MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXI

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız…” Hasan Dede

Yurdu olmayan padişahlar padişahı can, bak, bütün bedene nasıl tesîr etmiştir.

Tabîatı, soyu sopu hoş aklın lütfu da, bak, bütün bedeni nasıl müeddep bir hâle getiriyor.

2825. Kararı, sükûnu olmayan şûh ve şen aşk da bütün bedeni nasıl cünûna sürüklüyor.

Kevser gibi olan deniz suyunun letâfeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.

Usta hangi hünerde tanınmışsa, hangi hünerle şöhret bulmuşsa çırağı da o hünerde ilerler, o hünerde meşhûr olur.

Usûl ilmini bilen üstâdın yanında zihni çevik, istidâtlı talebe usûl okur.

Fakîh üstâdın yanında ise usûl okumaz, fıkîh tahsil eder.

2830. Nahîv üstâdının talebesi nahîv üstâdı olur.

Hakîkat yolunda mahvolan üstâdın talebesi ise üstâdının sâyesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir.

Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.

Bedenler, bu dünyaya aittir, yâni fânîdir; fakat onu diri tutan can, her zaman bâkîdir ve mânânın ta kendisidir.

Aslı ve tabîatı lâtif olan akıl ise, zâhire tesîr ederek insanı mânâya doğru çeker.

Kararı ve sükûnu olmayan aşk da, selâm olsun üzerine, mürşidim Hasan Dede’nin buyurduğu üzere, “Akıllıyı deli, deliyi de akıllı eder.”

Şeyh Gâlib Hazretleri de, selâm olsun üzerine, bir şiirinde şöyle seslenir:

“Kevser-i ateş nihâdın adı aşk,

Düzâh-ı cennet nümânın adı aşk,

Bir lügat gördüm cünûn isminde ben,

Anda hep cevr ü cefânın adı aşk.”

Nitekim Fütûhat-ı Mekkiye’de şu menkîbe anlatılır:

Hazreti Süleyman zamanında, mescidin kubbesinde uçan bir kırlangıç, dişisine seslenir: “Emret, şu kubbeyi Süleyman’ın başına yıkayım!”

Kuş diline vâkıf olan Hazreti Süleyman bu sözü işitince kırlangıcı huzûruna çağırtıp, “Bu söylediğin söz nasıl bir sözdür?” diye sorar.

Kırlangıç cevâben der ki: “Yâ Süleyman, ben o dişi kuşun âşıkıyım, bu söz aşkın lisânıdır, beni mazûr gör!”

Hazreti Süleyman kırlangıcın bu cevabı üzerine tebessüm buyurur ve onu âzad eder.

Yüce Pîr Mevlâna’nın yukarıdaki beyitte buyurduğu gibi… “Kevser gibi olan deniz suyunun letâfeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.”

“Her ikisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahman, 22)

“Usûl ilmini bilen üstâdın yanında zihni çevik, istidâtlı talebe usûl okur. Fakîh üstâdın yanında ise usûl okumaz, fıkîh tahsil eder. Nahîv üstâdının talebesi nahîv üstâdı olur. Hakîkat yolunda mahvolan üstâdın talebesi ise üstâdının sâyesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir. Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.”

“Aşk bir yokluk denizidir. O denize kavuşan her damla damlalıktan çıkar, deniz olur” der Hasan Dede ve şöyle buyurur: “Bir insanın öğrenmesi gereken en yüce bilgi yokluk bilgisidir. Hakk’ın güzelikleri bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak. Hakk’ın büyüklüğünü, güzelliklerini kendi içimizde seyretmek. Başka bir yerde değil!.. Çünkü bir insan ancak kendisini yokluğa verdiğinde Hakk’a ulaşır, huzûra erer ve Hakk ile yaşamını sürdürdüğü takdirde son nefesinde tekrar aslına döner.”

Şiir:

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız, 

Kendimizden geçmişiz, yok olmuşuz fakat, 

Akılların sahibi ve varlığın kaynağıyız. 

Biz güneşten ayrı değiliz, yalnız bir örtüyle gezeriz. 

