MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVIII

Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi.

Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.

Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emânet ettiği sözleri söyledi.

1585. O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.

Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım.

Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.

Bu işi niye yaptım, o haberi niye verdim? Bu münâsebetsiz sözle biçâreyi yaktım, yandırdım.”

Bu dil, çakmaktaşı ile çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.

1590. Mânâsız yere gâh hikâye yoluyla, gâh lâf olsun diye çakmaktaşı ile çakmak demirini birbirine vurma!

Zîrâ ortalık karanlıktır, her taraf pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?

Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.

Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri arslan eder.

Canlar aslen İsa nefeslidir; bir ânda yara, bir ânda merhem olurlar.

1595. Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.

Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, hâris olma, bu helvayı yeme!

Ferâset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.

Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hayrı söyle ve yoksa sus!” diye buyurur.

‘Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.’

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, Nehc’ül Belâga’da şöyle buyurur: “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, katından ‘Elif Lâm Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar’ âyeti inince (Ankebût, 1-2) bildim ki Resûlallah aramızdayken fitne inmez bize. Yâ Resûlallah dedim. Allah’ın sana haber verdiği bu fitne nedir? Buyurdu ki: Yâ Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, yâ Resûlallah dedim, Uhud günü, Müslümanlardan şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan sonra nasîb olacak sana buyurmuştun; bu mudur fitne? Resûlallah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit nasıl sabredeceksin? Ben, yâ Resûlallah dedim, bu durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, şükredilecek bir durak. Resûlallah, yâ Ali buyurdu, kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; rahmetini dileyecekler, fakat azâbından emin olacaklar, bize azâb etmez diyecekler. Harâmını, yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl sayacaklar. Ben, yâ Resûlallah dedim; bu çağda hangi konağa indireyim onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: Sınanmaya düşmüş say.”

‘Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.’

Ahmed Avni Konuk tefsîrinde şöyle açıklar: “Ruhlar, kendi asıllarında İsa gibi ruhullahtır. Binâenâleyh o hazretin nefesi ölüleri nasıl ihyâ ederse, bunlarda da ölüleri diriltme hâssası vardır. Fakat ne vakit ki çokluk âlemine dalar ve surete bağlanırlar, işte o vakit nefsanî sıfatlara tâbî olduklarından, bazen yara ve bazen de merhem olurlar. Yâni nefsanî sıfatların nüksetmesiyle bazen birçok fitnelere ve kalb yaralarına sebep olurlar. Ve bazen de nefsanî sıfatların hükmünden bir ân için olsun uzaklaştıklarında, o fitnelere karşı uzlaştırıcı olurlar. Eğer ruhlardan nefsanî sıfatlar tamamen kalksa idi, her bir ruhun kelâmı Mesîh gibi ölüleri diriltir ve kalblere ferahlık verirdi. Eğer bu çokluk âleminde sözü şeker gibi tatlı söylemek ve tesîrini nefs sahiplerinin kalblerine yerleştirmek istersen, nefsinin isteklerine karşı sabırlı ol ve çokluk âleminin helvasından ve tatlılıklarından yeme. Nitekim, helvadan maksat dünyevî ve nefsanî isteklerdir. Akl-ı nefs olanlar çocuklara benzer; onlar dünyevî zevklere karşı asla sabredemezler. Ehl-i ruh olanlar ise akıllı olanlardır; onlar her bir lezzetin arkasında bin belâ olduğunu görüp, sabrederler.”

‘Bir cana kıydım. Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir…’

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur der ki: ‘Bu kâinatta ne görüyorsanız hepsi Allah’ın ailesidir. Allah da benim sevgilimdir. Sakın ailemden birini incitmeye kalkmayın, yoksa sevgilim incinir…”

“Biz, bize ‘kötü’ diyenleri tenkit etmek bile istemeyiz. Çünkü olabilir ki, bu tenkitten onların gönülleri incinebilir. Onların gönlü, Allah’ın gönlüdür, bizim gönlümüzdür; hepimizin gönlü, aynı gönüldür. Yıktığın gönül, senin. Yıkarsan, kendi malını yıkmış, harâb etmiş olursun. Allah, ayırım bilmez; şu Arap, şu Türk demez. Çünkü O, her varlığın anasıdır; hiçbirinin incinmesini istemez. İncitenden ayrı, incinenle beraberdir. Biz de yüzümüzü Allah’a döndüysek, söyleyeceğimiz sözlere çok dikkat etmeliyiz. Bilelim ki kimi incitiyorsak, Allah’ı incitiyoruz demektir” diye buyuran Hasan Dede’nin şu şiiri, selâm üzerine olsun, tamamiyle Mevlâna’nın yukarıdaki beyitlerinin izâhı gibidir ve ne kadar güzeldir… 

“Dil çakmak taşıyla demire benzer, 

Söz kıvılcım olur kavrulur her yer. 

Sakın lâf söyleme mânâsız yere, 

Taşı yerli yersiz vurma demire. 

Ortalık karanlık her taraf pamuk, 

Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk. 

Cahiller gâfletle bir söz söylerler, 

Akılları bozup berbât eylerler. 

