MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVI

Yine arslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi.

971. Arslan dedi ki: “Doğru ama peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.

972. Cefâdan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nâil oldular; Tanrı onların mücâhedesini zâyî etmedi.

973. Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.

974. Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tamam sayıldı.

975. Ey ulu kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!

976. Kaza ve kaderle pençeleşmek mücâhede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.

977. Bir kimse iman ve taat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyân etmişse kâfirim!

978. Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!

979. Dünyayı arayan kişi, olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbâyı arayansa kendine iyi bir hâl aramış oldu.

980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise câizdir, emredilmiştir.

981. Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zâten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.

982. Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpûslarız. Zindanı del, kendini kurtar!

983. Dünya nedir? Tanrı’dan gâfil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.

984. Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “Ne güzel mal” demiştir.

985. Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır.

986. Mal, mülk sevgisini gönlünden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, yoksul adını takındı.

987. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti.

988. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.

989. Bütün dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şeydir.

990. Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!

991. Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”

Bir kasîdesinde şöyle seslenir Mevlâna… “Ey Hakk yoluna düşen, o yolda yoklukta mahvolan, yok olan aşık! Sen, yokluğu da geride bırak, yokluktan da yola düş; sen, onu da terket! Gönlünden başını çıkar da, gönlün tâ kendisini, özünü seyret!..”

“Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerde bahsettiği terk, son merhâledir” diyor Mithat Bahârî Beytur, “Âriflere göre dört türlü terk vardır: Birincisi, terk-i dünya; dünyayı terketmek. İkincisi, terk-i ukbâ; ahiretteki nimetleri terketmek. Üçüncüsü, terk-i hestî; kendi benliğini, varlığını terketmek. Dördünücüsü, terk-i terk; terki de terketmek, onda yok olmaktır.”

Hasan Dede, Peygamber Efendimizi ve Hazreti Mevlâna’yı örnek göstererek, onların bu yolda çektikleri çileleri ve bu çileler sonucunda kazandıkları ruhanî nimetlerle donattıkları mânevî sofrayı şöyle dile getirir: “Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yâni fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hattâ zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. Cenab-ı Mevlâna ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine baktı, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyordu; hemen içinden bir ses geldi, ‘Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emâneti bak ne hâle getirmişsin.’ İşte Mevlâna şu cevabı verdi: ‘Eğer ben bu emâneti bu hâle getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim.’ Yâni açlık dediğimiz zaman, eğer insan o açlık içinde gönül verdiği yere yönelirse gıdanın en güzelini alır. Onlar, yâni bizim büyüklerimiz, bizler için çileler çektiler, halvetler yaptılar ve bizler için çok güzel bir sofra kurdular. Peki bizlerden ne istiyorlar şimdi? Bizlerden istedikleri sadece bir gönül… Şimdi bizler mâdemki onlara gönlümüzü verdik, artık nefisimize ait hizmetlere koşamayız. Neden? Çünkü sevgilimizi incitiriz. Eğer bizler sevgilimize sunduğumuz aklımızı, gönlümüzü başka yerlere dağıtırsak işte asıl o zaman çilelerden kurtulamayız. Fakat bizler aklımızı da gönlümüzü de devamlı bir yerde tutarsak, oranın güzellikleri bizlerde yansıma yapar ve kurtuluşa erer, sonsuz huzura, hürriyete kavuşuruz.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna… 

“Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir? Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhrân kalmadı. Küfür, iman oldu, küfrân kalmadı. 

Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçti. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek olmuş… canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir. 

O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir…”

Çalışma, dış âlem için değil; yâni dünya nimetleri, mal, mülk, para için değil; çalışma, iç âlem için; yâni mânevîyat, ruhânîyet, yokluk bilgisi ve kalb huzuru için… Önemli olan dünyaya gönül vermemek, Allah’ın nazargâhı ve sahibi olduğu gönlü dünyadan temizlemektir… 

“İnsan, Allah’ı yaşatmak için gelmiştir bu âleme. Dünya nimetleri için gelmemiştir” der Hasan Dede, “İnsanın yapması gereken; gönlünde mala, mülke, dünyevî her şeye karşı ne sevgi beslemişse, onları gönlünden çıkartması, iç âlemini temizlemesi ve kendini tamamen Allah’a vermesidir. Ama bu demek değildir ki, dünyadan tamamen elini çekeceksin. Elin dünyada olacak, ama dünyayı gönlüne koymacaksın. Kazandıklarınla da yine insanlara hizmete çıkacaksın. Çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmak bunu gerektirir. O demiştir: ‘Benim dinim ahlâktır. Bir insan hiçbir ilme sahip olmasa bile, insan toplumu için yararlı fikirler üretirse, bu kişi ahlâk sahibidir, bendendir. Bir kişi de ne kadar bilgi sahibi olursa olsun insanlığı ikiliğe, fesada, kavgaya sürüklerse, o benden değildir…’ 

İnsan, bu âlemde Allah’ın halîfesidir. Allah, insana bu kadar güzellikler verdi, hattâ kendisini de verdi. Dünyayı insanın ayakları altına serdi. O hâlde bizlerin vazîfesi Hakk’a lâyık bir yaşam sürmeye gayret ederek, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmak olmalıdır. Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. Yarınlar için çalışmayanın, geleceği kayıptır…”

Nitekim, ’Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır… Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle! Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.’

