MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIX

“Biz, Allah’a gönül vermişiz. O, bize ne kadar acılar da verse, biz yine, Allah deriz, başka bir şey demeyiz.” Hasan Çıkar Dede

230. Padişah o kanı şehvet uğrunda dökmedi. Sûizanda bulunma, münâkaşayı bırak!

231. Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fenâ bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hâle gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?

232. Bu riyâzetler, bu cefâ çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.

233. İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.

234. Eğer işi Tanrı ilhâmı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.

235. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefs isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü görünüyordu.

236. Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var.

237. O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahcuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma!

238. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adını takma!

239. Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma alırsam!

240. Arş kötü kişinin övülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fenâ bir zanna düşer.

241. O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zâttı, hem de Tanrı hası.

242. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir, en iyi bir makâma çeker, yüceltir.

243. Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütûf, nasıl olur da kahretmeyi isterdi?

244. Çocuk, hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.

245. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.

246. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün; iyice bak!

“Bazen maşuk, aşığa oyun eder, türlü türlü yollarla sınar. Bunun sebebi gerçek aşıkla, aşık olmayanı birbirinden ayırmak içindir. Çünkü o, has aşıklar ister. Her rüzgârda savrulan yaprak gibi olanı uzaklaştırır” der Hasan Dede.

Hazreti Şems de, Mevlâna’nın putlarını kırmak için onu türlü imtihanlara tâbî tutmuştur. Bu imtihanların başında; Hazreti Şems’in Mevlâna’yı meyhâneye göndermesi ve bir testi şarap almasını istemesi gelir; hikâye şöyle gelişir…

Bir gün Hazreti Şems, Mevlâna’dan meydandaki meyhâneye gitmesini ve kendisine bir testi şarap alıp getirmesini ister. Hazreti Mevlâna o güne kadar hiçbir meyhâneye girmemiş, şarap da ağzına koymamış; ama diğer taraftan Şems’e de ikrâr vermiş, gitmese olmaz. 

Böylelikle Mevlâna meyhânenin yolunu tutar ve meyhâneye girer. 

Meyhâneci karşısında Mevlâna’yı görünce çok şaşırır, “Buyrun Mevlâna Hazretleri, bir şey mi istediniz?” diye sorar. 

Hazreti Mevlâna, “Bir testi şarap isteyecektim” diye sıkılarak cevap verir.

Meyhâneci, afallamış bir hâlde bir testi şarabı Hazreti Mevlâna’ya ikrâm eder. Mevlâna şarabı alır ve meyhâneden çıkar; sokakta kimse elindeki şarabı görmesin diye de şarabı cübbesinin altına saklar. Fakat, tam kalabalık halkın arasından geçerken, testi kayar, yere düşer ve kırılır. Her yer şarap olur. Etraftaki halk da bunu görünce aralarında söylenmeye ve ileri geri konuşmaya başlarlar. Biri der, “Mevlâna şarap mı içiyormuş”, öbürü der, “Yazıklar olsun, biz kime inanmışız, kime iman edip sözlerini dinlemişiz!”

Mevlâna’nın canı bu duyduklarına çok sıkılır. Eve dönünce, üzüntüden sakalları titreyerek çıkar Şems’in karşısına. Hazreti Şems, Mevlâna’nın bu hâlini görünce gülerek sorar, “Hayırdır Mevlâna nedir bu hâlin?” 

Hazreti Mevlâna başına gelenleri olduğu gibi anlatır. Tabî ki Şems Hazretlerine her şey malûm, “O şişeyi gayb âleminden ben düşürdüm” der, “Şimdi söyle bana, seni halkın mı sevmesini istersin, yoksa Hakk’ın mı?” 

Mevlâna, “Hakk’ın sevmesini isterim” diye yanıt verir. Bunun üzerine Hazreti Şems, “Ben de bunu seni halktan uzak etmek için yaptım” der. 

Hazreti Şems, Mevlâna’yı buna benzer daha birçok imtihanlara tutmuştur. 

Hasan Dede der ki: “Mevlâna, ‘Beni öldüren bende dirildi’ diye buyurur; bu çok mânâ dolu bir sözdür. Çünkü Şems olmak kolay değildir, herkes Şems’i taşıyamaz. Bir insan putlarını kırmadıktan sonra hakiki kimliğine ulaşamaz. Mevlâna, Hazreti Şems’in elinde piştikten sonra varlığı tamamiyle Şems oldu ve bir güneş gibi parladı… İnsanlık yolu, çok ince bir yoldur ve bu yolda nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır. Evet, düşmanımızdır ama, eğer biz ona uymazsak, o bize uymak zorunda kalır; en sonunda tamamiyle tertemiz ve güzel bir hâle gelir, dirilişe ulaşır.”