Tek sözle mahvolur âlemdekiler, 

Bir arslan kesilir ölü tilkiler. 

Perdesiz olaydı canların özü, 

Can veren olurdu onların sözü. 

İstersen sözünün hoş olmasını, 

Yememen gerekir hırs helvasını. 

Helvayı çok sever küçük çocuklar, 

Erenlerde ise sonsuz sabır var.

Göklere yükselir sabrı bilenler, 

Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVI

“Bana senin akîk gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var? Bana senin cemâlin lâzım, kamerin ne yeri var?” Mevlâna

1555. Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnûn olursa.

Ey güzel endâmlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymâneleri içmem revâ mı?

Sevgili! Bana da bir nasîb vermek istersen beni anarak bir kadeh iç!

İçerken bu yerlere serilmiş düşkün aşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök!

Şaşılacak şey! Nerde o ahîd, nerde o yemîn? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani?

1560. Bu kulun ayrı düşmesi, fenâ kulluktansa… kötüye kötülükle mukâbele edersen aramızda ne fark kalır?

Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, semâdan, çengin nağmelerinden daha zevkli, daha neşeli.

Ey cefâsı devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber!

Ateşin bu… acaba nurun nasıl? Mâtem, bu olunca düğünün nice?

Cevrinde öyle tatlılıklar var ki… mâlik olduğun letâfet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz.

1565. Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.

Kahrına da hakkıyla aşığım, lütfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim.

Tanrı hakkıyçün bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryâd ederim.

Bu ne şaşılacak şey, bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!

Bu bülbül değil, ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte!

1570. Güle aşık, hâlbuki esâsen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!”

‘Ey güzel endâmlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymâneleri içmem revâ mı?’

Ahmed Avni Konuk buyurur ki: “İlâhî ilimde kâbiliyet ve istidâdı tam ve sabit olan enbiyâ ve evliyânın hakîkatidir ki, onlar nefs perdelerini yırtıp kendi hakîkatlerine mahrem ve sohbet arkadaşı olmuşlardır. Ve kendi hakîkatleri dahî, bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan ’Allah’ isminin mazhârıdır. Bu konuda söz sahibi olanlar, ‘İnsan-ı kâmilin zâhiri bâtınına tapar’ dedikleri dahî bu mânâdadır… Allah’a aşık olan insan-ı kâmil, küllün aşıkıdır ve kendisi de külldür. Binâenâleyh o kendisinin aşıkı olmuş olur ve kendisinin aşkını isteyici ve arayıcıdır… Yâni ey nefsin perdelerini yırtıp kendi hakîkatleri olan Hakk’a mahrem ve dost olan âli ruhlar, ben ten kaydı içinde kendi nefsimin kanla dolu olan mey kadehlerini içiyorum. ‘Kan dolu kadeh’ten maksat, gazab ve şehvet gibi nefsânî sıfatlardır.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Ey insanlar’” diye seslenir, “kim öğüt diler, kabul etmeyi isterse, Allah ona başarı vermiştir; onun sözünü doğru yola kılavuz edinen, doğru yola girmiştir. Allah’a sığınan emîn olur, ona düşman kesilense korkar durur. Çünkü Allah’ın ululuğunu tanıyanın ululanması gerektir; çünkü onun yüceliğini bilenlerin yücelmeleri, ona karşı alçalmalarıdır; onun kudretini bilenlerin esenlikleri, ona teslîm olmalarıdır. Allah, ahdini, amânını kulları arasında bir rahmet olarak yaymıştır ki o, bir emnîyettir, herkes orda esenleşir; bir haremdir, herkes ona sığınır; bölük bölük herkes onun civârına koşar gider.”

Nitekim Cenâb-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin şeker gibi dudaklarından, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur Kur’an-ı Kerîm’de, “De ki: Ey kendi öz canlarına karşı haddi aşarak hareket eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. O, kusurları bağışlar. Çünkü O, yarlıgayıcıdır, bağışlayıcıdır.” (Zümer, 53)

“Ne güzel yaratmış Hakk, hem gülü hem dikeni” der Hasan Dede ve sorar, “Diken ne için sığındı güle bilir misiniz?.. Diken güle sığınmıştır ki, ateşe atılmaması için. Gülü atmazlar ateşe, gördükleri yerde kaldırırlar koyarlar bir kenara, orada kurur gider, ama ateşe atmazlar gülü. İşte diken de ateşe atılmamak için güle sığınmıştır. Gül olmasa dikeni ateşe atarlar. Gül onu kabul ettiği için diken de bekçilik yapar güle. Dikkatsiz biri onu koparmaya kalkarsa o da batar ona, korur gülü; ister ki aklını kullansın da öyle alsın gülü.”

‘Ey cefâsı devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber! Ateşin bu… acaba nurun nasıl? Mâtem, bu olunca düğünün nice?’

Hazreti Mevlâna der ki, selâm üzerine olsun, “Birisinin yüreği Tanrı için erirse şehitler gibi iki âlemde de lütfa, ihsâna mazhâr olur.”

