MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXV

“Kim aşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış onu alır, insanın özüne doğru çeker götürür.” Mevlâna

Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır.

1675. Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin feridir. Şu hâlde insan, ancak gözbebeğinden ibârettir.

Ben bunu, tamamiyle söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri men ediyorlar.

Mâdemki halkın unutması ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o erişir.

O güzel huylarla huylanmış olan zât, her gece gönüllerden yüzbinlerce iyi ve kötü hatırayı giderir.

Gündüzün gönülleri, yine o hatıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hâle getirmektedir.

1680. Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrı’nın hidâyetiyle sahiplerini tanırlar.

Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.

Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mâl olmaz.

Hünerler ve huylar, kıyâmet günü, çeyiz gibi sahibine gelir.

Uykudan sonra da hünerler ve huylar, yine koşa koşa sahibine döner.

1685. Güzel olsun, çirkin olsun… bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir.

Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.

Ahmed Avni Konuk, “Şehirlere ve köylere sahip olan padişahlar ve hükümdârlar, zâhirî suretlerin padişahlarıdır; onların tasarrufları kendilerinin hayatına bağlıdır. Öldükten sonra tasarruf nâmına hiçbir şeyleri kalmaz; fakat gönül sahibi olan Evliyâullah, mânâ âleminden olan sizin gönüllerinizin üzerinde mutasarrıf olan şahlardır; binâenâleyh onların tasarrufları gönülde olduğu için, zâhirî padişahların gönüllerinde de tasarruf ederler. Binâenâleyh tasarrufları hem surete ve hem de mânâ âlemine ait olur” diye buyurur.

‘Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin feridir. Şu hâlde insan, ancak gözbebeğinden ibârettir.’

Hazreti Şems-i Tebrizî, selâm olsun üzerine, “Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi çevreleyen âlemdir. Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem, insanoğlunda gizlidir. Şu hâlde sen de bu âlemden, insanlık âleminden bir örneksin” der ve yine şöyle buyurur, “Hakk’ın çehresi, onu arayanlar için insanlık ışığıdır, işte bunlar gelirler, gelirler, yalnız kendilerini görürler, ne oluyor diye merak ederler. Kendilerine bakarlar, bir kul’dan bakarlar…” 

İki cihanın Kutbu olan insan-ı kâmil, insanların gözbebeğidir ve onu aramak, bulmak gerektir. Selâm üzerine olsun, Mevlâna’nın buyurduğu gibi, “O, arslandır, işi gücü avlanmaktır… O, akla benzer, halksa uzuvlarıdır. Kutub, kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde… İnsanların gözbebeği olan insanı ara, insanların gözbebeği olan insanı, insanların gözbebeğini!..”

“Allah’ın sevdiği kulunun gözü, Allah’ın gözü demektir. İşte aşıkları ağlatan, o gözün esas sahibidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Bizler burada sizlerin hep gözlerinizi açmaya daha da uyanık olmanıza çalışıyoruz. Gözlerinizi açın ki daha iyi görün, kulaklarınızı açın ki daha güzel işitin. Çünkü biz Güneş’in evlâtlarıyız ve hepinizin birer Güneş olmanızı istiyoruz… Bakın bir damla nur var gözbebeğimizde, o siyah gözbebeği, ne kadar uzaklara ışık veriyor. Düşünmemiz lâzım, Yaratıcının her zerresi ışık, O’ndan hiçbir şey gizlenemiyor. İşte Hüdâvendigâr Mevlâna bir evlâdına buyuruyor: ‘Evlâdım, benim sözlerime kulak ver ve beni iyi dinle.’ ‘Buyrun Efendi Hazretleri…’ ‘Çalış her zerren göz olsun.’ ‘Neden?’ ‘O zaman senden hiçbir şey gizlenemez, her şeyi görürsün… Çalış her zerren kulak olsun.’ ‘Neden?’ ‘Çünkü o zaman her şeyi duyarsın, hiçbir sır senden gizli kalmaz…’ 

Allah’ı insan dışında aramayın. Allah, insan dışında değildir. Her zerreniz Allah’la diridir. Bizlerin tek arzusu evlâtlarımızı yücelerde görmektir, aşağılarda değil…

Çok çalışmamız, uykudan uyanmamız lazım. Gözler açık ama uyuyoruz. Hazreti Muhammed, Ehlibeyt, Hüdâvendigâr Mevlâna ve bütün Evliyâullah gözümüzü açmaya, bizleri uyandırmaya, aydınlığa sürüklemeye geldiler. Aklını kullanmadan, kör gibi yaşamak bizim suçumuz.”

