“Âşık Hasan bu yolda sana yoldaştır, Mevlâna âşıka eşsiz bir baştır, Mevlâna sevgisi nefse savaştır, unutan yoksula umuttur Mevlâna.” Hasan Dede
Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç bir hâle geldi.
Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lütuflarda bulundun.
2080. Yetmiş yıldır isyân edip durdum. Benden bir gün bile ihsânını kesmedin.
Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”
Çengi omuzlayıp Tanrı’yı aramaya yola düştü; âh ederek Medîne mezarlığına doğru yollandı.
“Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o, kendisine karşı hâlis olan kalplere kerem ihsân eder” dedi.
Bir hayli çeng çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.
2085. Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da, çalgıcıyı da bırakıp sıçradı.
Saf bir âleme, can sahrâsına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.
Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı…
Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hâle gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.
Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yerdim.
2090. Felek sâkinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.
Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhânlar devşirirdim…
Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir beyitinde buyurur ki: “Sonunda gayb âlemi gelir yetişir. Seni şu içinde yaşadığın suret âleminden çeker, çıkarır. Fakat, sen yine de bu yolda rahatça yürümen için, yürürken eteğini çekmen gerek. Çünkü yürüdüğün yol, âşıkların kanları ile bulanmıştır.”
Bu dünya yaşamında bazen sevinçlere, bazen de sıkıntılara düştük; çektiğimiz sıkıntıların sebebini gördük, ders aldık veya görsek de görmemezlikten geldik; dünya nimetleriyle oyalandık, çokça sevindik, aslımızdan uzaklaştık. Oysa dünya, gerek sevinçleriyle gerek sıkıntılarıyla bir imtihan yeri; bir diğer vech ile, o güzel Yaratıcı’nın kullarını Kendisine çekiş yeri… Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, bir şiirinde, “Önce gelin burada, bir kez soyunun arının. Sonra düşün yoluna, Hazreti Mevlâna’nın” diye söylediği üzere, bir arınma yeri.
“Dünya nedir? İmtihan yeri” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “Allah’ın kulunu imtihan edişi, o kula kendi hâlini bildirmek içindir. Kullar, yâni insanlar çocuk gibidirler; kendi hâllerini bilmezler. Kul bu imtihanı kazanırsa, yâni başına gelen felâketlerden ibret alabilirse, Allah’ın lütfuna mazhâr olur, zevke dalar; ibret alamazsa azâba düşer.
O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, eşinin, dostunun, akrabanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O, gösterir yüzünü.
Evet, Allah’ı taşımak kolay değildir. Allah’ın gücüne, kuvvetine nâil olmak ağır bir iştir. Eğer ebedî bir yaşam istiyorsan, o zaman nefsini zorlayacaksın. Gülmek kolay, ağlamak zordur; ama o ‘Kudret’ için taklitsiz, riyâsız ağlamak lâzım. Ağlayan aşıkları ağlatan kudreti görebilseydik, o zaman derdi verenin dermân olduğunu bilebilirdik.”
Yunus Emre, selâm üzerine olsun, bakın bir menkîbede nasıl bir dil sarfediyor:
“Bir gece Yunus Emre bir mânâ (rüyâ) görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.
Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.
Ona, ‘Burası cennet-i âlâdır’ diye cevap veriyorlar.
Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor.
O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’
İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…”
Kasîde:
“Maddî yönden sen fakirsin, fakirsin, fakir oğlu fakirsin ama, mânevî yönden, taşıdığın ilâhî emânet sebebiyle büyüksün, büyüksün, büyük oğlu büyüksün.
Ey şekle bürünmüş, beden elbisesini giymiş can! Sen kat kat tâlihsin. devletsin. Aslında sen ne topraktansın, ne suretsin, ne göktensin; sen ezelden, göklerin bile ötesinden gelmişsin.
Sen o gizli ezel şehrindensin, varlığımızı da o gizli şehre çeker, götürürsün. Sen ne şey’e aldanırsın, ne de birinin özrünü kabul edersin.
Sen baştanbaşa âb-ı hayatsın, baştanbaşa şekersin, şeker kamışısın. Herkese şükürsün, kurtuluşsun, ne mahmûrsun ne de mahmûrluk verirsin.
Değersiz, küçük bir kurda, bir böceğe ipekler, atlaslar dokutursun, sana hiç bir kimse ziyân vermez. Şükredersin, şükürlerde bulunursun.
Yokluğa baktım da dertlerden, elemlerden kurtulmuş, senin aşk kanadınla uçan zerreler gördüm.
Ateş seni görse, ateşliğini bırakır, erir, tatlı su olur. İnkâr eden seni görse, İnkârından kurtulur, mümin, inanan bir kişi olur.”