Rubaî:

“Güzelim aşkın, kan dökmeye kasdetti mi, canım, beden kafesinden uçar gider…

Şekerlere benzeyen dudaklarını öpme suçunu işlemeye imkân bulan, bu günâha girmezse kâfir olur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVIII

Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı.

222. O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi, ne korkudan dolayı.

223. Tanrı’nın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.

224. Hızır’ın, o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.

225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.

226. Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir.

227. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.

228. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın.

229. Aşıklar, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içerler.

Pîrimiz Mevlâna’nın, 222. beyitte, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerine işaret ettiğini belirten Abdülbâki Gölpınarlı şu açıklamayı yapıyor: “Bakara sûresinin 38. âyetinde, Allah’ın hidâyetine uyanların, Allah tarafından gönderilen Peygamberin izinde yürüyenlerin korkudan, hüzünden emîn oldukları beyân buyrulmaktadır. Korku ve hüzün, umduğunu elde edememekten, elde edemeyeceğini sanmaktan meydana gelir. İstediğini elde edeceği kendisine müjdelenen, inanan ve iyi işlerde bulunansa korkudan da emîn olur, hüzünden de.”

224. beyitteyse, Kehf sûresinde geçen Musa ile Hızır kıssasına işaret eder Mevlâna. 

Yine Abdülbâki Gölpınarlı’nın anlatımına göre, “Bu kıssada Musa Peygamber, genç arkadaşına, ‘Ben iki denizin kavuştuğu yere kadar durmadan gideceğim; yahut da bu uğurda yıllarca uğraşacağım’ der ve iki denizin kavuştuğu yere varırlar; fakat yiyecekleri balığı unutmuşlardır. Balık dirilir, suya atlar; bir müddet iz bırakarak gider, sonra denizde görünmez olur. Balığın dirilmesine sebep, oradaki bir kaynağın suyundan bir katrenin balığa damlamasıdır. Bu su, ‘Ab-ı Hayat’tır. Musa Peygamber de zâten bu belirtiyi bekliyormuş. İşte buydu aradığımız der ve geri döner. Derken Tanrı’nın, kendi katından bilgi bellettiği bir kulu bulur; bu kul Hızır’dır. Musa, ondan, Tanrı’nın bellettiği bilgiden kendisine de belletmesini ister. Hızır, sen dayanamazsın buna der. Musa dayanacağını söyler; bunun üzerine Hızır, ben sana bildirmedikçe benden göreceğin şeyleri sorma deyip vaad alır Musa’dan. Yola düşerler; bir gemiye binerler; gemi sahibi bunlardan para-pul istememiştir. Hızır, gemi yol alıp giderken gemiyi delmeye koyulur. Musa, ne diye deliyorsun gemiyi, içindekileri boğacaksın deyince, Hızır, dayanamazsın demedim mi sana der. Musa, bir daha bir şey söylemem deyip susar. Varacakları yere varırlar ve gemiden çıkarlar. Hızır, yolda oynayan çocuklardan birini tutar, öldürür. Musa, kimseyi öldürmemiş, hem de ergenlik çağına bile gelmemiş bir çocuğa ne diye kıydın der. Hızır yine, sana dayanamzsın demedim mi deyince Musa tekrar özür getirir; bundan böyle bir şey dersem arkadaş etme beni kendine der. Bir köye varırlar; köylülerden yiyecek isterler; köylüler vermezler. Giderlerken yıkılmak üzere olan bir duvarı eliyle sıvazlar, düzeltir Hızır. Musa bunu parayla yapsaydın da bir şey alıp yeseydik deyince Hızır, artık ayrılık der; ancak yaptığım şeylerin hikmetini anlatayım sana: 

İlerde zâlim bir padişah var; yeni, kusursuz gemileri zaptediyor. Gemiyi zaptetmesin diye deldim. O çocuk, yaşarsa kâfir olacaktı; azgın olacaktı; anası babası mümindi. Onu öldürdüm, suçtan kurtardım; Allah o anaya babaya hayırlı bir evlât verecek. Duvar, yetim iki oğlanın bahçe duvarıydı; babaları temiz bir kişiydi. Duvarın dibine, onlar için para gömmüştü. Duvar yıkılsaydı paralar meydana çıkacaktı, çocukların hakları eller eline geçecekti; duvarı da bunun için düzelttim.”

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, efendisi Hazreti Şems’e hitâben şöyle buyurur: “Sen baştan başa cansın, yâhut zamanın Hızır’ı, yâhut da ab-ı hayat. Onun için de halktan gizlenmedesin.”