Kasîde:

“Ey gönül! Bu fânî dünyaya, bu toprak yurda neden bağlanıp kalmışsın? Bu ağıldan dışarı çık; çünkü sen, can âleminin kuşusun! 

Sen, naz âleminin sevgilisisin; sen, sır perdesi altında oturanlardansın! Bu fânî yerde, ne diye oturuyorsun? 

Kendi hâline bir bak da, suret âlemine hapsolmaktan kurtul, mânâlar çimenliğine sefer et! 

Sen, kutsal âlemin kuşusun; ünsîyet, dostluk meclisinin nedîmisin! Sen, bu değersiz yerde kalırsan, yazıklar olur! 

Bu cihanda hakîki mutluluk, devlet arama; bulamazsın! İki cihanda selâmeti, ona kul olmaklığından iste! 

Aşk sözünü bırak! Zîrâ o, bir geçit yoludur, bir köprüdür! Sen, elinden geldiği kadar Allah’a kulluk et, iyi bir insan ol! 

Tebriz’in iftihâr ettiği Şems’ten ukbâ saadetini iste! Çünkü o, mânâların ön safında, mârifetler güneşidir!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXI

“Sen yaklaşınca ısıttın mı canım, ısıttın mı güneşe benzersin.

Ey uzaklardan yakın olan sevgili, gel… gel sevgilim gel.” Hasan Çıkar Dede

124. Onun (Şems’in) adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vâcip oldu.

125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!

126. “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hâllerden tekrar bir hâli söyle, anlat.

127. Ki yer gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” diyor.

128. “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten âcizim.

129. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarâfet satmaya kalkışsın- yaraşır söz değildir.

130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dâir ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!

131. Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”

132. (Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.

133. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur. ‘Yarın’ demek yol şartlarından değildir.

134. Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir.”

135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!

136. Dilberlere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”

137. O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir.

138. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.

139. Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırçıplak bir hâle gelirse ne sen kalırsın ne kucağın kalır ne belin!

140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.

141. Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!

142. Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.

143. Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak!”

Hazreti Mevlâna, “Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış” derken, Kur’an-ı Kerim’deki Yusuf sûresinde anlatılan kıssayı hatırlatır bizlere. 

Kıssada, Yusuf’un kaybolmasıyla birlikte Yâkub’un ağlamaktan gözlerinin kör olması; fakat Yusuf’un gömleği Yâkub’a götürüldüğünde, gömlekten aldığı koku ile gözlerinin tekrar görmeye başlaması anlatılmaktadır. 

Hazreti Mevlâna da, Şems-i Tebrizî’yle buluşunca, canı, kâl u belâda ezelden âşinâ olduğu Hakk’ın kokusunu aldı.

Canı, yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hâllerden tekrar bir hâli dile getirmesini, anlatmasını istedi, ki yer gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın. Yâni, onu dinleyenler de o hâllerden koku alsınlar, gözlerindeki perdeler kalksın ve bu sebeple sevince ve neşeye dalsınlar.

Fakat hem anlatmak istiyordu hem de bulunduğu yokluk âleminden çıkıp söz söylemeyi külfet olarak görüyordu ve, “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten âcizim” diyordu.

Zirâ, Hasan Dedemiz de, “Bir insan ne kadar kendini yoklukta tutarsa, o nispette Hakk’ın güzellikleri onda zuhûrunu gösterir” diye buyurmaktadır.

Hasan-ı Zarîfî bu beyitlerle ilgili olarak, “Allah yolunun tâlipleri ve hidâyet yolunun sâlikleri, Mevlâna’dan, Şems-i Tebrizî ile yapılan önceki sohbetlerin ve meclislerin hakkı için, tarîkat sülûkunun açıklanıp aydınlanması ve Rahmânî rahmetin inmesine sebep olması için o hoş hâllerden kendilerine biraz anlatmasını ısrarla istediler” diye açıklıyor.

Nitekim, Hazreti Peygamber Efendimizin, “Sâlih kimseler anıldığında, Allah’ın rahmeti iner” diye buyurduğu üzere, Mevlâna’nın büyük bir aşığı ve hayranı olan Mithat Bahârî Beytur da, Mevlâna için bakın nasıl bir dil sarfediyor ve diyor ki: “Mevlâna’nın bütün sözleri, birbirinden üstün nüktelerle doludur. Bunlardan her biri güneşten bir nur mudur? Cennetten bir parça mıdır? Baharın nurundan bir kaynak mıdır? Bilmiyorum… Fakat, o büyük ve mükemmel insanı, o Tanrı sevgilisini sevenlerin gönüllerinde şevk denizleri dalgalanır, şimşekler çakar, gök gürülder, rahmet yağmurları yağar…”

Beyitlerin devamında Mevlâna, “Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarâfet satmaya kalkışsın- yaraşır söz değildir” diyor ve “Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dâir ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!” diyerek, bu ciğer kanıyla dolu ayrılık hikâyesinin şerhini başka bir zamana bırakmak istiyor.

