MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVI

Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfâr eylemesi.

Kadın, onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.

2390. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.

Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.

Cismim, canım, neyim varsa senindir; hüküm de senin, fermân da!

Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.

Sen, bana dertli zamanlarda devâ oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.

2395. Canın için bu, kendim için değil. Bu ağlayış inleyiş hep senin için.

Ben, Tanrı hakkıyçin varlığımı her nefeste huzurunda fedâ etmek isterim.

Canım sana kurban olsun… Ne olurdu ruhun, buna vâkıf olsaydı.

Fakat sen, hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.

Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de.

2400. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu hâlde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.

Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.

O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.

Bu kul, sana tâbîdir; gönlü senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi ‘Pişir, hazırla’ dersen, hemen ‘Pişti, yandı bile’ derim.

Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı…

2405. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbî oldum.

Senin şahane huyunu takdîr edemedim. Huzuruna küstâhça eşek sürdüm.

Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirâzı bıraktım.

Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!

Acı ayrılıktan dem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!

2410. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.

Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.

Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”

Daha önceki bölümlerde, Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzeterek şöyle buyurduğunu kaleme almıştık; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”

Yunus Emre der ki, selâm üzerine olsun; “Kim nefsine hâkim olmuşsa bu âlemde, bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.” 

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, Uhud Savaşı’ndan dönerken sahâbesine, bu savaşın küçük bir savaş olduğunu, asıl büyük savaşın bundan sonra başlayacağını ve büyük savaşın da görünmeyen düşman olan nefsimizle savaşmak olduğunu buyurduğu üzere, Hakk yolunda asıl dava, nefsle mücâdeledir. Çünkü nefsimiz bir an dahî bizi bırakmaz, her an tuzaklar kurar ve hep o gâlib gelmek ister. 

“Bu yol ne kadar kolaysa, o kadar da zordur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun ve tasavvuf yolunu demirden leblebi çiğnemeye benzeterek şöyle buyurur; “Tasavvuf yolu, demirden leblebi çiğnemektir. Nohudu dişsiz adam da çiğner. Ağzında iki üç gün tutar, yumuşatır, damağı ile ezer gider, ama demiri ezemez. Midesinde asit olması lâzım ki onu eritsin. Asitten maksat, aşktır; büyük aşk olacak ki o demir leblebi çiğnensin.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Nehc’ül-Belâga’da, Allah’ın yardımıyla nefsine gâlib gelen kişinin vasıflarını bakın nasıl anlatmaktadır…

“Ey Allah’ın kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl parıl parlamaya, gönlünü ışıtmaya başlamıştır; konaklayacağı gün için de konukluk azığını hazırlamıştır. Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da, izlerin sonunu, görmüştür; anmıştır da, hayır işleri, çoğaltmıştır. 

Tatlı, duru suyu kana kana içmiştir de ırmağın su içilecek yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla başbaşa kalmıştır. 

Körlük sıfatından çıkmıştır; heves ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, aşağılıklar kapılarına kilit hâline gelmiştir. Gittiği yolu görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl parıl parlar durur; her kendisine baş vurana cevap vermekte, her parça buçuğu aslına ulaştırmakta, kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için işlerin en yücesine adamıştır. 

Karanlıkların ışığıdır o, şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. Özünü, işini gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; Allah da ona ihlâs nasîb etmiştir. O, Allah dininin mâdenlerindendir; Allah’ın yerinin direklerindendir. Kendisine adâletle muâmeleyi gerekli kılmıştır; adâletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; onunla da amel eder. 

Hayır için bir sınır yoktur ki oraya varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya konar…

Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan eylesin.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXV

“Alalı sırrı Ali’den tutuşur bağrı yanar. Ayrılıklarda yananlar acaba neyle kanar? ‘Erinî’ derken o cânâna hep eczâsı kanar. Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlâ’nâye!” Yaman Dede

Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.

Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vaaz eden ölü bile olsa söyler.

2375. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.

Kapımdan içeri nâmahrem girince harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.

Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeleri açarlar.

Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.

Çengin zîr ü bem nağmeleri, nasıl olur da sağır kulak için terenüm edilir?

2380. Tanrı, miski beyhûde yere güzel kokulu yapmadı? Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.

Hakk, yeri, göğü yaratmış, aralarında da birçok nur ve nâr yüceltmiştir.

Bu yeri, yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin yurdu yapmıştır.

Aşağılık kişi, yükseğin düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar.

Ey kapalı, örtünüp bürünmüş kadın, sen hiç kör için süslendin mi?

2385. Dünyayı en değerli incilerle doldursan nasîbin yoksa ne yapayım?

Ey kadın, kavgayı, darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak!

Ben, iyiyle, kötüyle, kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşmak şöyle dursun; gönlüm barışlardan bile ürkmekte.

Susacaksan ne âlâ; yoksa öyle bir iş yaparım ki şu anda hemen kalkar, evimi barkımı bırakır giderim.”

Bir söz vardır, derler ki: “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma.”

Nitekim Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “İnsanlara akıl seviyelerine, istidât ve durumlarına göre hitâb ediniz.”

Yüce Pîrimiz Mevlâna da, selâm üzerine olsun, rebabın sesinden misâl vererek der ki: “Benim rebabımın sesi, Hakk âşıklarına cennet kapılarının açılış sesi, kaba sofulara da cennet kapılarının kapanış sesidir.”

Ve bir kasîdesinde ise şu beyitlerle seslenir bizlere…

“Hiç biliyor musun? Rebab ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlere ne söylüyor?

Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?

Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.”

Zîrâ, “Yüsebbihu li’llâhi mâ fi’s semâvâti ve’l ard – Yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah’ı zikretmektedirler” (Teğâbun, 1) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere, ‘Hakk, yeri, göğü yaratmış, aralarında da birçok nur ve nâr yüceltmiştir. Bu yeri, yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin yurdu yapmıştır. Aşağılık kişi, yükseğin düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar.’

Kasîde:

“Üç telli sazı çal. Ben birliğe ulaştım. İkilikte bulunma, ya rehâvî perdesinden çal, ya kurtuluş perdesinden ezgiler söyle.

Senin zîr ü bem perdelerin olmasa, o perdelere vurmasan gamlara dalıyoruz; neyde nevâ makâmını bul da şu sesi üfür: Feryâd sessizlikten, nağmesizlikten.

Irak makâmındaki ezgi, bu ayrılığın dermânıdır; sen söz söylemeden gönlü alır, götürürsün, fakat nereye götürürsün, nereye kadar iletirsin?