Ne güzel buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun… “Gafiller arasında Allah’ı bilerek zikreden, kuru ağaçlar arasında bulunan yeşil fidana, ölüler arasında canlı olana ve harpte kaçanlar arasında, arslan gibi savaşana benzer.”

‘Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.’

Kasîde:

“Biz yola düştük gittik ama, senin güzelliğinin paha biçilmez hatırasını da yanımıza aldık, götürdük. Seninle buluşmanın, sana kavuşmanın tatlı zevkini, yol azığı olarak bağrımıza bastık, yola onlarla düştük. 

Sana da bana da bir buluşma hatırası olsun diye, ayrılıktan ötürü kan ağlayan yaralı gönlü senin evinde bıraktık. Ve senin güzel hayalini yol arkadaşı olarak yanımıza aldık, yola öyle düştük. 

Yol arkadaşı olarak yanımıza aldığımız hayaline yalnız biz değil, ay bile kuldur, köledir. Yeni doğmuş aya benzeyen eğri kaşlarının hayali de bizimle beraberdi. Güneşin bile kul olduğu o tatlı gülüşünün hayalini de tatlı, uysal ve güzel olan bütün huylarının şekerliğinden aldık götürdük. 

Biz neşe ile, sevinç ile güvercin gibi uçar gidersek, güvercinin yuvasına geri dönüp geldiği gibi, biz de döner yine sana geliriz. Çünkü, biz o kanatları, senin kanatlarından elde ettik. 

Fer’ler, cüz’ler nereden uçarsa uçsun, yine döner aslına gelirler. Bizse varımız, yoğumuz nemiz varsa hepsini senin büyüklüğünden, lütfundan, ihsânından elde etmiştik. 

Ey Tebrizli Şems! Selâmımızı seher rüzgârından duy! İster seher rüzgârı olsun, ister güney rüzgârı olsun, onların hepsini de biz senin rüzgârından elde ettik.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIII

Tâcirin, Hindistan dudularından gördüğünü duduya söylemesi.

1645. Tâcir alışverişi bitirip muradına nâil olarak evine geldi.

Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsânda bulundu.

Dudu, “Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.

Tâcir, “Söylemem. Zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,

Cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hâlâ pişman olup durmaktayım” dedi.

1650. Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete, bu gama ne sebep oldu?” dedi.

Tâcir dedi ki: “Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.

İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.

Ben ‘Ne yaptım da bu sözü söyledim’ diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir?”

Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.

1655. Oğul, o ok, gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek.

Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harâb etse şaşılmaz.

Hazreti Ali, selâm olsun üzerine, “Dilinizi iyi kullanınız; o sizi saadete götürdüğü gibi, felâkete de götürebilir” diye buyurur.

Yüce Pîr Hüdâvendigâr Mevlana da, selâm olsun üzerine, “Kalbi ile sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır” der.

‘Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.’

“Gerçek olan odur ki, insanın sadece sözleriyle değil davranışlarıyla da topluma örnek olup başkalarının düzelmesine vesîle olması ve böylece birçok kişinin gerçeği onun sözlerinde ve davranışlarında görmesidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder, “İnsanın, düşüncede, niyette, sözde ve davranışta önce Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmesi şarttır. Öyle ki, kâinatta görünen ve görünmeyen her şey Allah’ın varlığından oluşmaktadır O’nun varlığının bir parçasıdır. İşte bunun için insanın şartsız olarak, düşüncede, niyette, sözde ve davranışlarında Allah’ı sevmesi ve Allah’ın varlığı olan kâinattaki her şeyi, topraktan ağaca kadar bütün bitkileri, ufacık bir kelebekten gökte uçan kuşa kadar bütün hayvanları, iyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle bütün insanları sevmesi ve sevgiden söz etmesi gerekir. 

Bizlere en büyük örnek en başta Hazreti Muhammed Efendimiz ve İmam Ali Efendimiz, Ehlibeyt Efendilerimiz, Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna ve bütün Evliyâullah’tır. 

İnsan düşünceden ibarettir, düşünmeden dil dökmeye başladı mı çok büyük kayıplara gider. Düşünerek konuşmaya başlayan kişi; dokuz sefer yutkunacak, söyledikleri başta kendine hitâb edecek, hoşuna giderse sonra bunu karşı tarafa ikrâm edecek. İşte o zaman güzel bir dil sarfetmiş sayılır. 