Hasan-ı Zarîfî, “Aşk aşıklarının ve Allah sarhoşlarının her ettiği söz, tekellüf ve anlamsızlıktan uzaktır. Zirâ, onların sözü laf olsun diye söylenmemiştir, her hâlde insan kelâmından daha yücedir, çünkü onlar kendi benliklerinden konuşmazlar, Allah tarafından, ‘benimle konuşur’ hadîsi mûcibince konuşurlar” der ve “Ey âlemin biriciği ve ey insanoğlunun hülâsası! Bu sözü can kulağıyla dinle” diye seslenir, “Aşk akılsızlığı ve Allah muhabbetinin sarhoşluğu bin akla değer, âlemin bütün akıllılarından daha güçlüdür…Mevlâna, ‘başka bir zamana bırak’ derken, buradaki zamanla kastedilen istiğrak zamanıdır, başka bir vakitten kastedilen de akıl dairesine iniş zamanıdır.”

Nitekim Hasan Dedemiz de buyurur ki: “Allah aşıkları, bir devre gelir ki hiçbir şey bilmez olurlar. Bilgiyi ‘Bilen’e, yâni asıl sahibine teslim etmişlerdir de onun için böyledirler. Onlar, başkalarının gözünde ahmak ve anormal görünebilir ama aslında normal olan odur, çünkü o artık Allah bilgisine sahip olarak başkalarının yetişmesine sebep olacaktır. Bu hâle, istiğrâk, yâni Allah aşkının coşkusuyla kendinden geçme hâli denir. O, başkalarını yetiştirmeye başlayınca fark hâline gelir, yâni birlik âlemine gelir. Aşıkların istiğrâk hâlinde kalması iyi değildir. Onların o hâlden uyanıp gittikleri yere bizi de götürmeleri lâzımdır. Çünkü o hâl, ancak kendilerini kurtarır. Bu lütufa nâil olmuş bir insan o nimetten bizi istifâde ettirmiyorsa, onun ahlâkı ‘kerîm’ yâni cömert değildir. Öyle bir insanın hâli noksanlıktır. Allah’ta fânî olan insan, o zevki bırakıp bizim seviyemize inecek ki bizi kurtarabilsin.”

Pîrimiz Mevlâna, “Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sâkilik eder. O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen ‘Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur’ deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir” der.

Ve böylece bizleri, ‘sûfî vaktin oğludur’, bugünün işini yarına bırakma, diyerek uyarır ve her boş geçen vaktin keskin bir kılıç olduğunu belirtir. Zirâ, ömür çabucak geçip gidiverir. Peygamber Efendimizin, “Dünya bir andır, onu tâatle geçir” diye buyurduğu üzere, insan kendisine bahşedilmiş olan değerli ömrü zâyî etmemelidir.

Mevlâna, Sevgilinin, yâni Hakk’ın, söylenmesi istenilen sırlarını, dinleyenin idrâki miktarınca anlayabilmesi için, hikâyelerle perdeleyerek dile getirir ki, aksi takdirde, buyurduğu üzere, ‘O apaçık soyunur, çırçıplak bir hâle gelirse’ ne sen kalırsın ne kucağın kalır ne belin!.. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur. Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!..”

Yazmış olduğu hicâz makâmındaki âyin-i şerifin şu iki mısrasında ne güzel söyler Hasan Dedemiz…

“Sen yaklaşınca ısıttın mı canım, ısıttın mı güneşe benzersin.

Ey uzaklardan yakın olan sevgili, gel… gel sevgilim gel.” 

Ve beyitlerin devamında ise, Pîrimiz Mevlâna, ‘Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme’ diyerek, Abdülbâki Gölpınarlı’nın görüşüyle, Şems-i Tebrizî’nin şahâdetini, yâni tanıklığını, arz eder.  

Bu beyit, Bakara sûresi, 30. âyeti çağrıştırmaktadır: “Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halîfe yaratacağım demişti. Demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan tenzîh etmede, seni kutlamadayız ya; Ben, sizin bilmediğinizi bilirim demişti.”

Rubai:

“Ayna gibi olan şu gökyüzü, dönüp durdukça, aşkın gönlünden kan dalgaları coşup kabarmaktadır. 

Kan dalgaları, bir gün geliyor görünüyor, bir gün geliyor görünmüyor; fakat gönlün içindeki dalgalara gece ve gündüz sükûnet yoktur.”