Ey padişahların bildiği, tanıdığı güzel, canımızı ısfahân perdesinden okşa, âşinâlık yoluyla sor hâlimizi hatırımızı.

Sarhoş dostların meclisine zengûle makâmından ezgiler düzerek git, işi sonuna getir, niceye dek bu vesvese bu ağır davranış?

Doğru sözlü, doğru işli dostsan rast makâmından çal ki hicâza gelesin.
Uşşâkı hüseynî perdesinden topla, bûselik, mâye perdeleriyle gönüller aç.

Senden dügâh istiyorlar, sen çârgâhtan söyle; sen bu yerin bu yurdun mumusun, ışığısın, a güzelim. Ne de hoş çalmadasın, ne de hoş söylemede.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIV

Herkesin hareketi, görüşü, bulunduğu makâma göredir. Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur.

2360. “Ebûcehil, Ahmed’i görüp, ‘Benî Hâşim’den çirkin bir çehre zuhûr etti’ dedi.

Ahmed ona dedi ki: ‘Haddini tecâvüz ettinse de doğru söyledin.’

Sıddık görüp, ‘ Ey güneş! Ne doğudansın, ne batıdan. Lâtif bir surette parla, âlemi nurlandır’ dedi.

Ahmed dedi ki: ‘Ey azîz, ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.’

Orada bulunanlar, ‘Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin… Neden?’ diye sordular.

2365. Peygamber, ‘Ben, Tanrı eliyle cilâlanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sureti görürler’ dedi.

Kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan, bu kadınca arayıştan yüksel!

Kanaate dâir söz söylemek, tamaha benzer ama hakîkatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer?

Sende bir iki günceğiz yoksulluğu sına da yoksulluktaki iki misli zenginliği gör.

Yoksulluğa sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Tanrı’nın yüceliği yoksulluktur.

2370. Sirke satma da kanaat yüzünden bal denizine gark olmuş binlerce can gör.

Yoksulluk acılığı çeken yüzbinlerce cana bak… Gül gibi gülbeşekere karışmış, o lezzetle lezzetlenmişler.

Âh yazık; sende kavrayacak kâbiliyet olsaydı da, canımdan gönül şem’ası zuhûr etseydi!

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Sen o kötülüğü en güzel olan şey ile defet. Biz onların neler ile vasfeder olduklarını daha iyi biliriz.” (Müminûn, 96)

İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, der ki: “Asabîyete ve isyâna ait ne varsa, hepsi benim ayaklarımın altındadır. Asabîyet ve öfke padişahlara hükmeder, bana ise esirdir.”

Nitekim, bir menkîbede İmam Ali Efendimizden şöyle rivâyet edilir:

Bir gün İmam Ali yolda arkadaşıyla giderken, karşılarına çıkan bir adam, İmam Ali’ye hitâben, “Esselâmu aleyküm ey Allah’ın ayısı” diyor. 

İmam Ali de dönüp o adama, “Ve aleyküm selâm yâ Allah’ın Ali’si” diye karşılık veriyor. 

Yanındaki arkadaşı duraklıyor, içinden Allah Allah diyor ve Hazreti Ali’ye dönerek, “Yâ Şâhım çok lâtif bir cevap verdin. Karşı taraf sana hakarette bulundu, sana ayı diye hitâb etti, ama sen ona yine Ali diye hitâb ettin, bu nasıl olur?” 

Hazreti Ali cevap veriyor, diyor ki: “Âh kardeşim, insan insanın aynasıdır. O kendi kimliğini bende gördü, ben de kendi kimliğimi onda gördüm; ben bir aynayım; o bana ayı dedi, ben de ona Ali dedim, geçtik gittik.”

“Rahman’ın has kulları; o kimselerdir ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhiller kendilerine lâf attıkları zaman “Selâm” der geçerler.” (Furkân, 63)

Mürşid-i kâmiller de saf aynadırlar, karşılarında duranların rengini yansıtırlar.

Hasan Dede’nin, selâm üzerine olsun, buyurduğu gibi…

“Hazreti Muhammed’i kendisine bende etmiş kâmil mürşidlerin gönülleri aynaya benzer. İnsanların ve bütün varlıkların varoluşları, o aynanın önünde durdukları müddetçedir. Aynanın rengi yoktur; onun rengi, karşısında duranların rengindedir. Herkes kendi rengini o aynada seyreder. Zîrâ, ruhun rengi, renksizliktir. Fakat renkli camlardan görünen ışık, renklenir. Cenâb-ı Allah, kendi zâtında suretsizdir. Fakat kâinatta dilediği surette görünür. Allah’ın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde hakîkat nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır. Bütün varlıklar o bahçeden beslenir. Fakat kör kişi, körce bakar da onun için red ve inkârdadır. Yeryüzünde ne varsa hepsi fânîdir, ancak ululuk ve kerem sahibi Rabbin cemâli bâkîdir. Bu dünyanın bir sonu bir sınırı vardır; o âleminse ne kıyısı vardır, ne sonu. Bunu gören göğe ağar; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırtar gider. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok…”

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine… 

“Aşk aynasının yüzünü, varlık, benlik nefesi ile bulandırmayalım, kirletmeyelim. Mâdemki gönlümüz bir harâbeye döndü, hiç olmazsa biz gizli defineye mahrem olalım. Gönül masalı gibi elsiz, ayaksız kalalım da, âşıkların gönüllerinde masal gibi yer edinelim, konaklarda konaklayalım. Muhammed Mustafa gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, bu ayrılıktan feryâd etsek, ağlasak, inlesek, Hannâne direğine dönsek yeridir…”

Kasîde:

“Ey âşıklar, ey âşıklar, ben kadehi kaybettim de, kadehlerle verilmeyen, kadehlere sığmayan başka türlü bir şarap içtim. 

Ben ‘ledûn’ şarabından içmişim, mest olmuşum. Harâbım, kendimde değilim. Sen git, bekçiye beni çekiştir! İçtiğim şaraptan sana da, o bekçiye de tattırmak istiyorum. 

Ey sâdıklar padişahı! Benim gibi uysal bir kişi gördünüz mü? Ben senin diriliğinle diriyim, ölülüğünle ölüyüm. Güzellerle, gül yüzlülerle gül bahçesi gibi açılırım, kış gibi soğuk münkîrlere karşı da kış mevsimi gibi donar kalırım. 