Bize gerçek imanla teslîm olan herkese, 

Gün gelir bu örtüyü çekeriz. 

Biz sevginin türlü görünümlerinde, 

Güneşin şuâları gibi yansıyan, 

Tüm gamları kederleri mutluluk yapan, 

Âb-ı hayat kaynağının sahibiyiz. 

Âb-ı hayatın kendisiyiz ey güzel dost, 

Gözlerime derinden bir bak da gör, 

Sana senden yakın olan tek kişiyim ben. 

Aşka koş, aşka sarıl, aşka düş…”

Hasan Dede

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXII

“Gam ve keder halk-ı cihanındır, aşıkta gam keder neyler?” Şeyh Gâlib

Ey doğruların medâr-ı iftihârı! Doğrulukta bulun. Ey başköşe! Ben senin kapında eşiğim. 

Mânâ âleminde başköşe nerde, eşik nerde? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerde?

Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!

1780. Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.

Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.

Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umûmiyetle bir can hâline gelirler, sonunda da sevgiliye müstâğrak olurlar.

Hülâsa söylediklerimin hepsi vardır. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!

Ten gözü seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi?

1785. Gama, neşeye merbût olan gönüle, onu görmeye lâyıktır, deme!

Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki âriyet vasıfla yaşar.

Hâlbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var!

Aşıklık bu iki hâlden de daha yüksektir; baharsız, hazansız ter ü tazedir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Sen bizimle beraber olunca, hakîkati görürsün. Yalnız dudaklarınla değil, gül gibi bütün bedeninle gülmeye başlarsın. O zaman ayaklarındaki dünyaya ait istek bağları çözülür, hayrete kavuşursun ve her şey sana apaçık gösterilir” diye buyurur.

Hasan Dede, selam olsun üzerine, aşıka göre başköşenin sevgilisinin yanı olduğunu söyler ve şu menkîbeyi anlatır:

“O devirde, halk, Mevlâna’yı Şems’ten ayırmak istiyorlar, bir medrese meydana getirmişler. Mevlâna’ya haber gönderiyorlar, gelsin açılışını yapsın. İllâ bir sebep bulacaklar. 

Mevlâna, Şems’e diyor, ‘Kalkın efendim, davetliyiz.’ 

Şems, ‘Davetli olan sensin, beni ne diye davet ediyorsun’ diyor. 

Mevlâna, ‘Ama sen biliyorsun ki, ben sensiz gitmem’ diyor. 

‘Peki…’ Kalkıp gidiyorlar.

Mevlâna, açılışı yapıyor, hayır duası ediyor, sonra ‘Bize müsaade biz gidelim’ diyor. 

‘Yok’ diyorlar, ‘bizim birkaç sorumuz var. İçeriye buyurmaz mısınız?’ 

Şems diyor, ‘Sen git, ben burda otururum.’ 

Nerde oturdu Şems-i Tebriz… medresenin kaldırımında. Bakın, yerde oturuyor.

Mevlâna giriyor içeriye, ‘Nedir sorunuz?’ diyor. 

‘Sorumuz’ diyorlar, ‘Baş köşe neresidir bir evin içinde?’ 

Cenâb-ı Mevlâna, ’Birincisi, bir evsahibi nereye oturursa, oraya baş köşe denir. İkincisi, bir Ulemâ, bir bilgin nereye oturursa, oraya da baş köşe derler. Üçüncüsü ise,’ diyor, ‘Sevgili nerdeyse orası baş köşedir.’ Fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna.

Sevgilisinin yanı baş köşe…

Mânevî aşk ne beden bırakır, ne akıl bırakır. Aşık olan kişide tamamen kendi varlığını gösterir. Bu kişinin nazârında dünya bir rüya âlemidir, hiçbir bekâsı yoktur. Onun bekâ âlemi ancak sevgilisinin yanıdır, diğer taraflar hep boştur.”

Kasîde:

“Bize Hakk yolunda ‘biz’siz olarak bir yolculuk nasîb oldu. O yolculukta ‘biz’siz olduğumuz için gönlümüze bir ferahlık geldi. 