Nitekim bu anlatımlara göre, Hızır, mürşid-i kâmili temsîl etmektedir ki, Hasan Dedemiz, kâmil bir mürşidin her sözünün Hakk olduğunu ve onun canlı Kur’an olduğunu belirtir ve şöyle der: “Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi olan ve onun hâline bürünmüş olan mürşid-i kâmil kitâbî konuşmaz, hitâbî konuşur; yâni ezbere konuşmaz, onun bütün vücudunu Sevgilisi sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Kur’an onunla dile geldiği için o, canlı Kur’an’dır. Kalbi yani gönlü, Allah’ın evidir. Onu seyretmek Hakk’ı seyretmektir, Hakk’ı dinlemektir. İşte Allah, o elçiden dile geliyor. Oradan tebliğler sunuyor, ama o tebliğler sana ağır geliyor, kaçıyorsun. Kaçma! O tebliğleri yerine getir ki, Hakk senden de yüzünü göstersin.”

Velhâsıl, Hazreti Mevlâna da, ‘Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir’ diyor ve ‘Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın’ diyerek bizlere nasihatte bulunuyor.

229. beyitte ise, Mevlâna, aşıkların, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içtiklerini dile getiriyor ki, bu beyit fakire, Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’ın Mevlâna hakkındaki şu anlatımını hatırlattı:

“Bu âciz kul, kırk yıl boyunca, her biri asrın ileri geleni, dehrin kendisine uyulanı, zâhir ve bâtın bilgilerinde dünyanın eşi benzeri olmayanlarından olan, verâ ve takvâda eşleri bulunmayan önder ve aşıklarla birlikte Mevlâna’nın huzurunda geceyi gündüze, gündüzü geceye kattık ve yedi seyyâre gibi kendi kutbu etrafında başsız ve ayaksız bir vaziyette döndük. Hayret odur ki: Benim gibi ikibin aşıkı derdinden öldürdü de parmakları kimsenin kanından kirlenmedi.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVII

“Dünyanın kirini ancak aşk yıkar, temizler.” Hasan Çıkar Dede

207. Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.

208. Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.

209. Kuyumcu, “Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür.

210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler.

211. Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.

212. Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor mu ki benim kanım uyumaz!

213. Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zâyî olur?

214. Duvar gerçi uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.

215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.

216. Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O câriyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.

217. Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.

218. Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.

219. O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sakîlik eder.

220. Onun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular.

221. Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.

Hasan Dedemiz, “Her kim, dünya üzerinde kibirle başı dik olarak yürüyorsa, bilsin ki hakikatte yerin bin kat altındadır; her kim de, dünya üzerinde tevazû ile başı eğik olarak yürüyorsa, bilsin ki hakikatte gökyüzünün de üstündedir” diye buyurur.

Abdülbâki Gölpınarlı, 208. beyitte geçen tavus kuşu teşbihi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Bir halk inanışına göre tavus kuşu, yılanla beraber cennet bekçisiymiş. Şeytan cennete bunları sokmuş. Şeytan da önce Havvâ’yı, onun vasıtasıyla da Âdem Peygamber’i kandırıp yenmemesi buyurulan ağacın meyvesini yedirmiş. Tanrı, yılana, ölümün insan elinden olsun; insanlar topukları ile başını ezsinler demiş. Tavus kuşunun da ayaklarını çıplak bırakmış; ayaklarını görünce eski hâlini hatırla da feryâd et demiş; bu ikisini, Âdem ve Havvâ ile beraber cennetten sürmüş. Şimdi her tarafı süslü püslü olan tavus, güzelliğiyle övünür, salınırken gözleri ayaklarına değince ‘Ah’ der, feryâd edermiş.”

Bu dünya yaşamımızda, sadece insanlara değil, dünya üzerindeki tüm varlıklara, ne ikrâm edersek dönüp bize geri geleceğini ve dünyanın hakikatte bir sırat köprüsü olduğunu belirten Hasan Dedemiz, “Bizler sırat köprüsünü devamlı geçmekteyiz” der, “Hakikatte kıldan ince, kılıçtan keskin denilen; kırk sene düzlük, kırk sene yokuş, kırk sene inişli sırat köprüsü, bu dünyadır. İnsan, isterse Tanrı’ya uyar, isterse İblis’e uyar. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Tanrı’ya uymak huzur verir. Açıkça bilinsin ki, zulüm yüklenen mutlaka hüsrâna uğramıştır.”