Ey ekmek peşinde koşan zavallı! Allah aşkına bana dikkatle bak; ben mestim ve kendimden haberim yok! Fakat ben ne şarap küpünün etrafında dolaştım, ne de üzüm cibresi sıktım. 

Ben mestim, ama onun yüzünden mestim. Batmışım, ama onun ırmağına batmışım, onun şekerine karışmışım. Onun gül bahçesinde ‘gülbeşeker’ olmuşum. 

Şarap kadehine sarıldım, düşüncenin kanını döktüm, sevgilimle buluştum. Perdenin arkasında olduğum için sen beni göremiyorsun. 

Düşünceyi dârağacına astım, çünkü düşünce ayrılık veriyor. Ben düşünceden hoşlanmıyorum. Ondan bezdim, usandım. Zaten ben hep akıl yüzünden, düşünce yüzünden perişan olurum. 

Benim bedenimde başka bir can var, canımda başka bir canân var. Benim zamanımda da başka bir zaman vardır. Çünkü ben, benden kurtuldum. Ona kavuştum.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIII

“Aşk köyü sınırında kesik başlar görürsen, korkup kaçma, köyün içine gir de dikkatle bak; gör ki; öldürülenler ikinci defa dirilmişlerdir, çünkü âşıklar ölümsüz.” Mevlâna

Ulu Tanrı âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz bîçarelere zulmederler?

2350. Birisine nimet, mal, matah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı?

Böyle bir iş, Tanrı’dan, iki cihanı yaratandan umulur mu?

‘El fakru fahrî’ hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli değil mi?

Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Hâlbuki sen bana yalancı, efsuncu dedin.

Yılanı tutsam bile dişini söker, bu suretle onu başının ezilmesinden kurtarırım.

2355. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben, düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.

Ben asla tamahtan efsun okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir.

Tanrı göstermesin… Benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var.

Sen, armut ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.

Biraz dönersen başın dönmeye başlar; evi dönüyor görürsün… Hâlbuki dönen sensin!”

Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara suresinin 57. âyetinde buyrulur ki: Biz onlara zulmetmedik, velâkin onlar kendi nefslerine zulmettiler.”

İmam Ali Efendimiz de, selâm olsun üzerine, der ki: “Biz, bizim hakkımızda Hazreti Cebbâr’ın taksîmine razı olduk; bizim için ilim ve câhiller için mal vardır. Muhakkak ki mal, an-karîb (tez zamanda) fânî olur; hâlbuki ilim, lâ-yezâl olan (varlığı devam eden) bir bâkîdir.”

“Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yâl yedikleri yere dökülen tutamaç suyu” diye seslenir Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder; “Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızık için göndermişizdir. Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri…”

İki cihanın nuru Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde buyurur ki; “Yüce sultanlar, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın emînlik, yardım, lütuf, adâlet ve ihsânının gölgeleridir. Onlara hürmet gösteren, Allah’a hürmet göstermiş olur. Onlara ihânet eden, Hazreti Hakk’a ihânet etmiş olur.”

Hiçbir menfaat gözetmeden, dâima sevgi ile muhabbet sunan mürşid-i kâmilin gölgesinde oturmak, Tûbâ ağacının gölgesinde oturmak gibidir; onun sözleri irşâd eder, nefsimizde ne kadar kir varsa yavaş yavaş, hattâ biz farkında bile olmadan temizler, bizleri ruhânî güzelliklere sürükler; mürşid-i kâmil, insanı insana gösteren, Hakk’ın tertemiz, pürüzsüz aynasıdır.

Ne güzel seslenir ayn-ı hak Hasan Dede bir şiirinde, selâm üzerine olsun…

“Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost. 

Ey Hakk yolcusu! Mürşidini kendine ayna et.

Toprak beden… Kendine gel artık, 

Dünyaya meylini bırak ey dost. 

Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost. 

Ey Hakk yolcusu! 

Tertemiz aynandan başka söz etme. 

Daim O’ndan… Tanrı’dan söz et, 

Yeri göğü yaratanın sende özü var…”

İmam Ali Efendimize sormuşlar, “Sen nasıl Müslümansın, yüzlerce insanın başını kestin!”

İşte İmam Ali Efendimiz şu cevabı vermiş: “Ben onların başlarını kesmedim, nefslerini kestim.”

İmam Ali Efendimizin bu sözüne mânâ gözüyle bakacak olursak eğer; mürşid-i kâmiler de, Muhammed Ali bendeleridirler ve yolcularındaki zannı, şüpheyi gidermek isterler, fakat bunun için yolcunun da, Ruhî’nin bir şiirinde;

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra, 

Varını, yoğunu yak da gel, derviş!..

Mürşide teslim ol mevtâlar gibi,

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!” diye buyurduğu üzere, büyük bir iştiyâk ve teslîmiyetle mürşidine baş kesmesi, yâni bağlanması gerekir.

Rubaî:

“Şarap sunan sakînin gözü, su gibi olan şarabın kılıcı ile nice başlar aldı. birçok insanları mest etti, kendinden geçirdi. 

Bu işe şaşanlardan birisi der ki: ‘Bu mest oluş, bu kendinden geçiş sakînin gözlerinin güzelliğinden, onun aşkından oluyor.’ Birisi de der ki: ‘Hayır, bu iş şarabın mârifeti; şarap içmeseydi mest olmazdı.’ 

Şarap nedir? Sakî nedir? Hakk’tan başka bir şey yok.! Ne şarap var, ne de sakî! Bu mest oluş, bu kendinden geçiş, bu aşk hangi kapıdan geliyor; Allah bilir!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXII

Adamın, karısına “Yoksullara hor bakma, Tanrı’nın işine noksan isnâd etme, kendi yoksulluğunla vehimlenip hayallenerek yoksulu ve yoksulluğu kınama” diye nasîhat etmesi.

Bedevî dedi ki: “Ey kadın, sen kadın mısın, yoksa hüzün ve keder atası mı? Yoksulluk, benim için iftihâr edilecek bir şeydir; başıma kakma!

Mal ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir.

Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince; külâhı giderse ona daha hoş gelir.

2340. Tanrı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.

Esirci, esiri satarken ayıp örten elbiseyi soyar.

Esirin bir kusuru olursa hiç onu soyar mı? Soyması şöyle dursun, bir hile ile ne yapıp eder, onu elbiseyle gösterir.

‘Bu; iyiden, kötüden, olur olmaz şeyden utanır. Soyarsam utanıp senden ürker’ der.

Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalmıştır; fakat malı vardır ve mal ayıbını örter.