“Aşıklar belâyı isterler, dikeni güle tercih ederler” diye buyurur Sultan Veled Hazretleri, “Aşıklara cehennemin en derin yerleri cennettir. Onların zevki de, şiddeti de mihnettedir. Tazelikleri yangın ateşindendir. Semender gibi ateş içinde yer tutarlar. Aşıkların hepsi de belâyı istirahata tercih etmişlerdir, kendilerinden geçmişler, uyku ve yemekten kesilmişlerdir. Onların canı fitne ve şer ister, kılıçları kan deryâsı içinde olmalıdır. Onların kalbine korku yol bulamaz, canlarına Hakk’tan başka vâkıf olan yoktur… Onlar, Cenâb-ı Halil’e benzer. Ateş ve duman onlara gülistan ve bostandır. Onların gülşen ve reyhânları ateştir, huri ve rıdvanları cehennemin kahrıdır. Git, sen de bir Halil ol ki belâ ateşi seni o ziyâfete davet etsin.”

‘Bu ne şaşılacak şey, bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!.. Güle aşık, hâlbuki esâsen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!’

Şiir:

“Ey canlar, ey aşıklar… 

Hilkâtin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Her şey mahvoldu. 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur, 

Aşk ne ilk, ne de sondur, 

Aşk sonsuzluk vahdetidir. 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhur etti, 

Aşk kadeh sûretinde göründü, 

Aşk şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o surette demi gördü, 

Aslına vasıl oldu, 

Görmeyen tümüyle yok oldu. 

Her şey aslına rücû etti, 

Aşkı, aşktan başka hiçbir şey tefsîr edemedi…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXIV

“Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun” sözünün mânâsı.

1525. Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!

Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makâma erişip sultan oldu.

Sel, denize kavuştu, deniz oldu. Tane, ekinliğe vardı, ekin oldu.

Ekmek, Âdem Ata’nın vücuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdâr oldu.

Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.

1530. Sürme taşı, gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.

Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!

Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.

Tanrı Kur’ân’ına kaçar, sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın.

Kur’ân; peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların hâlleridir.

1535. Fakat okur da dediğini tutmazsan farz et ki peygamberleri, velîleri görmüşsün, ne fayda!

Kur’ân’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.

Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.

Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.

Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makâmından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!

1540. Biz, bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!

Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta hâline gir!

Zâten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Allah kitabı, yol gösteren adam, yâni kâmil mürşiddir. Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur’ân’da, bu açık kitapta neler yok…” diye buyurur.

“Mürşid-i kamilin gölgesinde oturmak, hayalî Allah’ı anmaktan daha iyidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Çünkü mürşid-i kâmil, Hakk’ın elçisi, onun temsilcisidir. Onu her şey bilmek, ona imanla bakmak, hayalî Allah’ı düşünmekten daha iyidir. Mürşid-i kâmiller Allah’ın gölgeleridir, hepsi O’nun aletleridirler. Hazreti Muhammed Efendimizden zuhura gelen bütün o güzel kelâmlar Allah’ındır. O, onun aletiydi, Hakk ondan işliyordu.”

Sultan Veled Hazretleri de, onun da selâm olsun üzerine, Maarif’inde buyurur ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibâdetten daha üstündür. Onun yanında oturmak, gölgesinin yanında oturmak, Allah’ın yanında oturmaktır.” 

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık” (Furkân, 45) diye buyrulur.

‘Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.’

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrini şöyle yorumlar: “Peygamber Efendimiz, ‘Ölüler ile oturmaktan sakınınız!’ buyurdular. Ve ‘Ölüler kimdir yâ Resûlallah?’ diye sorulduğu vakit, ‘Ehl-i dünyadır’ buyurdular. Yâni, öldükçe mârifet sahibi olup, kalbi bu mârifet ile dirilmiş olan sâlikler, ehl-i dünya ve gaflet ile karışıp görüşürse, yavaş yavaş kalbin mârifet nuru sönmeye başlar. Zîrâ sohbet ve karışıp görüşmenin insanın tabîatına pek büyük tesîri vardır ve tabîat hırsıza benzer, her şeyi çalabilir. Binâenâleyh sâlike lâzım olan daima ehl-i gafletten uzak olmak ve gönlü diri olan ehl-i tasavvuf ile birlikte oturmaktır. Eğer bir ehl-i tasavvuf bulamaz ise, Kur’ân ile meşgul olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Pîr, ‘Bizden sonra Mesnevî şeyhlik eder’ buyurmuşlardır. Ve sâlik, bu sayede esrâr-ı Kur’ân’dan haberdâr olmuş olur.”

Kasîde:

“Aşıklarla beraber otur kalk! Arkadaş olarak her zaman aşık olan kişiyi seç; aşık olmayanla bir an bile dost olma! 

Eğer yâr, izzet perdesini, namus perdesini yüzüne indirirse, sen git, yüzünde perde olmayan güzelin yüzüne bak, güzelliğini seyret! 

Yüzünde secde izleri bulunan, gerçek sevgilinin nuru olan yüzü gör; alnında mânâ güneşi parlayan güzeli seyret!.. 