Kim susar da yanındakinin ayıbını saklarsa Allah da onun ayıbını saklar. Acı sözler sarf etmenin kimseye faydası olmaz. Kaldı ki faydalı ve az söylemek hikmete, mânâsız ve çok söz söylemek cehâlete işarettir.

Dil tatlı olacak ama, göz de güzele bakacak ki dil tatlı olsun. Bahçede ne kadar çiçek olursa olsun sen gözünü gülden ayırma.”

Kasîde:

“Ey aşıklar, boş durmayın, şu beden yükünü üstünüzden atmaya çalışın! Çünkü, beden ile can kalmayınca, gönlünüz şu ağır beden yükünden kurtulur da gökyüzüne uçar gider. 

Gönlünüzü, canınızı hikmet suyuyla yıkayın, gönül tozları gitsin de, gözleriniz hasretle şu kirli yeryüzüne takılıp kalmasın, göklere çevrilsin. 

Dünyada bulunan her şeyin canı aşk değil midir? Aşktan başka ne varsa hepsi de fânî, hepsi de ölür gider. Dünyada ebedî olarak kalan ancak aşktır! 

Ey insanoğlu, senin yokluğun doğuya, ecelin de batıya benzer. Bu doğu ile batı, başka bir gökte bulunmaktadır. Çünkü senin şimdi gördüğün gökyüzü de fânîdir. O da gelip geçicidir. 

Göklerin yolu, senin içindedir. Aşk kanadını çırp da uçmaya bak! Aşk kanadı kuvvetlenince artık merdiven kaygısı, merdiven gamı kalmaz. 

Dünyayı dışından görme, çünkü senin gözünün içinde bir başka dünya var. Bundan senin haberin yok. Sen bu görünen dünyaya gözünü kapa da, gözünün içindeki dünyayı görmeye çalış! Şunu iyi bil ki, sen iki gözünü de kapayınca, bu gördüğün dünyadan hiçbir şey kalmayacaktır. 

Senin gönlün bir dam gibidir. Hislerin, duyguların, gönül damının oluklarına benzer. Oluklar kalmayınca, sen damdan su içmeye bak. 

Sen bu gazelin tamamını, geri kalanını gönlümden, gönül defterimden oku! Sen benim dilime bakma, çünkü zamanı gelince dil de kalmaz, dudak da kalmaz! 

İnsanın bedeni yaydır. Sözü, nefesi de beden yayının oklarıdır. Ok ile okluk gidince yay bir iş yapamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVII

İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsâfı.

Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerde kuşlara mahrem olan kişi?

Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!

Şükür yâhut şikâyetle feryâd edince yere, göğe zelzeleler düşsün!

Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Yâ Rabbi” deyince Hakk’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin!

1575. Hatası, Tanrı indinde ibâdetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın!

Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.

Cismi topraktadır, canı lâmekân âleminde, o lâmekân âlemi, sâliklerin vehimlerinden üstündür.

O lâmekân âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.

Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbîyse mekân âlemiyle lâmekân âlemi de, o âlemin hükmüne tâbîdir.

1580. Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sükût et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir.

Dostlar, biz yine kuş, tâcir ve Hindistan hikâyesine dönelim.

Tâcir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selâm götürmeyi kabul etti.

Ahmed Avni Konuk, tefsîrinde, şöyle bir açıklamada bulunur: 

“Mâlum olsun ki, akıl, ruhun sıfatıdır. Ve ruhun beş mertebesi vardır ki, her bir mertebesine aklın bir sıfatı icâbet eder. 

Birincisi, hassas ruhtur, beş dış duygu ile hareket eder ve bunlardan zuhûr olan şeyleri kabul eder. Meselâ bir ses olursa duyar, nazarına bir cisim isâbet ederse görür. Bu ruh, süt emen bir çocuğun vücudunda da vardır.

İkincisi, hayalî ruhtur, beş dış duygudan zuhûr olan şeyleri hıfz eder ve icâb ettiği vakit bu ruh o zuhûr eden şeyleri akla arz eder. Bu ruhun mertebesi evvelki mertebeden yüksektir. Çocuğun gelişiminin başlangıcında bu ruh yoktur. Çünkü çocuk hissettiği şeyleri unutur.