2345. Tamahkâr, tamahı yüzünden zenginin ayıbını görmez. Tamahkâr bütün gönülleri kaplar.

Yoksulluk, hâlis altın gibi sevilse yine kumaşı, dükkâna yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez.

Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; yoksulluğa hor bakma.

Çünkü yoksulların, mülkten, maldan öte ululuk sahibi Tanrı’dan pek büyük bir rızıkları vardır.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir gün bir zengine sormuş, “Malını mı seversin, yoksa günâhını mı?”

Adam, “Aman yâ Mevlâna” demiş, “Günâh hiç sevilir mi? Tabii ki malımı severim.”

“İyi” demiş Mevlâna, “malın burada kalacak, günâhın seninle gelecek!”

Bizi bize ne güzel söyler Hasan Dede bir şiirinde, selâm üzerine olsun…

“Âciz kaldım ben bu nefsin elinden, 

Bu dünyanın suretine doyamaz. 

Dünü günü dünyalığa çalışır, 

Ömrü âhir olur bir gün duyamaz. 

Gâfil derler gaflet elbisesini giyene, 

Er demezler yavuz nefse uyana, 

Kazanır kazanır dünya malını verir ziyâna, 

Hakk yolunda bir puluna kıyamaz. 

Bak şu âdem olanın hâlini, 

Varıp tutmaz bir mürşidin elini, 

Kazanır durur dünya malını, 

Ele nasîb olur kendi yiyemez. 

Ey Allah’ım sana döndüm özümü, 

Cemâlinde kara etme yüzümü, 

Dinlemezler bu Dede’nin sözünü, 

Nefse uyar, bir mürşide uyamaz yahu!..”

Hakk yolunda yürümekten maksad, nefsi terbiye etmektir. Çünkü insan, her şeyden önce sorumluluk taşıyan bir varlıktır; sorumluluğu ise, Hazreti Allah’ın bahşetmiş olduğu insan elbisesidir, insanlıktır. İnsan, hakîkatte yeryüzünde Allah’ın temsilcisi, Allah’ın halîfesidir ve kendiyle birlikte kâinattaki tüm varlıklardan da sorumludur.

Kâinatın rahmeti Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, “Fakr, benim fahrîmdir ve ben onunla iftihâr ederim” diye buyurmasındaki mânâ, dünyada ne kadar varlıklar varsa hepsinin ondan üstün olduğunu, kendisinin hepsinden aşağı olduğunu vurgulayarak, her an yoklukta ve teslîmiyette durmanın önemine işâret etmektir.

Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiş olan Hazreti Ali Efendimiz  de şöyle buyurur, selâm olsun üzerine: “Haber vermediler bu âleme gelişine, haber vermezler gidişine, dâim hazır ol.” 

Yüce Pîrimiz Mevlâna, Hazreti Ali Efendimizin bu sözlerinden ilhâm alarak şöyle buyurur: “Ey insan, bu beden bir mektuptur, postalanmış Padişaha, lâyık ise postala, lâyık değil ise yırt, yenisini yaz, çünkü zaman az.”

“Padişah’tan maksad Allah’tır” der Hasan Dede, “Bizler daha doğar doğmaz yola çıktık, gidiyoruz Allah’a… Bu yüzden her dâim hazır olmalıyız. Ne kadar hazır durursak kazanırız, ama ne kadar boşverirsek, o gün geldiğinde pişman oluruz ama artık geri dönüşü olmaz. Hazır olmak ne demektir? Gönülden dünyayı çıkarmak ve Allah’ın güzelliklerine yönelmek.”

Kasîde:

“Ey dertli zamanımda canımın rahatı! Ey yoksulluk açlığında ruhumun hazinesi olan Allah’ım! 

Vehmin elde edemediği, anlayışın ve aklın eremediği güzellikler senden canına ulaştığı için sen benim kıblem oldun. 

Rabbim! Senin keremin ve lütfun sebebi ile ben âleme nazla bakarım. 

Fânî olan devlet, zenginlik, varlık hiç beni aldatabilir mi? 

Allah’ım! Bitmez, tükenmez cömertliğinle bana hesapsız mülkler versen, ne kadar gizli hazinelerin varsa onları önüme koysan, ben candan secde ederek yüzümü yerlere korum da derim ki: 

Ey Allah’ım! Benim için senin aşkın bütün bunların hepsinden daha değerlidir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXI

“Ey sakî, aşk şarabını ver; ver de akıl lâfı bir yana gitsin.” Mevlâna

Kendi aklını benden fazla görüyorsun; ya şu az akıllı olan beni nasıl gördün?

Çirkin kurt gibi üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi!

Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl değildir, yılan ve akreptir.

2325. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun; hile elin bize uzanmasın!

Ne şaşılacak şey ki sen hem yılansın, hem efsuncu… Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin yılan!

Eğer karga kendi çirkinliğini anlasaydı, derdinden kar gibi erirdi.

Efsuncu düşman gibi, yılana efsun okur, yılan da onu efsunlar.

Yılanının efsunu, yılancıya tuzak olmasaydı yılanın efsununa aldanır, onunla meşgul olur muydu?

2330. Efsuncu, kazanç hırsına düşünce yılanın kendisini efsunladığını anlamaz.

Yılan ‘Ey efsuncu, kendine gel. Kendi hünerini gördün, bir de benim efsunumu gör!

Sen beni Hakk’ın adıyla efsunladın, bu suretle de halka rüsvâ etmek istedin.

Beni Hakk’ın adı bağladı, senin tedbirin değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın, yazıklar olsun sana!

Senden benim hakkımı Tanrı’nın adı alacak. Ben canımı da Tanrı adına ısmarladım, tenimi de.

2335. Tanrı adı, beni yaraladığın için ya can damarını koparsın yâhut seni de benim gibi mahpus etsin!’ der.”

Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına tomarlar okudu.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde buyurur ki; “Akıl ile rızıklanmış olanlar, felâh buldular.”

Fakat hangi akıl?… İşte Hasan Dede der ki, selâm üzerine olsun; “Allah ile meşgul olmayan akıl, akıl değildir; ona akıl denilemez.”

Bir başka hadîsinde de, “Kadın, erkeğin diğer yarısıdır” diye buyurur Peygamber Efendimiz.