Vahdet güneşi, onun yanaklarına yanaklarını koymuş; ona öyle bir nur vermiştir ki, ay bile, onun yüzünü görünce kendinden geçer, yerlere serilir!.. 

Onun bedeni, hayalin bedeni gibi kansız ve damarsızdır; içi de, dışı da tamamıyla mânâ sütü ile, mânâ balı ile doludur! 

Eşi benzeri olmayan sevgili, onu o kadar çok kucaklamış, o kadar çok bağrına basmıştır ki, ona sevgilinin kokusu sinmiş; artık, onda toprak kokusu kalmamıştır! 

O, aydınlıksız bir sabah, renksiz bir akşamdır; yönsüz bir zâttır; doğmaz, doğurmaz bir hayattır! 

Güneş, gökyüzünden hiç borç nur ister mi? Gül fidanı, yaseminden ödünç koku ister mi? 

Balık gibi dilsiz ol, konuşma; deniz suyu gibi duru, saf bir hâle gel de, çarçabuk inci ve mücevher hazinesine emîn ol! 

Hiç kimseye söyleme; ben, senin kulağına söyleyeyim! Bütün bu saydığım vasıflara sahip olan kimdir, biliyor musun? Tebrizlilerin kendisi ile iftihâr ettikleri, övündükleri Şemseddin’dir!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXII

“Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm” âyetinin tefsîri.

Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı.

Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.

Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!

Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir; barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.

1510. Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esâsen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!

Bir zât’a sormuşlar, “Hakk’ın zulmünden nasıl berî kıldın?” Cevap vermiş ki: “Mülkünde kendisinden başkasını bırakmadım; zulüm kime olur?” 

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Mânâ âleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu anlamayanlar da hiçbir şey anlayamadılar” diye buyurur.

“Her şey helâk olur, ancak O’nun hakîkati bâkîdir” der yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Onun hakîkatine var, varlığından geç. ‘Bismi’deki elif gibi kelimede kaybol. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur. Böyle ulanmak için hafzedildi mi kelimede yok olur. O, ulanma içindir, bâ harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat bâ harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulunmasına razı olmaz. Bu ulanmaya, bu buluşmaya bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lâzım benim. Bir harf bile sin’le bâ’yı ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir şey. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da bâ ile sin, elifi söyler durur…”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, elifi şöyle dile getirir:

“Nokta, elif oldu. 

Elif, gökte güneş oldu. 

Elif, ay oldu, yıldızlar oldu. 

Elif, dünya oldu. 

Elif, Allah oldu, 

Muhammed oldu, hep elif yazıldı…

Sevgili’ye kavuşan, her şeyi unutur. Sadece hayranlıkla O’nun yüzüne, gözüne bakar. Nokta, Sevgili’nin gözü, göz bebeğidir. En büyük ilim de budur.”

Hazreti Muhammed Efendimizin ilminde yetişmiş olan ve bir ân dahî O’nun dışına çıkmayan Hazreti Ali Efendimiz şöyle seslenir, selâm olsun üzerlerine: “Kur’ân ne ise Fâtiha odur, Fâtiha ne ise Besmele odur, Besmele ne ise Bâ odur. İşte ben Bâ’nın altındaki noktayım.”

Bir gün Hazreti Ali Efendimize şu soruyu sorarlar: “Hazreti Resûlallah senin için buyurdu ki: ‘Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.’ Yâ Ali ! Biz senden bu ilmin sırrını öğrenmek isteriz, bize bildir, bu ilim nedir?

Hazreti Ali buyurur ki: “İlim bir nokta idi, cahiller bin etti.”

Yine sorarlar: “Yâ Ali!.. O nokta nedir?”

Hazreti Ali şu cevabı verir: “Allah’ın bilinmeyen bu gizli hikmetlerinden size haber vereyim, lâkin şu şartımı da hiçbir zaman unutmayasınız. Benim sizlere açıklayacağım ilâhî sırları ehil olmayanlara açıklamayasınız. Allah’ın bilinmeyen gizli hikmetleri, Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de vardır, Kur’ân’da da vardır. Bütün bu sırların hepsi Kur’ân’da toplanmıştır. Kur’ân’da olan sırlar da Fâtiha sûresinde toplanmıştır. Fâtiha sûresindeki sırlar da Besmele’de toplanmıştır. Besmele’de toplanan sırlar ise Besmele’nin baş harfi olan Bâ’dadır. Bâ’daki sırlar da, O’nun altındaki noktadadır. İşitin ve bilin ki, işte ben o noktayım.”