Üçüncüsü, aklî ruhtur, bu mertebede ruh kendi sıfatı olan akla bürünür. Bu ruh his ve hayal hâricinde olan mânâları idrâk eder. Bu hâl çocuklarda bulunmaz.

Dördüncüsü, fikrî ruhtur ki, bu ruh, kelâm, mantık, fen ve felsefî ilimleri kabule istidâdı olup, okuduğu ve işittiği bu ilimleri kendi mâlumâtı arasına katar ve bunlarla bilgi dağarcığını genişletir. Zâhirî âlimlerin aklı bu mertebededir. Bu zikr olunan dört mertebedeki akıllara beşerî akıl denir. Bu akıllar, ledün ilmini idrâkten âcizdir. Onun için bu mertebedeki akıl sahipleri evliyâya muhâlefet eder, çünkü kendi tavrından hârictir.

Beşincisi, kudsî ruhtur ki, enbiyâ ve onların vârisleri olan tüm evliyâya mahsustur. Bu ruhun sıfatı akl-ı küll olup, Cebrâil onun mazhârıdır. Bu kudsî ruhtan, gayb nurları ve ilâhî sırlar coşup taşar. İlâhî akıl, bu kudsî ruh mertebesinde olan ruhlardan ibârettir. Bu ruhlar, bütün akılların mertebelerini kuşatıp mânâ âleminde ve tüm ilâhî mertebelerde kayıtsızca uçan kuşlar gibidir ve bunların kanatları, ilim, amel, şevk ve muhabbet gibi sıfatlardır.”

‘Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!’

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Fetih sûresinde, “Şüphe yok ki biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir, Allah, ümmetinin önce yapılan ve sona kalmış olan günâhlarını sana bağışlasın ve sana, nimetini tamamlasın ve seni, doğru yola götürsün diye ve sana, üstün bir yardımla yardım etsin diye. Öyle bir mâbuttur ki inançlarına inanç katsın diye inananların gönüllerine, tam bir sükûn ve huzur indirmiştir ve Allah’ındır göklerin ve yeryüzünün orduları ve Allah, her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir” diye buyrulmaktadır. (Fetih, 1-4)

Âriflerin Menkîbeleri’nde anlatılır ki: Bir gün Cenâb-ı Mevlâna, gayb âleminde bir kutub gördü ve “Yâ Rab, yâ Rab” diye seslendi. Bir hadde kadar ki, yerin ve göğün bütün cüz’leri ve cümle ulvî ve suflî ruhlar ona razı bir hâlde “Yâ Rab” dediler. Ve o esnâda nur-i ilâhî Şemseddin Tebrîzî efendimizin sırrına mazhâr olup, kendileri “Lebbeyk, lebbeyk!” demeye başladı. Bu tecellî üç sefer vâkî oldu. Cenâb-ı Şemseddin efendimiz, “İlâhi o şeyh yâ Rab diyor, ona lebbeyk de!” buyurduğunda, derhâl sırrına birbiri ardınca aralıksız nurlar çarpar ve “Lebbeyk!” derdi.

‘Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.’

Kasîde:

“Gelin ey aşıklar, gelin ey iş erleri! İşe yarar şarap burada! Zaten biz de onun için bu işe koyulmuşuz. 

Her seher vakti o güzeller Peygamberinden haber gelir: ‘Gelin ey çâresizler, gelin!’ der. Aşıklara dermânda biçâreyiz. 

Aşıkların hepsinden de ‘Lebbeyk, lebbeyk!’ sesleri göklere yükselmede, onlar diyorlar ki: ‘Mânâ mushâfı sensin. Bizler ise otuzar parçaya ayrılmışız, cüz’lerden ibâretiz.’ 

Dudağı bile onun şarabını içince kendinden geçti. Biz ne yapalım? Biz demirden, kayadan ibâret bir dağ mıyız? 

Biz gökyüzü harmanında yıldızız ama, parça parça kesilsek, her parçamız bir arpa büyüklüğünde olsa, yine de bir zerre kadar sır vermeyiz. 

Biz Hazreti İsa gibi şu beden beşiğinde bağlıyız ama, Hazreti Meryem gibi Allah’ın nuruna gebe kalmışız.

Bizi bu cüz’î akılda arama! Biz onun aşk ovasına dalmışız, cüz’lerden kurtulmuşuz. 

Aşk delidir, ama biz delinin delisiyiz. Nefs-i emmâre kötülükleri emrediyor. Biz onu emrimiz altına almışız.