Yüce Pîr Mevlâna da, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzetir ve şöyle söyler; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”

Nitekim yukarıdaki beyitlerde Bedevî kadın, kocasına sert sözler söyleyerek, onu kendine uydurmak istemekte ve aklını çelmeye çalışmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendisidir.” (Zümer, 18)

Zaman zaman, kadın olsun erkek olsun, hepimizin içimizde bulunan yılan nefs, kulağımıza fısıldar, efsunlar okur; eğer aklımızı kullanmadan bu efsunlara aldanırsak, mutlaka akîbetinde sıkıntılar yaşarız. Oysa diğer yanımızda, Mevlâna’nın, Mecâlis-i Sebâ’da buyurduğu üzere bizler, Tanrı’nın denizinde balıklar gibiyiz…

“İnananlar tam yılan olmadıkları gibi tam balık da değildirler. Yılanbalığıdır onlar; sağa düşen yarı bedenleri balıktır; sola düşen yarı bedenleri yılan. Bir ân gelir, sağ yanları onları denizi arayıp istemeye çeker; bir ân gelir, sol yanları onları dünyânın yeline, toprağına çeker.”

“Allah, herkese bir huy, herkese bir çeşit akıl vermiştir. Bir kişiye göre doğru olan söz, öbürüne göre yanlıştır; ya da birisine bal gibidir, diğerine zehir” der Hasan Dede, ve sözü âşıklara getirerek, “Âşığa gelince” der, “o, temizden de münezzehtir, pisten de. O, bütün ağırlıklardan kurtulmuştur. Fakat halka gelince, herkesin aklına göre söz söylemek gerektir. Çünkü herkesin aklı kendine göre en iyisidir. Bütün akıllar ortaya koyulsa ve denilse ki, bu aklın güzelidir, gelin bunu alın başınıza koyun… yine de herkes gider kendi aklını beğenir… Ancak bir insan, büyük bir yere yönelirse, orada onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir. Mânâ, herkesin kendi aklına göredir. Aşk ise tefsir kabul etmez, hiçbir kalıba sığmaz.”

Kasîde:

“Geliniz, hepimiz toplanalım! Ey sakî, sen de durmadan şarap ver! Bir an için olsun gölge varlıklarımızı ortadan kaldıralım, ayrılıktan kurtulalım, hep bir olalım! 

Kendimizi görmeyelim, kendimizden vazgeçerek vahdet denizinde suyla aynı renge girelim! Zaten hepimiz, bütün insanlar, bir ağacın dalları gibiyiz. Bütün yaratıklar, hepimiz aynı yaşayışın, aynı yolun yolcularıyız.

Bütün varlıklar, hepimiz onun aşığıyız. Aşkın tabîatı gereği, bizler hem gizliyiz, hem meydandayız. Aşk şehrinde gizliyiz. Fakat aşkın üzerimizdeki tesiriyle, aşk mahallesinde apaçık meydandayız. 

Benlikten kurtulur da kendimizi mânen ölü görürsek huzura kavuşuruz. Beden mezarlığında rahatça uyuruz. Benliğe kapılınca, kendimizi diri görünce, şikâyete başlarız, feryâd ederiz, yüzümüzü yırtarız. 

Gönül aynamıza akseden her suret, her şekil, hiç bir şeye bağlı değilmiş gibi görünmededir. Çünkü, biz kendimiz aslında ondan başka hiç bir şeye bağlı değiliz. 

Bir sürü balıklar gibi suda yüzüp duruyoruz. Fakat sudan haberimiz yok. Bitmez, tükenmez arzular peşinde koşan, hevesten hevese düşen şu toprak bedeni, yeryüzünün suratına atalım.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXX

Bedevî kadının, kocasına “Lime tekûlune ma lâ tef’alûn, denmiştir. Haddinden fazla söz söyleme. Bu sözler doğru olmakla beraber bu tevekkül makâmı, senin makâmın değildir. Makâmından ve işinden yukarı söz söylemek, sana ziyân verir. ‘Kebûre makten indallahi’ hükmü zuhûr eder” diye nasîhat vermesi.

Kanaatkâr adam ihlâsla, yüreği yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi.

2310. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayrı bir şeyi olmayan, artık bundan fazla senin efsununu istemem.

Yürü git. Gayrı bu dâvâdan bahsetme; kibir ve azâmete dâir saçma sapan şeyler söyleyip durma!

Ne vakte kadar bu tumturaklı sözler, bu işler güçler? Kendi hâlini, kendi işini gör de utan!

Kibir çirkindir, ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soğuk gün, ortalık kar… Bir de elbise ıslak olursa…

Ey örümcek ağı gibi evi olan! Ne vakte kadar dâvâ, çalım; ne vakte kadar kibir, azâmet!

2315. Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad öğrendin.

Peygamber ‘Kanaat nedir? Hazinedir’ dedi. Sen hazineyi mihnet ve meşakkatten ayırt edemiyorsun.

Bu kanaat dâimî bir hazineden başka bir şey değildir. Ey gönle gam ve elem veren, artık beyhûde sözlere dalma!

Yürü bana ‘Eşim’ deme, az koltukla. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.

Neden padişahtan, beyden dem vurup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisineği bile avlmaktasın.

2320. Bir kemik parçası için köpeklerle dalaşmakta, içi boş ney gibi inleyip durmaktasın.

Bana öyle horlukla kötü kötü bakma ki damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim.

Bir gün, Hazreti Muhammed Efendimize sorarlar: “Senin ümmetin yalan söyler mi?” 

Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, şu cevabı verir: “Benim ümmetim zor durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan söylemez. Yalan söylediği zaman benden değildir.”

Nitekim, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur Peygamberimiz; “Yalandan sakınınız, zîrâ yalan ile iman bir arada bulunmaz.”

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yukarıdaki beyitlerinde işâret ettiği âyetlerde ise, “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” (Saff, 2), “Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazâba sebep olur” (Saff, 3) diye buyrulmaktadır.

“Âşık, mütevâzıdır, iddia sahibi değildir. Âşık yoklukta durur, ‘Ben bileceğim! Ben olacağım!’ demez. Ne bileceksin? Ne olacaksın?!..” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder; “Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrâr verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zâhirî bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. İlimde aşk olmayınca, o ilmin faydası yoktur, hatta zararı vardır. İlim, pişirilmek üzere tencereye konmuş olan yemeğe benzer, eğer aşk ateşiyle pişirilmezse sonunda çürür ve kokar. İlâhî aşkı olmayan bir kişi, yalan söyler, hiddet eder, kendini başkalarından büyük görür. Allah’ın yasak ettiği şeyleri yapar. Nefsle karışık aşk insanı zillete, Allah’la karışık olan aşk, devlete götürür.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir başka hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Ey âdemoğlu! Sana yetecek kadar dünyalığın mevcut olduğu hâlde, sen hâlâ fazlasını istersin. Âdemoğlu, ne aza kanaat edersin, ne de çok ile doyarsın. Ey âdemoğlu, vücudunu sıhhatte, bedenini emniyet ve selâmette ve günlük nimetini de yanında buluyorsun ya, varsın seni baştan çıkaran ve gaflete düşüren dünyanın başına kıyâmet kopsun!”