Yine ne güzel buyurur Hüdâvendigâr Mevlâna… “Tanrı’yı akılla, fikirle bulmaya uğraşma; aklı, fikri Tanrı’ya ulaştırmaya savaş. Duyguların, anlayışların, duyuşların, akılla sezişlerin Tanrı’ya ulaştırılması, hoş bir şeydir. Tanrı onlara esenlik versin, peygamberlerin yolu da budur… Onları her şeye sürüp götüren de Tanrı’dır, onlara kılavuz olan da Tanrı. Delil de nedir, burhân da nedir ki Tanrı’yı belirtsin, göstersin? Güneşin her zerresinden yüzbinlerce delil, yüzbinlerce burhân baş göstermede. Sen Tanrı’yla ol, delilin, burhânın eksik olmaz. Güneş doğdu mu her vuruşu, her ışığı, güneşin dileğine uyar; artık delilin, burhânın yeri mi? Köre, delille güneşi göstermeyi kursan ne kadar uğraşırsan uğraş; işte hem bunu başaramazsın sen, hem de zamancağızın yiter gider. Güneşe delil, yine güneştir… Can, bakışta, görüşte yok oldu da şunu dedi: Tanrı’nın yüzüne, Tanrı’dan başkası bakamadı gitti…”

Şiir:

“Hakk ilmine bu âlem bir nüshâ imiş ancak, 

Ol nüshâda bu Âdem bir nokta imiş ancak. 

Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ, 

Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXI

“Katreden dalgalar coşar mı hiç? Meğer ki denize kavuşmuş olsun.” Sultan Veled

Ey gönül! Cebîrle ihtiyârı birbirinden ayırt etmek için bir misâl getir ki ikisini de anlayasın.

Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el…

Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi, onunla mukâyeseye imkân yoktur.

1495. İhtiyârınla el titretmekten pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

Anlayışı kıt biri de şu cebîr ve ihtiyâr meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, bu bahis, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.

Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.

Can bahsi başka bir makâmdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır.

Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı.

1500. Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu.

Ebucehil, cana nispetle esâsen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi.

Akıl ve bahsi, bil ki eser, yâhut sebeptir. Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.

Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı.

Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.

1505. Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki!

Hazreti Mevlâna, selâm üzerine olsun, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir misâl getirir: “Suya dalıp boğulan, o kişidir ki su, istediği gibi oynar onunla, o suyla oynayamaz. Yüzen de, boğulan da, ikisi de sudadır amma bunu su götürür, su taşır; yüzense kendi gücüyle, kendi dileğiyle yüzer. Boğulanın her oynayışı, her işi, her sözü, sudandır, kendinden değil. O arada, bir bahânedir. Hani duvardan bir ses duyarsın ya; bilirsin ki duvardan gelmiyor o ses, duvarı söyleten biri var. Erenler de böyledir işte… Ölmeden önce ölmüştür onlar; kapı-duvar kesilmişlerdir; onlarda kıl kadar bir varlık bile kalmamıştır. Tanrı gücünün, Tanrı kuvvetinin elinde bir kalkana benzerler. Kalkanın oynayışı, kendiliğinden değildir. ‘Ben Tanrı’yım’ demenin anlamı da budur işte. Kalkan der ki: Ben arada yokum, oynayışım, Tanrı elinin oynayışından. Bu kalkanı Hakk görün, Hakk’la pençeleşmeye kalkışmayın. Çünkü böylesine bir kalkanı yaralamaya kalkışanlar, gerçekte Tanrı’yla savaşa girişmişler, Tanrı’ya saldırmışlardır.”

“İkiyüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir. İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar renkler var. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. 

İnsan sıfatında da hem Hazreti Muhammed, hem Ebucehil vardır; yâni bir yerde nefsini terbiye ederek onu hakîmiyeti altına almış bir kişi, diğer yanda da nefsine uyarak Hakk’tan uzaklaşmış ve küfre düşmüş bir kişi var. İnsan, kendisinde isterse Hakk’ı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Hakk’ı konuşturmak huzur verir.”

Ahmed Avni Konuk da tefsîrinde, “Can bahsi, akıl bahsinin fevkinde bir makâm sahibidir” diye açıklar, “Akıl şarabından sarhoş olanların hâli başkadır, can şarabından sarhoş olanların hâli başka.”

‘Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı. Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.’

Kasîde:

“Ey sakî; kadehi Hakk aşığının şarabı ile doldur! Yanmış, kavrulmuş gönüllere Rabbanî şarap sun! 

İlahî aşkla kendinden geçmiş kişilerin meclisinde ekmekten az bahset Şunu iyi bil ki, ilâhî aşk suyuna dalmış kişiler, sudan başka bir şeyle uzlaşamazlar. 

Ey can! Senin nezâketinden, inceliğinden, onun tatlı olan hitâbından beden utandı da yere serildi, yıkıldı, harâb oldu. Şurada gömülü bulunan defineyi bul çıkar da bu harâbeyi süsle, güzelleştir! 

Senin aşkın, çorak toprağı gül bahçesi hâline getirir. Dalgan, buluta benzeyen gözü, inciler saçar bir hâle kor. 

Şarabımızı çoğalt, bize çokça sun! Uykumuzu da tut, bağla, artık bize gelmesin. Çünkü, uykuya dalan kişinin, gecenin güzelliğinden, feyzinden hiç haberi olur mu? 

Mânen gökyüzüne yükselip, Allah’ın misafiri olanlar, meleklerle aynı kadehten içerler; yeryüzünde yaşayan insanlardan, iyilikler yapan, insanlara yararlı olan sevap kazanan fazîletli kişilere de şarap gökyüzünden verilir. 

Onun sevdiği gerçek kulunun dudağı, onun taslarına, ibriklerine dokunur, onun kaplarından içer, o şarap ancak takvâ küpünde bulunur. Başka küplerde onu arama, bulamazsın. 

