MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/VIII

“Aşktır bizim Peygamberimizin yolu,

Biz aşkın çocuklarıyız, annemiz aşktır bizim.” Mevlâna

13. Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnûn aşkının kıssalarını söylemektedir.

14. Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Hazreti Mevlâna’nın bahsettiği kanla dolu yoldan maksat nefs terbiyesidir. Bununla ilgili olarak, nefsi cehenneme ve yedi başlı ejderhaya benzetir ve şöyle buyurur: “Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir düşman daha var. Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil… Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz… Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Nefsi öldürecek ayak da ancak Hakk’ın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hakk’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok…”

Hasan Dedemiz de bizlere, “Dünya nedir?” diye soruyor ve şöyle devam ediyor, “Dünya imtihan yeridir. Bu dünyada gönlünü Allah’a değil de, Allah’ın vehimlerine kaptıranlar, sonunda onlar gibi yokolup gitmeye mahkumdurlar.” 

Ve yine Yunus Emre’den bir hikaye dile getiriyor ve diyor ki: “Bir gece Yunus Emre bir mânâ görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. 

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.

Ona, ‘Burası cennet-i ala’dır’ diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…’ 

Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. Onun dışında kalan her şey değersizdir… 

Akıl gözü ile kısa menziller görülür ama kalp gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla insan çok şey kaybeder. Bütün dava bulunduğumuz yoldur. Âriflerin yoludur; irfâniyettir. Kimliğine ulaşmaktır ve kimliğinle yaşamaktır. Hakk yolu, yani insan olmak, kolay bir yol değildir.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ‘Allah’ı öyle çok zikredin ki, ta ki size mecnûn desinler.’

Bugün, Hazreti Mevlâna kadar aşkı yaşayan biri daha çıkmamıştır. Onun kadar aşktan dil döken biri de çıkmamıştır. Öyle ki, bir gün evine giderken bir ayakkabısı ayağından çıkıyor yolda kalıyor ama o farkında bile olmuyor. Çünkü o anda dalmış, mecnûn haline dönmüş, hem yolda yürüyor hem aynı zamanda Şems’le rabıta kurmuş onunla konuşuyor. O anda Şems’in güzelliklerini seyrediyor, doğal olarak ne ayakkabısı geliyor aklına ne cübbesi… 

Bu hâlleri yaşamıştır Mevlâna ve yaşamış olduğu için de bizlere, eğer onun gibi bu hâllere düşecek olursak ona yönelmemizi söyler. Çünkü böyle bir durumda ancak o bizleri tekrar eski hâlimize çevirebilir. Yoksa bir meczub olur ve başımızı da, aklımızı da kaybeder gideriz.”

Hüdâvendigâr Mevlâna’mız bir kasidesinde, kanlarla dolu olan yolu denizden misâl vererek şöyle anlatıyor ve diyor ki: 

“Başımızı ayak edindik de, sonunda hakikat ırmağını aştık, kâinatı birbirine vurduk, biz dışarı fırladık, bizim kâinatla bir ilgimiz kalmadı. 

Üstüne bindiğimiz aşk burakı, arşın burakıydı. Bu yüzden bir sıçrayışta gökyüzüne vardık. 

Ne olduğunu, nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığımız, o eşsiz padişahın tahtının önüne varmak için, âlemi zerreler gibi birbirine vurduk, birbirine kattık.

İlk menzil olarak kanlarla dolu bir deniz göründü. Kanlı ayaklarımızla dalgaları aşıp geçtik. 

Hakk yolunda ilerlerken, insan anlayışı, insan vehmi, insan aklı, hepsi de yolda dökülüp saçıldı. 

Çünkü biz, insanın etrafını saran altı yönü de aştık, gerilerde bıraktık. 

O eşsiz Leylâ’nın Mecnûn’larının bulunduğu sınıra gelince, atımız serkeşlik etti, zapt edemedik. Mecnûn’un sınırını da aştık. 

Yaptığımız ibadetlerle, iyiliklerle gurura kapılıp Karun’a benzeyen nefs, yerin dibine geçti. 

Ondan sonra ercesine onun hazinelerine doğru at sürdük. 

Çöllerde, ovalarda onun aşk nuruyla aştığımız yollardan bir zerresini bulsaydı, çöl de, ova da canlanırdı.”