Ey Tebriz şehrinin iftihâr ettiği Şemseddin! Bu seferden bir kere daha geri dön! Allah aşkına gel, biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz, o aşk ile oyalanmadayız.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVI

“Bana senin akîk gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var? Bana senin cemâlin lâzım, kamerin ne yeri var?” Mevlâna

1555. Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnûn olursa.

Ey güzel endâmlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymâneleri içmem revâ mı?

Sevgili! Bana da bir nasîb vermek istersen beni anarak bir kadeh iç!

İçerken bu yerlere serilmiş düşkün aşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök!

Şaşılacak şey! Nerde o ahîd, nerde o yemîn? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani?

1560. Bu kulun ayrı düşmesi, fenâ kulluktansa… kötüye kötülükle mukâbele edersen aramızda ne fark kalır?

Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, semâdan, çengin nağmelerinden daha zevkli, daha neşeli.

Ey cefâsı devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber!

Ateşin bu… acaba nurun nasıl? Mâtem, bu olunca düğünün nice?

Cevrinde öyle tatlılıklar var ki… mâlik olduğun letâfet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz.

1565. Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.

Kahrına da hakkıyla aşığım, lütfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim.

Tanrı hakkıyçün bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryâd ederim.

Bu ne şaşılacak şey, bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!

Bu bülbül değil, ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte!

1570. Güle aşık, hâlbuki esâsen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!”

‘Ey güzel endâmlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymâneleri içmem revâ mı?’

Ahmed Avni Konuk buyurur ki: “İlâhî ilimde kâbiliyet ve istidâdı tam ve sabit olan enbiyâ ve evliyânın hakîkatidir ki, onlar nefs perdelerini yırtıp kendi hakîkatlerine mahrem ve sohbet arkadaşı olmuşlardır. Ve kendi hakîkatleri dahî, bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan ’Allah’ isminin mazhârıdır. Bu konuda söz sahibi olanlar, ‘İnsan-ı kâmilin zâhiri bâtınına tapar’ dedikleri dahî bu mânâdadır… Allah’a aşık olan insan-ı kâmil, küllün aşıkıdır ve kendisi de külldür. Binâenâleyh o kendisinin aşıkı olmuş olur ve kendisinin aşkını isteyici ve arayıcıdır… Yâni ey nefsin perdelerini yırtıp kendi hakîkatleri olan Hakk’a mahrem ve dost olan âli ruhlar, ben ten kaydı içinde kendi nefsimin kanla dolu olan mey kadehlerini içiyorum. ‘Kan dolu kadeh’ten maksat, gazab ve şehvet gibi nefsânî sıfatlardır.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Ey insanlar’” diye seslenir, “kim öğüt diler, kabul etmeyi isterse, Allah ona başarı vermiştir; onun sözünü doğru yola kılavuz edinen, doğru yola girmiştir. Allah’a sığınan emîn olur, ona düşman kesilense korkar durur. Çünkü Allah’ın ululuğunu tanıyanın ululanması gerektir; çünkü onun yüceliğini bilenlerin yücelmeleri, ona karşı alçalmalarıdır; onun kudretini bilenlerin esenlikleri, ona teslîm olmalarıdır. Allah, ahdini, amânını kulları arasında bir rahmet olarak yaymıştır ki o, bir emnîyettir, herkes orda esenleşir; bir haremdir, herkes ona sığınır; bölük bölük herkes onun civârına koşar gider.”

Nitekim Cenâb-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin şeker gibi dudaklarından, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur Kur’an-ı Kerîm’de, “De ki: Ey kendi öz canlarına karşı haddi aşarak hareket eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. O, kusurları bağışlar. Çünkü O, yarlıgayıcıdır, bağışlayıcıdır.” (Zümer, 53)

“Ne güzel yaratmış Hakk, hem gülü hem dikeni” der Hasan Dede ve sorar, “Diken ne için sığındı güle bilir misiniz?.. Diken güle sığınmıştır ki, ateşe atılmaması için. Gülü atmazlar ateşe, gördükleri yerde kaldırırlar koyarlar bir kenara, orada kurur gider, ama ateşe atmazlar gülü. İşte diken de ateşe atılmamak için güle sığınmıştır. Gül olmasa dikeni ateşe atarlar. Gül onu kabul ettiği için diken de bekçilik yapar güle. Dikkatsiz biri onu koparmaya kalkarsa o da batar ona, korur gülü; ister ki aklını kullansın da öyle alsın gülü.”