Yüce Pîr Mevlâna, kanaat etmek konusunda şöyle buyurur: “Nerde yokluk fazlaysa orası Allah tezgâhıdır, Allah işi oradadır. Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar. Hele bedenini, malını yok etmiş derviş, hepsinden ileridir. Fakat iş beden yokluğundadır, dilencilikte değil. Dilenci, malı bitmiş kişidir; kanaat sahibi ise, bedenine kıyan kişi. Artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvân bir attır.”

Kasîde:

“Göz, görülmemiş, şaşılacak şeyleri görmek için lâzımdır. Can da mânevî zevke, neşeye dalmak için işe yarar. 

Allah, bu başı bize bir güzelin güzelliğiyle mest olmak için lütfetmiştir. Ayak da, insana Hakk yolunda, sevginin yolunda yürümek, zahmetler çekmek, yorulmak, çilelere girmek, belâlara uğramak için verilmiştir. 

Aşk, kötülüklerle dolu olan bu kirli dünyayı terk edip göklere doğru uçmak için gereklidir. Akıl, bilgi, edeb öğrenmek için lâzımdır. 

Sebeplerden dışarı ne sırlar, ne şaşılacak şeyler var! Bu yüzdendir ki, dünyada olup biten işlerde, yalnız sebepleri gören, sebeplere takılıp kalan kişinin gözü perdelidir, kapalıdır. 

Çöllerin kumlarında sıkıntılar çekerek, mihnet ve meşakkatlere katlanarak yol almak, deve sütüyle kanaat etmek, bedevî Arapların yağmasını göze almak hacı olmaya değer.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXIX

“Ey gönülleri uyanık kişilerin sakîsi! Kerem kadehini sun, çünkü bizi yokluk âleminden bu dünyaya şarap içmek için getirdiler.” Mevlâna

Bil ki her hastalık ölümden bir parçadır. Çâresi varsa, ölümün bir cüzünü kendinden kov!

Ölümün bir cüzünden bile kaçamadığın hâlde onun hepsini başından aşağıya dökecekler, bunu iyice bil!

2295. Ölümün cüzü olan hastalık sana tatlı geliyorsa bil ki Tanrı küllü, yâni ölümü de sana tatlılaştırır.

Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!

Tatlı yaşayan, sonunda acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı.

Koyunları kırdan sürer getirirler; hangisi daha besiliyse onu keserler.

Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip duracaksın?

2300. Gençken daha kanaatliydin; şimdi altın istiyorsun, hâlbuki sen önceden altındın.

Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada uğradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin?

Meyvenin günden güne tatlı olması lâzım. İp eğirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok!

Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lâzımdır.

Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!

2305. Ayakkabının teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işine yaramaz.

Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki arslana kurdun eş olduğunu hiç gördün mü?

Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin üstünde doğru duramaz.

Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, İnsanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar” diye buyurur.

Hazreti Pîr’in, yukarıdaki beyitlerinde geçen ‘gece’ teşbîhinden maksad gaflet uykusu, ‘sabah’ teşbîhinden maksad ise uyanıştır.

Nitekim, selâm üzerine olsun, Mevlâna’mız bir kasîdesinde şöyle seslenir:

“Ey hoca! Senin elini tutup çekeceğiz; seni, iyiden de, kötüden de kurtaracağız!

Gaflet gecesidir; senin mest oluşun da uzadıkça uzadı! Ama biz, sabah güneşi gibi doğup her tarafı aydınlatacağız! 

Dünya bahçelerinde her meyve oldu, kemâle geldi! Ey taş kesilmiş üzüm koruğu; sen, bir türlü olmayacak mısın? 

Şu tuzakta çırpınıp duran canlara acı; senin kulağın, onun çırpınma sesini, feryâdını duymayacak mı? 

Senin, gönlünde bir can gözün var; o da hastalanmış, ağrıyıp duruyor! Elde edemediğin şeyler için duyduğun gam, o gözü hasta etmekte ve yaralamaktadır! 

O göze iğneler batmaya başlayınca, dermân aramaya çalış; onu, ağrılardan, yaşarmalardan kurtar! 

Ey güzeller Yusuf’u; gözün de, gönlün de ilacı, ancak senin güzel yüzünü görmektir!”

“Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan mânevî güzelliklere eremezsin” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Ölüm diye bir şey yoktur. Ölmeden evvel ölmek diyoruz, fakat o ölümden maksad, Allah’ı arayan bir kimsenin, yokluğu idrâk etmesi, kendi hiçliğini tam mânâsıyla bilmesidir. Bir insan irâdesini kullanırsa, ölmeden evvel ölebilir. Her insan büyüktür, fakat yokluğunu bilirse. O büyüklük de bizim değil, Allah’ın büyüklüğüdür. İlâhî aşk, bütün aşkların üstündedir. Neyi sevsek sonunda ölmez mi? Bizim sevdiğimiz varlık ölmez. O’na aşık olan da ölmez.”

Yüce Pîr Mevlâna, Mecâlis-i Sebâ isimli eserinde, Hazreti Hamza’dan misâl vererek bizlere şöyle seslenir… 

“Hamza önce savaş arslanıydı, sonra Tanrı arslanı oldu. Önce Peygamberin amcasıydı, yakınıydı; sonunda oğlu oldu. Müslümanlıktan sonra bu Hamza, savaşa giderken zırh giyinmezdi. 

Ey Arabın arslanı derlerdi, gençken pek yiğit ve kuvvetliyken zırh giyerdin, başına tolga vurunurdun; şimdi yaşlandın, bedenin zayıfladı; sebep nedir ki zırh giyinmiyorsun, zırhsız olarak savaş safına giriyorsun? 

Hamza, o vakit derdi, arslanda nasıl yaradılıştan bir yiğitlik varsa, nasıl yaşamak, diri kalmak umuduyla canıyla oynamazsa, huyu tabîatı oysa ve bu yüzden de ölüm korkusu ona görünmezse, ben de yaradılıştan yiğittim, huyumda yiğitlik vardı, pervânede, İbrahim’in ışığı yoktur ki Tanrı’ya dayansın. 