İlahî şarapla mest olmuş, kendilerinden geçmiş Allah’ın has kullarının hâlini, ayık adam ne bilsin? Ebucehil, sahâbenin hâllerini nereden anlayacak?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIX

Âdem Aleyhisselâm’ın “Rabbenâ zalemnâ” diye hatayı kendine isnâd etmesi, İblisin “Bimâ agveytenî” diyerek suçu Tanrı’ya yüklemesi.

Hakk’ın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim de yaptığımız işler olduğunu bil, zâten bu meydanda.

Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hakk yapıyorsa, şu hâlde kimseye “Bunu niye böyle yaptın?” deme!

Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmededir. Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.

Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür yâhut mânâyı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?

1480. İnsan, konuşurken mânâyı düşünür, onu kastederse harflerden gâfildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü hem ardını göremez.

Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?

Mademki can, harfi ve mânâyı bir anda ihâta edemez; nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?

Ey oğul! Tanrı, her şeyi kapsayandır. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde buyuruyor ki: “Bu izâfî âlemde hem Hakk’ın ve hem de kulun fiili sabittir. Sen bu gerçeklerin her ikisini dahî ferâset gözün ile, yâni kalb gözün ile gör. Eğer sende böyle gören bir göz var ise, bizim sabit olan fiilimizin, Hakk’ın fiilinden meydana geldiğini görürsün. Hulâsa, biz yaparız, Hakk yaratır.”

Tomurcuk içindeki ağaç, yok gibi görünse de kuvvette mevcuttur.

Nitekim âyet-i kerîmede, “Allah, sizi de yaratmıştır, işlediklerinizi de” (Saffât, 96) buyrulmaktadır.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “İnsanın ameli, yâni yeryüzünde yaptığı işler önemlidir. Ömrünü güzel işler yaparak geçiren kişinin ameli salihtir” der, “Allah, herkesin dileğini yerine getirir; kanunu böyledir. İnsan, her şeyi kendi gözüyle görürse yanılır. Neyi göreceksek, onun gözüyle görmeliyiz ki, rahat edelim. Her kişi kendi idrâkine göre yaşar ve cennet de cehennem de o kişinin idrâkine göre farklılıklar gösterir.”

“Rabbinizin kitabı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de apaçık göstermededir, harâmını da” diye buyurur Hazreti Ali, selâm üzerine olsun, “Farzlarını da apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü kaldıran âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti de. Ruhsatlarını da bildirmiştir, azimetlerini de. Anlamı husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. İbretleri de meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı herkesçe anlaşılanı da beyân edilmiştir, anlaşılmayanı da. Kısaca anlatılanları tefsîr edilmiştir, müşkül anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir.”

Bir diğer âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur: “Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak.” (Yunus, 24)

‘Ey oğul! Tanrı, her şeyi kapsayandır. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.’

Kasîde:

“Bana bak, bana dikkat et ki, senin, mezarında en yakın dostun, candan arkadaşın benim! Dükkandan, evden, bütün seni sevenlerden ayrıldığın zaman, seni ben karşılarım; yapayalnız kaldığın vakit, seninle ben düşer kalkarım! 

Mezarda, benim selâmımı duyarsın! Haberin olsun; zâten hiç bir vakit benden ayrı düşmedin, gözüme görünmez olmadın ki! 

Senin içinde, gölge varlığın ötesinde akıl gibi, düşünce gibi daima seninle beraberim; zevk aldığın, neşelendiğin, sıkıntılara düştüğün, bunaldığın zamanlarda da senin içindeyim; senden ayrı değilim! 

Aşk mahmurluğu, armağan olarak sana mezarda mânevî şaraplar sunar, güzellik getirir; seni karanlıkta bırakmaz, mum uyandırır! Pis kokuları gidermek için buhur yakar, kebap verir, meze hazırlar! Kendi (!) gözünle bak ki, hata etmeyesin! Şunu anla ki, gören de, görünen de hep O’dur! 

Hangi tarafa bakarsan bak, hep beni görürsün! Hattâ ister kendine bak, ister birbirleri ile savaşanların çıkardığı gürültülere, ister yeryüzünde karınca gibi kaynaşan insan kalabalığına bak; hep beni görürsün! 

Ben, görünüşte insanım fakat, sakın ha sakın, benim bu bedenime, bu gölge varlığıma bakarak yanılma! Çünkü bu gölge varlığın ötesinde bulunan ruh, çok güzeldir, çok lâtiftir! Beden gibi çürüyecek, gelip geçecek değildir; sonsuzdur! Aşk ise serttir, pek kıskançtır!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CV

Ömer’in uykudan uyanması ve kayser elçisinin ona selâm vermesi.

Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “Önce selâm, sonra söz” demiştir.

Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskîn etti, karşısına oturdu.

1425. Korkanı, emîn ederler, gönlünü yatıştırırlar.

“Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek, tam onlara lâyıktır.

Korkusu olmayana nasıl “Korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!

Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.

Ondan sonra yoldaşların en güzeli olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dâir ince bahislere daldı.