‘Ey cefâsı devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber! Ateşin bu… acaba nurun nasıl? Mâtem, bu olunca düğünün nice?’

Hazreti Mevlâna der ki, selâm üzerine olsun, “Birisinin yüreği Tanrı için erirse şehitler gibi iki âlemde de lütfa, ihsâna mazhâr olur.”

“Aşıklar belâyı isterler, dikeni güle tercih ederler” diye buyurur Sultan Veled Hazretleri, “Aşıklara cehennemin en derin yerleri cennettir. Onların zevki de, şiddeti de mihnettedir. Tazelikleri yangın ateşindendir. Semender gibi ateş içinde yer tutarlar. Aşıkların hepsi de belâyı istirahata tercih etmişlerdir, kendilerinden geçmişler, uyku ve yemekten kesilmişlerdir. Onların canı fitne ve şer ister, kılıçları kan deryâsı içinde olmalıdır. Onların kalbine korku yol bulamaz, canlarına Hakk’tan başka vâkıf olan yoktur… Onlar, Cenâb-ı Halil’e benzer. Ateş ve duman onlara gülistan ve bostandır. Onların gülşen ve reyhânları ateştir, huri ve rıdvanları cehennemin kahrıdır. Git, sen de bir Halil ol ki belâ ateşi seni o ziyâfete davet etsin.”

‘Bu ne şaşılacak şey, bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!.. Güle aşık, hâlbuki esâsen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!’

Şiir:

“Ey canlar, ey aşıklar… 

Hilkâtin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Her şey mahvoldu. 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur, 

Aşk ne ilk, ne de sondur, 

Aşk sonsuzluk vahdetidir. 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhur etti, 

Aşk kadeh sûretinde göründü, 

Aşk şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o surette demi gördü, 

Aslına vasıl oldu, 

Görmeyen tümüyle yok oldu. 

Her şey aslına rücû etti, 

Aşkı, aşktan başka hiçbir şey tefsîr edemedi…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXV

Bir tâcirin ticaret için Hindistan’a gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla Hindistan dudularına haber yollaması.

Bir tâcirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.

Tâcir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.

1545. Kerem ve ihsân dolayısıyla, kölelerinin, câriyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi.

Her biri ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini va’d etti.

Duduya da, “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi.

Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim hâlimi anlat.

De ki: “Sizin müştâkınız olan filân dudu, Tanrı’nın takdîriyle bizim mahpusumuzdur.

1550. Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.

Dedi ki: Revâ mıdır ben iştiyâkınızla gurbet elde can vereyim.

Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh ağaçlarda zevk ve safâ edesiniz.

Dostların vefâsı böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gülbahçelerinde.

Ey ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!

Ahmed Avni Konuk buyurur ki: “Hazreti Pîr’in, ‘Ulular’ tabîrinden kastı ervâh-ı enbiyâ ve evliyâdır; sabah şarabı ile de onlara olan tecellîyat-ı zâtiyyeye, yâni zâtının tecellîsine, işâret etmektedir. Bu doğrultuda, beyitte şöyle söylenmektedir: Ey mukaddes ruhlar! İlâhî tecelli ile zevke gark olduğunuz zamanda, beden hapsinde kalan bizleri de hatırlayınız, ki o tecellînin aksetmesinin bereketiyle bizler de nefs kuyusundan kurtulalım.”

Allah’a varma yolunda ruhun, nefs ve vücut bağlarından kurtulabilmesi için ancak ezel ve ebed yoldaşı olan Hakk dostlarından, yâni mürşid-i kâmilden, mânevî yardım ve şefaat istemesi gerekir.

Sultan Veled Hazretleri, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur: “İyice bil ki Allah’ın has eri, iki âlemde de merâmına ermiştir, sevinç içindedir. Zenginin de elinden tutan odur, yoksulun da; zehire panzehirdir, derde dermân, yaraya melhemdir. Onu ister kabul etsinler, ister etmesinler bundan ona ne bir hayır gelir, ne bir şer. O, kendi başına hoştur, rahat ve esendir; pâluze gibi yağlı ballıdır. Dünyada hiç kimseye muhtaç değildir; aksine varlık âlemi de ona muhtaçtır, mekân âlemi de. Suçlular, onun yüzünden azâd olurlar; mahremler, onun yüzünden muratlarına erişirler.”