İnsan, tevhîd bilincine ulaştığı takdirde; Mevlâna’nın, 214. beyitte, ‘Duvar gerçi uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder’ diye buyurduğu üzere, bütün suretlerin ardında zuhurunu gösteren o kudretin Yaratıcı olduğunu görür, anlar ve ona göre bir yaşam sürmeye gayret eder. Kimseyi incitmemeye, kimseyi hor görmemeye, kimsenin hakkına girmemeye özen gösterir. Çünkü o incittiğimiz de, hor gördüğümüz de, hakkına girdiğimiz de hakikatte Allah’tır. 

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de Bakara sûresinin 156. âyetinde, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn – Biz Allah’ınız, yine gerisin geriye ona döneceğiz” diye buyrulmaktadır.

Pîrimiz Mevlâna’nın babası Sultan’ül Ulemâ Hazretlerine, “Yolculuk nereye?” diye sorduklarında, şu cevabı vermiş: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Âdem’den geldik, Âdem’e gidiyoruz.”

Hasan Dedemiz şöyle der: “Bizim yolculuğumuz insandan insanadır. Hazreti Muhammed’imizin yolu sevgi yoludur, aşk yoludur. İnsandan insana yol alalım, insana layık bir yaşam sürelim. Kalplerin mumlarını yakalım!”

Velhâsıl, ’Ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez. Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur’ diyor Mevlâna ve daima aşkı seçmemizi ve aşkta yaşamamızı tavsiye ederek şöyle buyuruyor, ‘O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sakîlik eder. Onun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen ‘Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur’ deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.’

Rubai:

“Aşk geldi, kan gibi damarlarıma, derime doldu. 

Beni benden aldı, varlığımı sevgiliyle doldurdu. 

Kısaca; bana benden kalan bir ad; ancak ötesi hep o…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVI

“O seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır.” Mevlâna

195. O garip kişi (kuyumcu) yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü.

196. Tarâz mumunun başı ucunda yanıp yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikrâmla iletti.

197. Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.

198. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan, o câriyeciği bu tacire ver;

199. Ki visâliyle iyileşsin, visâlinin suyu o ateşi gidersin.”

200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştâkını birbirine çift etti.

201. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle kız da tamamiyle iyileşti.

202. Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.

203. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti.

204. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.

205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir, Onlar nihâyet bir âr olur.

206. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve âr olsaydı, tamamiyle çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hâl gelmeseydi.

Abdülbâki Gölpınarlı, 196. beyitte geçen Tarâz mumu ile ilgili şu bilgiyi vermektedir: “Tarâz, Çin sınırlarında bir şehir ve Bedâhşan’da bir il adıdır. Hem o şehrin, hem bu ilin güzelleri pek çok olduğundan doğu klâsik edebiyatında güzeller, çevreyi ışıtan Tarâz mumuna benzetilir. Aynı zamanda misk’in en makbûlünün de Tarâz’dan geldiği söylenir.”

Mevlâna, “Eğer sen Hakk yolunda yürürsen, senin yolunu açarlar, kolaylaştırırlar. Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. Benlikten kurtulur, alçak gönüllü olursan, o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın. İşte o zaman seni, sensiz, sen olmaksızın sana gösterirler” diye buyurur.

Hekimin, yâni kâmil mürşidin de maksadı, aslen Tarâz mumu gibi olan müridin özündeki gerçek varlığını göstermekti. Fakat müridin bunu görebilmesi için dünyevî heves ve isteklerden arınması gerekmekteydi.

Hasan Dedemizin, “Nefsle karışık aşk insanı zillete, Allah’la karışık olan aşk, devlete götürür” diye buyurduğu gibi; Pîrimiz Mevlâna da bizlere şöyle seslenir: “Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır!.. Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bakî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar! Kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın!”

Kâmil mürşidin mucizevî nefesi, yâni sohbetleri, Yusuf’un gömleğinin kokusu gibidir; o kokuyu alan müridin gözlerinden körlük gider; o koku, müridin gönlüne hayat gibi tesir eder, gözünü bağlayan tüm hayallerden kurtulur.

Nitekim hikâyede, ‘hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı; kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.’

Abdülbâki Gölpınarlı, 205. beyitin tefsirinde buyuruyor ki: “Bir renk ucundan meydana gelen aşk, geçici aşktır; gerçek aşka dönüşmezse, sevgilinin güzelliğinin geçmesi, yaşlanması, çirkinleşmesi yüzünden o aşk da söner gider; yahut sevilen kişiyle buluşma yüzünden sahibine bir ayıp, bir suç olur ve o da geçer gider, vebâli kalır.”

“Şekle dayanan her şey, bir gün şeklini kaybeder. İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur” der Hasan Dedemiz.