Daima bizden gizlenen o gerçek sevgili, o ay yüzlü güzeller güzeli, orada ‘biz’siz olarak yanağını yanağımıza koydu. 

Biz o dostun gamı ile can verdik de onun gamı, bizi, bizden kurtardı, ‘biz’siz olarak doğurdu. 

Biz her zaman aralıksız şarap içmeden mest olanlardanız. Biz daima ‘biz’siz olarak neşelenir, mânevî zevkler duyarız. 

Siz sakın bizi yâd etmeyin, buna lüzum yok. Çünkü biz ‘biz’siz olduğumuzdan kendimiz rüzgâr kesilmişiz de her yerde eser dururuz. 

Biz ‘biz’siz kalıyoruz da, her zaman sevinç içindeyiz, mutluyuz. Bu sebeple daima ‘biz’siz olalım, ‘biz’siz kalalım diyoruz. 

Kapıların hepsi de yüzümüze kapanmıştı. Biz, bizden kurtulunca, kapıların hepsi de açıldı.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXVIII

Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları.

363. Yüzbinlerce Hıristiyan, azar azar onun etrafına toplandı.

364. O, onlara gizlice İncil’in, zünnârın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.

365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat  bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.

366. Bunun için bazı ashâb, Peygamber’den, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar;

367. “Nefs, ibâdetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.

368. Peygamber’den ibâdetin fazîletini ve sevâbını arayıp sormazlar; “Apaçık ayıp hangisidir?” diye kötü huyları sorarlardı.

369. Gülü, kerevizden ayırırcasına kılda kıla, zerreden zerreye nefs hilesini tanır, bilirlerdi.

370. Ashâbın kılı kırk yaranları, umûmîyetle o vâize ve beyâna hayran olurlardı.

Geçmiş devirlerde olduğu gibi, günümüzde de bazı din adamları, menfaatleri doğrultusunda, ve yâhut kendileri de bilmediklerinden, halkı cennetle kandırıp cehennemle korkuturlar. Öyle ki, namaz kılan, kılmayanı; oruç tutan, tutmayanı hor görür, hattâ dinsiz ve kâfir ilân eder. Ve ‘Allah yakıcıdır’ derler, hâlbuki Allah ateşiyle değil, nuruyla yakıcıdır. Cennet de, cehennemde buradadır ve insan dışında değildir. Fakat elbette insan, doğası gereği bilmediği şeyden korkar, ama hakikatlere vâkıf bir mürşid-i kâmilin sohbetiyle aydınlanıp bildikten sonra iş değişir, dikenlikler onun inâyetiyle gül bahçesi hâline gelir.

Bakın, o yüce yaratıcı Allah ne güzel buyurmaktadır… 

“İman edenlerin kalblerinde haset, öfke ve kin adına ne varsa hepsini söküp almışızdır. Onlar Rab’lerine el açıp yalvararak, ‘Bizi bu harika cennet yurduna ulaştıran Allah’a şükürler olsun! O bize yol göstermeseydi, biz doğru yolu asla bulamazdık! Rabb’imizin peygamberleri bize gerçekten de hakikati bildirmişlerdir!’ diyecekler. Ve onlara şöyle nidâ edilir: ‘İşte çabalarınızın karşılığı olarak size bahşedilen cennet, budur!” (A’raf, 43)

Bu yolda en büyük çaba, insanın nefsiyle olan mücâdelesidir, başka bir şey değil.

Peygamber Efendimiz, “Şüphe yok ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır” diye buyuruyor. Peki hangi kılıçların gölgesi altındadır?.. Yine Peygamber Efendimizin bir hadîsine kulak verelim… “Cennet, insanın nefsine ağır ve güç gelen dertlerde; cehennem ise, insanın nefsine kolay gelen geçici lezzetlerdedir.”

O devirde bir zât Hazreti Peygamberi çok seviyormuş, bir gün dayanamayıp huzuruna çıkmış ve demiş ki: “Ben seni çok seviyorum yâ Resûlallah!” 

Peygamber Efendimiz sormuş, “Gerçekten mi çok seviyorsun? Emîn misin?”