Bakın bir kasîdesinde ne güzel seslenir yüce Pîr Mevlâna, efendisi Şems’e…

“Kadeh kırıldı, şarabım kalmadı. Ben de mahmûrum. Benim bu perişan hâlimi, mânevî yıkınlığımı ancak Şems-i Tebrizî mamûr edebilir. 

Çünkü o görüş âleminin padişahıdır. Keşif âleminin ışığıdır. Ruhlar onu uzaktan görünce canla başla ona secde ederler. 

Harâb olmuş binlerce can, binlerce gönül, elini uzatsın da, onları şaşkınlık denizinden çıkarıp kurtarsın diye ona secde etmedeler. 

Gökler ve yerler küfür karanlığına gömülmüş olsalar, onun ışığı parlayınca her taraf aydınlanır, her taraf nurlanır. 

Meleklerin ondan elde ettikleri, temizlik, paklık, şeytanlara da nasîb olsa onların her biri güzelleşir, birer hûri olurlar. 

O nur, şeytana nasîb olmasa bile yine de kerem perdeleri ile onu gizler. 

Bayram gelerek lütuflara ve ihsânlara başlayınca, her tarafta düğün dernek kurulur. Her ağlayan neşeye gark olur, güler. 

O güneş Tebriz’den doğunca, bütün âlemin zerreleri, sûr sesi duymuş gibi canlanır, dirilirler. 

Ey seher rüzgârı! Allah aşkına tuz ekmek hakkı için lütfet! Bilirsin ki her seher vakti ben onun yüzünden sevinirim, neşelenirim. Sen de onun yüzünden sevinir, tatlı tatlı esersin. 

Ey seher rüzgârı! Gayb âleminin tâ ötelerinden esip gelirken bir de oralara, gayb âlemine uğra, bu işi ihmâl etme, tembellik etme! 

Oradan elde ettiğin kanatla üç bin yıllık yol bile olsa uç, onun verdiği kanatlarla o yol uzun gelmez! 

Kanadın yorulup uçamayacak kadar yorgun düşersen, ona secdeye kapan, gönlü yaralı, ayrılıktan canı hasta olan aşığın hâlinden bahset! 

Gözyaşları dökerek ona de ki: ‘Senden ayrıldığı andan beri günleri karardı, gece oldu, saçları kâfur gibi ağardı.’

Sen öyle affedicisin ki, dünyadaki bütün suçluları merhamet denizine daldırır, hepsinin suçunu örter ve bağışlarsın. 

Gören can gözü bile senin canını göremezken, gözü olmayan elbette mazûrdur. 

Gözleri yaş dökerek ona yalvarırken, bir yolunu bul, ayağının bastığı topraktan al getir de, gözlerime sürme olarak çekeyim. Çünkü bu dert gittikçe artmada. 

Ey seher rüzgârı! Bu yolculuktan saadetle, kutlulukla dönünce, varlık âlemini de, yokluk âlemini de ateşlere yakarsın. 

Sürme olarak gözlerime çekeceğim toprağı bana getirirsen, sana, senin canına sayısız yıllar boyunca rahmetler olsun!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXIV

“Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun” sözünün mânâsı.

1525. Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!

Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makâma erişip sultan oldu.

Sel, denize kavuştu, deniz oldu. Tane, ekinliğe vardı, ekin oldu.

Ekmek, Âdem Ata’nın vücuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdâr oldu.

Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.

1530. Sürme taşı, gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.

Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!

Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.

Tanrı Kur’ân’ına kaçar, sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın.

Kur’ân; peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların hâlleridir.

1535. Fakat okur da dediğini tutmazsan farz et ki peygamberleri, velîleri görmüşsün, ne fayda!

Kur’ân’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.

Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.

Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.

Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makâmından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!

1540. Biz, bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!

Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta hâline gir!

Zâten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Allah kitabı, yol gösteren adam, yâni kâmil mürşiddir. Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur’ân’da, bu açık kitapta neler yok…” diye buyurur.

“Mürşid-i kamilin gölgesinde oturmak, hayalî Allah’ı anmaktan daha iyidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Çünkü mürşid-i kâmil, Hakk’ın elçisi, onun temsilcisidir. Onu her şey bilmek, ona imanla bakmak, hayalî Allah’ı düşünmekten daha iyidir. Mürşid-i kâmiller Allah’ın gölgeleridir, hepsi O’nun aletleridirler. Hazreti Muhammed Efendimizden zuhura gelen bütün o güzel kelâmlar Allah’ındır. O, onun aletiydi, Hakk ondan işliyordu.”

