şimdi ise inandım, tabîat karanlığı, gözümün, gönlümün önünden kalktı; ölümden, öldürülmekten sonra cana ne dirilikler var; canların, salt canlar meclisinde huzur şarabını nasıl içtiğini, elsiz kadeh tutup, ağızsız, dudaksız içerek, başsız nasıl baş salladıklarını, ayaksız nasıl ayak vurup oynadıklarını gördüm. 

‘Allah yolunda öldürülen kişiyi ölü sanma; diridir onlar…’ Beden, gönülle yol alır, gönül de görüşle hareket eder. Birisinin görüşünün kıblesi mezar olursa onun ne gücü kalır, ne kuvveti kalır ki? Gözü görenlerin ayaklarının bastığı toprağı gözlerinize çekin de gözünüz, toprak görmesin, mezar görmekten vazgeçsin. Çünkü bu yan toprak ve mezar değildir, tertemiz ışıktır. Mezarla toprak nerde, tertemiz ışık nerde?.. Sonunu toprak biliyorsan topraksın; kendini temiz biliyorsan temizsin. 

Evet, Hamza onlara cevap verdi de dedi ki: O vakit ben, savaş zamanlarında zırh giyiyordum; çünkü, ölüme gidiyordum, yaralanmaya gidiyordum. Ölüme zırhsız, engelsiz gitmek, akıl kârı değildir. Şimdi ise iman ışığıyla görüyorum ki savaşa giderken yaşayışa gitmekteyim. Diriliğe, yaşayışa zırhla, engelle gitmek de akıl kârı değildir.”