“Evet yâ Resûlallah, emînim, seni çok seviyorum!”

Peygamber Efendimiz aynı soruyu iki defa daha sormuş, aynı yanıtı alınca şöyle buyurmuş:

“O hâlde belâlara hazırlıklı ol!”

Ne güzel söylemiş Şeyh Gâlib…

“Derd ü mihnetdir belâdır adı aşk 

Bir marazdır ibtilâdır adı aşk 

Andadır râz-ı adem sırr-ı vücûd 

Hîçdir yokdur bekâdır adı aşk 

Eylemekdir kendüyi mahz-ı recâ

Cümleden kat’-ı recâdır adı aşk 

Cân u cânândan müberrâ muttasıl 

Bir bilinmez müddeâdır adı aşk

Şimdi Gâlib bir şeh-i âlî-cenâb

Gönlümüzle âşinâdır adı aşk…” 

Hasan Dede, “İnsanın nefsindeki kirleri ancak aşk yıkar, temizler. Aşk olmayınca kötü huylar yok edilemez. İlim, bir yere kadardır; oradan öteye varan Akl-ı Küll’dür, aşktır” der. 

Fakat aşka düştükten sonra, aşıklara cennete girmek yeterli gelmez, onlar cennetin sahibini görmeyi dilerler.

İşte Hasan Dede buyurur: “İbâdet cennet yolu, aşk ise Allah yoludur. İbâdetle cennete, aşkla Allah’a gidilir. İbâdetten sonra aşkı bulamayınca Allah’a gidilmez. Aşk, cennet dâvâsı bittikten sonra başlar. Manevî varlık, bu vücutta bilinir. Burada iken, bu vücudun içindeyken, hesabı görüp aşka düşmeli.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna da, “Aşık, yaşarsa Allah için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, O’nun dileği, O’nun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir. Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü Sevgilinin cemâlinin güzelliğiyle dolmuş aydın olmuştur” diye buyurmaktadır.

Hasan Dede, Yunus Emre’den şöyle bir misâl verir:

“Bir gece Yunus Emre bir mânâ görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor. Ona, ‘Burası cennet-i âlâ’dır’ diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…” 

Hasan Dede der ki: “Ârif-i billâh olan Allah dostları hep vücutlarında ihtilâl yaptılar ve nefslerini bütün kötülüklerden arındırdılar. Peki nasıl arındırdılar? Aşkla… Bizi kurtaracak olan bir aşk imiş. Tanrı ilhâmı da ‘Evveli aşk, âhiri aşk, vesselâm’ buyuruyor ya… İllâ aşk. Aşktan başka çare yok.”

Aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. Onun dışında kalan her şey değersizdir. Hakk aşıkları için ne dünyanın ne de ahiretin bir önemi vardır, onların tek istedikleri Sevgilileridir…

Yüce Mevlana’mızın buyurduğu gibi, “Mahşeri görmek isterseniz gündüze bakın, ahireti görmek isterseniz geceye bakın. Aşığa ne mahşer gerek, ne ahiret gerek, yalnız Sevgilisi gerek…”

Kasîde:

“Hakimiz, hekimiz. Eski hekimlerdeniz. Şarabız, yanığız. Hasta gelirse sağlık cevheriyiz. Dertli gönülle gelirlerse kurtarıcıyız, nedîmiz. 

Hekimler hastası ölünce bırakırlar, ama biz bırakmayız. Çünkü biz çok keremli bir dostuz. Haydi koşun, biz yol ağzındayız. 

Bu dünya bize göre değildir, zîrâ biz cennet ehlinin nimetleri içindeyiz. Halk, ‘bu suret kalmaz’ diye yanıldı. Kimi ‘ağacım’ dedi; kimiyse ‘kuru odunum.’

Eğer ağaçların oynayışı rüzgârın ve aşkın eseriyse o hâlde biz can gibiyiz, cisim değiliz. Maden gibiyiz, gümüş değiliz. Bu rüzgârın oynayışı, yine ilâhî esen aşkın işidir. 

Sus! Sus!.. Biz hem ‘O’yuz, hem ‘Bu’yuz.”