Nitekim susuzluk illetine tutulmuş adam da, su içme yüzünden elinin, ayağının şiştiğini görür; görür ama su içmekteki tat bütün bunları ondan gizler, ölümü düşünmez bile. Ben ki Hamza’yım; o yiğitliği, o cesareti, tabîatım dolayısıyla yapıyordum; ölümde bir yaşayış gördüğümden değil; o ışık yoktu bende. Şimdi ise inandım, tabîat karanlığı, gözümün, gönlümün önünden kalktı; ölümden, öldürülmekten sonra cana ne dirilikler var; canların, salt canlar meclisinde huzur şarabını nasıl içtiğini, elsiz kadeh tutup, ağızsız, dudaksız içerek, başsız nasıl baş salladıklarını, ayaksız nasıl ayak vurup oynadıklarını gördüm. 

‘Allah yolunda öldürülen kişiyi ölü sanma; diridir onlar…’ Beden, gönülle yol alır, gönül de görüşle hareket eder. Birisinin görüşünün kıblesi mezar olursa onun ne gücü kalır, ne kuvveti kalır ki? Gözü görenlerin ayaklarının bastığı toprağı gözlerinize çekin de gözünüz, toprak görmesin, mezar görmekten vazgeçsin. Çünkü bu yan toprak ve mezar değildir, tertemiz ışıktır. Mezarla toprak nerde, tertemiz ışık nerde?.. Sonunu toprak biliyorsan topraksın; kendini temiz biliyorsan temizsin. 

Evet, Hamza onlara cevap verdi de dedi ki: O vakit ben, savaş zamanlarında zırh giyiyordum; çünkü, ölüme gidiyordum, yaralanmaya gidiyordum. Ölüme zırhsız, engelsiz gitmek, akıl kârı değildir. Şimdi ise iman ışığıyla görüyorum ki savaşa giderken yaşayışa gitmekteyim. Diriliğe, yaşayışa zırhla, engelle gitmek de akıl kârı değildir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXVIII

Bedevînin, karısına sabretmesini buyurması ve ona sabır ve yoksulluğun fazîletini söylemesi.

Kocası dedi ki: “Daha ne vakte kadar gelir ve mahsûl arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne kaldı ki? Çoğu geçip gitti.

Akıllı kişi, artığa, eksiğe bakmaz; çünkü ikisi de sel gibi geçer.

2285. Sel, ister saf olsun, ister bulanık… Mâdemki bâkî değildir, ondan bahsetme.

Bu âlemde binlerce canlı, sıkıntısız, hoş bir hâlde yaşamakta, geçinip gitmektedir.

Üveyk kuşu, geceki rızkı henüz meydanda olmadığı hâlde ağaçta Tanrı’ya şükreder.

Bülbül, ‘Ey duaya icâbet eden Tanrı, rızık husûsunda itimâdımız sana’ diye Tanrı’ya hamdeyler.

Doğan, rızkını padişahın elinden umduğundan bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir.

2290. Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlûkat Tanrı ailesidir; Hakk da ne güzel aile reisi.

Gönlümüzdeki bütün gamlar, hevâ ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir.

Bu kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün orağına benzer. Bu böyle oldu, şu şöyle oldu kuruntuları da vesveselerimizdir.

İnsanın asıl rızkı nurdur; diğer bütün rızıklar nefsî gıdadır.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Cenâb-ı Hakk, ahlâkınızı beyninizde nasıl taksim etmişse, rızkınız da, o suretle taksim olunmuştur” diye buyurur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir kasîdesinde şöyle seslenir: “Sofralar gelince herkes; ‘Tabaklarda ne var?’ diye soruyorlar! Soranlara hâl dili ile diyorlar ki: ‘Herkes bu sırlara mahrem olsaydı, tabaklar hiç örtülür müydü? Canın gıdası, can gibi gizlidir; bedenin gıdası ise, ekmek gibi meydandadır! Ekmeğin zevkini, ancak aç kimse bilir; tok olan, o zevki, hiç bilmez! Ekmekçi dükkânındaki ekmeklerden dükkânın ne haberi vardır? Ekmekçi aç olsaydı, ekmeği hiç satmazdı; seher rüzgârı gülün kıymetini bilseydi, onu saçıp dökmezdi! Sevgilinin kadrini bilmeyenin, onu elden çıkaranın zevki, aşkı yoktur; o, aşık değildir! O, gerçekten de değersiz, alçak bir kimsedir!..”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Nâs suresinin 5. âyetinde buyrulduğu üzere, nefs, “İnsanların gönüllerine vesvese verir.”

“Her ağacın, her bitkinin kökü, Hakk’ın ihsân ettiği rızkı yer, fakat; ‘Ben ne yapacağım, ben ne yiyeceğim, ben ne giyeceğim?’ diye bütün bu endişeler, bu korkular, senin hasta gönlünde mevcuttur!..” der Hazreti Pîr.

Oysa, “Allah, çok cömerttir, hiçbir varlıktan rızkını esirgemez” diye söyler Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve insanın mâhiyetini şöyle açıklar: “İnsan, ne göklerin ne yerin ne de dağların yerine getiremeyeceği işleri yapma kâbiliyetine sahiptir. Allah bize her şeyi vermiş ama alabilirsek… Allah, bedenin gıdasından başka aklın, fikrin, vicdânın, her kâbiliyetin gıdasını da veriyor. Ama alabilirsek…”

Yine Hasan Dede’nin dile getirdiği bir menkîbede; Hazreti Muhammed Efendimiz, ilk mescid olan Mescid-i Kubbâ inşâ edilirken, cemaatin inancını denemek için, “Bu sene kıtlık olacak biraz iktisatlı gidin” der. 

Hemen birisi, “Benim altı aylık rızkım var, yıl oniki ay, ben altı ay sonra ne olacağım” diye sorar. 

Hazreti Muhammed, bir başkasına, “Sizin kaç aylık rızkınız var?” diye sorar. 

“Bizim üç aylık rızkımız var, kimin ihtiyacı varsa birbuçuk aylığı gelsin alsın” diye cevap verir. 

Onu da geçer bir başkasına sorar: “Sizin durumunuz nasıldır?”

O da, “Benim bir aylık rızkım var. Kimin ihtiyacı varsa onbeş günlüğünü vereyim” der. 

Aynı soruyu yine bir başkasına sorar, o da, “Yâ Resulallah! Bir günlük rızkım var. Sabah kahvaltısını yedim. Kimin ihtiyacı varsa öğleni gitsin evimden alsın” diye cevap verir. 