Mevlânamızın da buyurduğu gibi… “Çalış da taşlığın azalsın, la’l ol da taşın nurlansın. Savaşmada, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul. Sendeki taşlık sıfatı azalsın, la’l sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamiyle kulak ol da sana la’l küpe takılsın.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXV

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi.

182. Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdâr etti.

183. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: Bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.

184. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbiseyle aldat!”

Padişah, hekimde bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifâyetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, “Ey insan! Bana yaklaş da seni bundan daha güzel bir hâle getireyim. Kâmil bir insan hâline getireyim. Ben gussayı, derdi neşe hâline getiririm, yolunu şaşırmışları doğru yola götürürüm. Ben kurdu Yusuf yaparım, zehiri şeker hâline sokarım. Ey gül bahçesi, ey gül bahçesi! Reyhanları, nilüferlere arkadaş ederim. Gel benim bahçeme de benden gül al!” diye buyurur.

“Kâmil mürşid, hakikaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir; fakat bu kudreti, şuna buna kerâmet göstermek için kötüye kullanmaz, yeri geldiğinde, yerinde sarfeder” der Hasan Dedemiz, ”Kâmil insan, büyük bir enerji kaynağı gibidir. Ona sevgiyle temas eder etmez, ondaki lütûf enerjisi haberimiz olmadan bize geçmeye başlar. Bu lütûf enerjisi, ahlâkımızda bize yaramayacak, ne gibi kirler varsa, onları yavaş yavaş, hattâ haberimiz olmadan temizler. Biz o kudreti annemiz olarak tanıyıp, onun kucağına atıldıktan sonra, o da bizi elbette evlat olarak bağrına basar ve yüzümüzdeki, gözümüzdeki kirleri, bir anne şefkati ile, hattâ ondan da daha hudutsuz bir şefkatle temizler.”

Nitekim, hikâyenin bu bölümünde, kâmil mürşid olan hekim, halayığın derdini iyileştirmek, yâni müridin nefsindeki kirleri temizlemek ve gönlünü kaptırdığı dünyevî heveslerden vazgeçirmek üzere, padişahtan kuyumcuyu Semerkand’dan çağırmasını isteyince padişah, onun bu nasihatini candan gönülden kabul etti ve ehliyetli, kifâyetli ve âdil iki elçiyi Semerkand’a gönderdi.

Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması.

186. O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.

187. Dediler ki: “Ey lütûf sahibi üstâd, ey marifette kâmil kişi! Övülmen şehirlere yayılmıştır.

188. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zirâ pek büyüksün, pek kâmilsin.

189. Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.

191. Adam, neşeli bir hâlde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah, canına kastetmişti.

192. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!

193. Ey yüzlerce râzılıkla sefere düşen ve bizzât kendi ayağıyla kötü bir kazaya giden!

194. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrâil “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

İki elçi, müjdeyi vermek üzere Semerkand’a geldiler, kuyumcuyu buldular ve onu türlü övgülerle yücelttiler, gururunu okşadılar. Zirâ, övülmek ve yüceltilmek nefsin hoşuna giden şeylerdendir; fakat bir diğer taraftan da insanı gurura ve benliğe sürükleyebilir.

Nitekim, bir kudsî hadîste, “Sizi övenlerin suratlarına toprak saçın” diye buyrulmaktadır.

“Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur. Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür. Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur” der Hazreti Mevlâna, ve “Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fanî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!..” diye buyurur.

Velhâsıl, elçiler, kuyumcuya ‘Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun’ dediler. Kuyumcu, onların vaad ettikleri makama, altına ve gümüşe tamah edince, aldandı ve ‘arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!’

Mevlânamız yine der ki: “Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir. Tamah, huyu fitne olan bir hırsızdır; hayal gibi her an bir surete bürünür. Onun hilesini Allah’tan başkası bilemez. Allah’a sığın da o alçaktan kurtul!”

Hasan Dedemiz bir şiirinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…

“Bu can tenden gitmeden, kendi kendini seçmek gerek. 

Karanlık gelip çökmeden, gönül ışığını açmak gerek. 

Yalanla Allah’a varılmaz, benlikle menzil alınmaz, 

Riyâyla gerçek bulunmaz, bütün varlıklarından geçmek gerek. 

Bilerek söyle sözünü, aşk ateşiyle yak özünü, 

Açmak için can gözünü, gerçek eri seçmek gerek. 

Hakk’a giden yolu tanı, ara da bul ârif canı, 

Muhabbet gülü gülşânı, gonca iken biçmek gerek. 

Aşık Hakk’ı bilir, ilham mürşitten gelir, 

Vurursan kapı açılır, çalışıp da açmak gerek…”