1430. Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın abdâllara gösterdiği lütuf ve ihsânlarını nakletti.

Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle hâlvet olup vuslatına erişmektir.

Gelinin cilvesini padişah da görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak azîz padişaha mahsustur.

Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla hâlvete giren ancak padişahtır.

Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nâdirdir.

1435. Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.

Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azâmete mensûb kudsîyet makamından,

Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.

Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyâk çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!

Ömer, o yabancı çehreli zâtı dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.

1440. Şeyh, kâmildi, tâlibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.

O mürşid, onun irşâd edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; temiz tohumu, temiz yere ekti.

Kur’ân-ı Kerîm’in, Saf sûresinin 30. âyetinde, “Gerçekten de Rabbimiz Allah’tır, dedikten sonra da dosdoğru hareket edenlere melekler indiririz de, sakın korkmayın ve mahzûn olmayın ve müjdelenin, sevinin size vaad edilen cennetle, deriz” diye buyrulmaktadır.

Hasan Dede, “Bir insan Allah’ı sevdikten sonra, Allah da onu sevdikten sonra, korku kalmaz” der, “En büyük belâ korkudur. Fakat sevgi tecellî edene kadar korku da lâzım. Allah’la dost olmuş bir insana ‘Allah’tan kork’ derlerse, garibine gider. Sevdiğimiz dostumuzdur; korktuğumuz ise düşmanımızdır. İnsan, Allah’tan değil, kendi nefsinden korkmalı. ‘Adil’ olan yumuşak huylu olandan korkulur mu? Korkan, sevemez. Hâlbuki, Allah bizim dostumuz, sevgilimiz olmalı. Allah aşıkları, bütün kötü hâlleri, korkuları, hırsları tepeleyip geçerler.”

Yine bir başka âyette de şöyle buyrulmaktadır: “Benden size bir hidâyet, doğru yolu gösteren bir rehber geldiği zaman, artık kim ona uyarsa, onlara ne korku vardır ne de onlar mahzûn olurlar.” (Bakara, 38)

“Mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinler, öğrenir. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor” der Hasan Dede ve Mevlâna ile Şems’i örnek göstererek, “Mevlâna’nın sakası, yani gönül sakîsi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o ilâhî sakadan, Mevlâna’dan. Bizlerden işleyen hep odur” diye buyurur.

Nitekim, Hazreti Şems, “Bu iki âlemin yaradılışından maksat, iki dostun kavuşmasıdır” der, “Bu iki dost Tanrı için gösterişten ve her türlü hevesten uzak yüz yüze gelmelidir. Ekmek, fırın ve kasap gibi dertleri olmamalı.”

‘Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle hâlvet olup vuslatına erişmektir.’ 

Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, insanın sırrını ve hakîkatlerini dinledikçe ruhu kanatlanır, coşar ve onda tekâmül başlar, hâli değişir. Tekâmülün tamam olması da müridin aşkına, imanına ve teslîmiyetine göredir.

‘Şeyh, kâmildi, tâlibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşâd edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; temiz tohumu, temiz yere ekti.’

Nitekim Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Şeyhe sarıl da kötülüklerden kurtul, iyiliklere yüz tut. İşin gücün, çalışıp çabalamakla değil, onunla iyileşir; o senin zehirini giderir; sana şekerler verir.

Kılavuzla varılacak yere, kavuşulacak ere varıp kavuştuktan sonra delilden bahsetme; bilinecek şeyi bildikten sonra bilgiden hiç söz açma, kavuştuktan sonra artık ayrılıktan söz etme; iyi değildir bu; sözden geç artık, çünkü ulaştıktan sonra araman, âdeta ırmak içinde su aramaktır. 

Bilinen şey hakkında tam bilgi elde ettikten sonra, yine bilmeye çalışmak, anlamsız bir şeydir. Delâlet edilen şeyi elde ettikten sonra delili anmazsın artık. Maksada ulaştıktan sonra yine de onu araman, dilemen, bir şeyi bulduktan sonra onu bir daha aramaktır; onu tekrar aramaya kalkışma. 

Ona kavuştun, bir oldun mu, sende senlikten eser kalmaz ki, kalan O’dur, O’ndan başkası yiter gider; O’nun dilemediği her şey ortadan kalkar. Artık sen, Allah’a kavuştun, ebedî oldun; O’nun şarabını içtin, neşeyle kandın demektir. 

Şeyhin bağışını ebedî ruh bil; öylesi ruhu da şarap say, sakî tanı. O’nun bağışı, güzeldir, mumdur, şaraptır; ama bunların üçü de birdir, ayrı sanma. Zevki bir gör, iki görme; cevizle kuru üzüm gibi onları birbirinden ayırma, çünkü o yola ikilik sığmaz; sen kalma, çünkü senlik o durağa sığışmaz. Birde yok ol, sayıdan geç ki Allah’dan binlerce yardıma nâil olasın. Addan geç, ad sahibine yürü; adı bırak, gel de ad sahibi ol…

Bu dünyanın sonu sınırı var; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu. Bunu gören göğe ağdı; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırttı gitti. 