Hazreti Muhammed sorar: “Peki yarın hâlin ne olacak?” 

Adam şu cevabı verir: “Yarına varsam, Allah keremini ihsân eder, ona göre hayatımı sürdürürüm.” 

Bunun üzerine Resulallah, altı aylık rızkı olana dönerek der ki: “Sen o altı aylık rızkı dağıt ki, Cenâb-ı Allah sana tazesini versin…”

Şiir:

“Her zerre senin mânevî sofrandan yer içer, 

Ebedî olarak yeseler içseler de, 

Yine de mânevî güzellikler bitmez. 

Ezelî sofra için herkes kavga gürültü eder, 

Ama yediler içtiler, yine de eksilmedi. 

Sevenlerini daima bu ebedî gıdayla, 

Yüceliklerine götürür, 

Gözlerin nuru biricik sultanım,

Nurum Muhammed…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXVII

Bazen bir mürid, dâvâcı ve yalancı bir şeyhe adamdır diye sadâkatle inanır, itikât eder. Bu itikât yüzünden öyle bir makâma erişir ki şeyhi, o makâmı rüyada bile görmemiştir. Bu suretle müride su ve ateş bile zarar vermez. Hâlbuki şeyhe zararlıdır. Fakat bu, nâdirdir.

Fakat nâdir olarak tâlibin itikâdındaki parlaklık yüzünden şeyhin yalanı tâlibe faydalı olur.

Şeyhi, can sanır, ceset çıkar, ama tâlib, kendi iyi niyeti yüzünden öyle bir makâma erişir ki…

2280. Hâli, tıpkı gece ortasında kıble arayana benzer. Kıble bulunmasa bile namazı câizdir.

Dâvâcı ve yalancı şeyhin can kıtlığı gizlidir. Fakat bizdeki ekmek kıtlığı meydanda.

Niçin bunu, dâvâcı şeyh gibi gizleyelim? Neden fayda olmadığı hâlde utanıp ârlanarak can çekişelim?

Bir şeyh varmış, bu şeyhin de çok sâdık bir müridi varmış. Bir gün, şeyhin bir dostu onu ziyârete gelmiş. Selâmlaşmışlar, hâl hatır soruşmuşlar.

Sonra dostu, şeyhe, “Çok fenâ bir baş ağrısı çekiyorum. Bir nefes etsen de şu başımın ağrısı geçse” diye buyurmuş.

Şeyh, “Hay hay” demiş ve hemen o sâdık müridini çağırmış. 

Mürid hemen gelmiş, “Buyrun Efendi Hazretleri…”

“Bir nefes et de” demiş, “dostumun başındaki ağrı geçsin.”

Mürid, hiç itirâz etmeden, “Eyvallah” demiş ve oturmuş adamın karşısına, nefes etmiş. Adamın başındaki ağrı bir anda geçivermiş.

Mürid huzurdan ayrılınca, dostu sormuş şeyhe, “Ben” demiş, “senin nefes etmeni istedim, sen ise müridini çağırdın, ona nefes ettirdin. Bundaki hikmet nedir?”

“Ah dostum” demiş şeyh, “ben harâbâtım, safım, ama o benden daha saftır. Bu kadar şeyh varken, o geldi bana ikrâr verdi. Her sabah gün ağarmadan, atlar bisikletine, onlarca yol kateder gelir dergâha, sabah namazını edâ eder ve hizmete geçer. Ondaki bu sadâkati, saflığı, temizliği gördüğüm için, onun nefes etmesini istedim.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, kendisine “Müminler, namazlarını (salâtlarını) huşû içinde kılarlar” âyetini sorduklarında şu cevabı vermiş: “Huşû kalptedir. Huşû, Müslümanın vekârına yakışır şekilde, vücudunun sakin olması ve gözünü namaz kıldığı yerden ayırmamasıdır.”

Allah, sâdıkları sever.

Nitekim Peygamber Efendimiz, selâm üzerine olsun, ümmetine hitâben, “Ey ümmetim! Sıdk üzerinize olsun. Zîrâ sıdk, hayır ve ihsâna götürür. Hayır ve ihsân ise cennete götürür. Bir insan gösterdiği sıdkından dolayı yok olsa, ona devam eylediği için, o kimse Allah indinde sıddıkların makâmına yazılır” diye buyurur.

Kur’ân-ı Kerîm’de de, Ahzâb suresinin 23. âyetinde, “Müminler arasında öyle erler vardır ki, Allah’a verdikleri ahde sadâkat gösterdiler. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirerek şehid olmuştur, bir kısmı da şehid olmayı beklemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” diye buyrulur.

Gayb sırlarının tercümanı Hazreti Ali Efendimiz yine buyurur ki: “Aşktan daha feyiz verici, aşktan daha önemli bir hikmet rehberi, hayatın özünü her zerresine kadar gösteren, yollara ışık tutan, ruhun her yüzünde parlayan, aşktan daha üstün bir mürşid yoktur.”

“Hakk yolunda hakîkate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur” der Yüce Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Hakk yolunda yürüyen âşık ilâhî sevgiyi gönlünde hissedince onun için baht da budur, devlet de budur, zevk de budur, yaşayış da budur. Onun için bu aşktan, bu sevdâdan başka bir alış veriş, başka bir kâr yoktur.”

Ne güzel seslenir bir şiirinde, mihrâb-ı aşk Hasan Dede, selâm olsun üzerine…

“Hakîkat bâb’ına varmak, kolay değil, kolay değil. 

Bütün zorlukları yenmek, kolay değil, kolay değil. 

İkrârına sadık olmak, temiz, pak su ile temizlenmek, 

Ateşten leblebi yutmak, kolay değil, kolay değil. 

Cemîyet içine girmek, zâlimi mazlumu görmek, 

Bu yolun sırrına ermek, kolay değil, kolay değil. 

Tüccâr olup satmak, öğretmen olup okutmak, 

İnsanları hep bir tutmak, kolay değil, kolay değil. 

Zâlim olan çeker zârî, bilmez neylesin o yâri, 

Gün gelir çekilir dâr’a Mansûr gibi, kolay değil, kolay değil. 

O Kur’ân’ın hecesine, yol gösterdi nicesine, 

Ermek yolun yücesine, kolay değil, kolay değil. 

Hasan’ın budur dileği, Allah’tır yaratmış meleği, 

Giymek ateşten gömleği, kolay değil, kolay değil…”