O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hattâ yeri, göğü bile deler geçer. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok; değil mi ki sen şeyhine itaat ediyorsun, hem ruh kesildin hem beden, ikiniz de zevkle dopdolu bir hâle geldiniz demektir, ikiniz de şevkle dirildiniz artık. Bütün bedenlerdeki şevk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şevki bir bil…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIV

Elçinin, Emîrülmüminin Ömer’i -Tanrı ondan razı olsun- bir ağaç altında uyur bulması.

1412. Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.

1413. O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hâl geldi.

1414. Muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü.

1415. Kendi kendine, “Ben nice padişahlar gördüm; büyük sultanların makbûlü oldum.

1416. Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.

1417. Arslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı.

1418. Birçok savaşta bulundum; savaş başlayınca bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvâlde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.

1419. Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzâm tir tir titremekte; bu ne?

1420. Bu heybet Hakk’tan, halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.

1421. Bir kişi, Hakk’tan korkup takvâ yolunu tuttu mu; cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.

1422. Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de, “Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım, boğuldum diye bağırıyorsa buna da batmak boğulmak demezler” diye buyurur ve şu açıklamayı yapar, “Batıp boğulmak şudur: Ulu Tanrı, halkın arslandan, kaplandan, zâlimden korkmasından başka bir korkuyla erenleri, kendi zâtından korkutur; ona açar, bildirir ki korku da Tanrı’dandır, emînlik de Tanrı’dan… Zevk neşe de Tanrı’dandır, yiyip içme de Tanrı’dan. Ulu Tanrı, gözü açıkken ona, özel ve görülür duyulur şekilde bir arslan, bir kaplan, bir ateş gösterir. Bunu göstermesi de erenin, gördüğüm arslan şekli, kaplan şekli, gerçekte bu âlemden değil, gayb âlemindendir demesini, bunu anlamasını sağlamaktır. Böylece pek güzel, pek alımlı bir şekilde gösterir. Yine böyle bağlar bahçeler, ırmaklar, huriler, köşkler, yenecek içilecek şeyler, ağır elbiseler, binilecek hayvanlar, şehirler, konaklar, çeşit çeşit, renk renk şaşılacak şeyler gösterir. Gerçek olarak anlar bilir ki bunlar, bu âlemden değildir, Tanrı onları, gözüne göstermede, bu şekillere bürümede… Bütün rahatlıklar da ondandır, görülen seyredilen şeyler de. Şimdi onun korkusu, halkın korkusuna benzemez; çünkü gördüğü şeyleri delille bilmiş, anlamış değildir; çünkü Tanrı, her şeyin Tanrı’dan olduğunu ona apaçık göstermiştir.”

Beyit:

“Sevgiyi kolay sanan bir bana baksın; hâlim anlatır ona; korkutur onu elbet.”

Nitekim, elçi, ’Muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü.’

Hazreti Şems buyurur ki: “Düşün ki kıyâmet kopmuştur ve görünmeyen âlem apaçık ortadadır. Vallahi, görünmeyen artık meydandadır ve perde kalkmıştır ama yalnızca gözü açık olanlar için.”

Bir insan-ı kâmilin huzurunda bulunan her bir mürid de, gönül gözü açıksa, onun cemâlinde Hakk’ı müşâhade eder ve bu iki zıddı aynı zamanda kalbinde hisseder. ‘Bir kişi, Hakk’tan korkup takvâ yolunu tuttu mu; cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.’

Bakın ne kadar açık buyurur yüce Pîr Mevlâna ve der ki: “Şeyhte öyle bir heybet olmalı ki vursun, kırsın, geçirsin; şeytanlarla, vesveseler ordusunu bir bakışta bozguna uğratsın; serkeş bir ata benzeyen ve müridin bindiği ve onu aşağılıkların en aşağısına atmak isteyen azgın nefs atını korkutsun; onu oyluklarının altında tir tir titretsin.”

Kasîde:

“Nurlarla dolu olan o güzel gözler sevgilinin bakışı ile mest olmuş. Gözyüzü bile o gözler yüzünden tir tir titremededir. 

Bilhassa Hakk’ın huzurunda el bağlayıp namaza durduğu zaman, kendisine ihsân edilen nur, meleklerin de, insanların da kıblesi olmuştur. 

O güzel varlığın yüzünde ilâhî nurun göz kamaştırıcı bir şekilde parladığı anda, onun ayaklarına başını koymayan, benlik yüzünden ona secde etmeyen kişinin özü gerçekten de şeytandır!

O anda o güzel yüzde ilâhî bir nur görmeyen kişi, cansız bir beden gibidir. Şeytandan da aşağıdır. 

Onun nurlu yüzü, erlerin kıblesidir. Eğer sen de er isen onun heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere ser! 

Elini sinenden çek! Ne diye şaşkın şaşkın bakıp duruyorsun? O anda sevinerek ona canını ver! Zaten isteyen de odur. 

Aklını başına al da neyin var neyin yoksa hepsini suya at! O aşk suyundaki ateşle onları temizle! Çünkü onun yüzünün ateşi, âb-ı hayatın bile secde ettiği yerdir.”