Sultan Veled Hazretleri de, onun da selâm olsun üzerine, Maarif’inde buyurur ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibâdetten daha üstündür. Onun yanında oturmak, gölgesinin yanında oturmak, Allah’ın yanında oturmaktır.” 

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık” (Furkân, 45) diye buyrulur.

‘Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.’

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrini şöyle yorumlar: “Peygamber Efendimiz, ‘Ölüler ile oturmaktan sakınınız!’ buyurdular. Ve ‘Ölüler kimdir yâ Resûlallah?’ diye sorulduğu vakit, ‘Ehl-i dünyadır’ buyurdular. Yâni, öldükçe mârifet sahibi olup, kalbi bu mârifet ile dirilmiş olan sâlikler, ehl-i dünya ve gaflet ile karışıp görüşürse, yavaş yavaş kalbin mârifet nuru sönmeye başlar. Zîrâ sohbet ve karışıp görüşmenin insanın tabîatına pek büyük tesîri vardır ve tabîat hırsıza benzer, her şeyi çalabilir. Binâenâleyh sâlike lâzım olan daima ehl-i gafletten uzak olmak ve gönlü diri olan ehl-i tasavvuf ile birlikte oturmaktır. Eğer bir ehl-i tasavvuf bulamaz ise, Kur’ân ile meşgul olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Pîr, ‘Bizden sonra Mesnevî şeyhlik eder’ buyurmuşlardır. Ve sâlik, bu sayede esrâr-ı Kur’ân’dan haberdâr olmuş olur.”

Kasîde:

“Aşıklarla beraber otur kalk! Arkadaş olarak her zaman aşık olan kişiyi seç; aşık olmayanla bir an bile dost olma! 

Eğer yâr, izzet perdesini, namus perdesini yüzüne indirirse, sen git, yüzünde perde olmayan güzelin yüzüne bak, güzelliğini seyret! 

Yüzünde secde izleri bulunan, gerçek sevgilinin nuru olan yüzü gör; alnında mânâ güneşi parlayan güzeli seyret!.. 

Vahdet güneşi, onun yanaklarına yanaklarını koymuş; ona öyle bir nur vermiştir ki, ay bile, onun yüzünü görünce kendinden geçer, yerlere serilir!.. 

Onun bedeni, hayalin bedeni gibi kansız ve damarsızdır; içi de, dışı da tamamıyla mânâ sütü ile, mânâ balı ile doludur! 

Eşi benzeri olmayan sevgili, onu o kadar çok kucaklamış, o kadar çok bağrına basmıştır ki, ona sevgilinin kokusu sinmiş; artık, onda toprak kokusu kalmamıştır! 

O, aydınlıksız bir sabah, renksiz bir akşamdır; yönsüz bir zâttır; doğmaz, doğurmaz bir hayattır! 

Güneş, gökyüzünden hiç borç nur ister mi? Gül fidanı, yaseminden ödünç koku ister mi? 

Balık gibi dilsiz ol, konuşma; deniz suyu gibi duru, saf bir hâle gel de, çarçabuk inci ve mücevher hazinesine emîn ol! 

Hiç kimseye söyleme; ben, senin kulağına söyleyeyim! Bütün bu saydığım vasıflara sahip olan kimdir, biliyor musun? Tebrizlilerin kendisi ile iftihâr ettikleri, övündükleri Şemseddin’dir!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXVII

Tavşanın, arslanın huzuruna gelmesi, arslanın ona kızması.

1150. Arslanın kzgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor.

1151. Korkusuz ve çalımlı bir tavırla, hiddetli, kızgın, suratı asık bir hâlde koşmakta.

1152. Çünkü müteessîr ve zebûn bir hâlde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.

1153. Arslanın hizâsına yaklaşıp ilerleyince arslan bağırdı: “Bre adam evlâdı olmayan!

1154. Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek arslanların kulağını burmuşum.

1155. Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına alsın!

1156. Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!”

Hasan Dede, “Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir” der, “Eğer sen güçlü bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır ve korkunun yerini cesaret alır. Yüzmeyi bilmeyen hâliyle sudan korkar ama öğrendiği zaman bütün denizler onundur. Yaşamın ve ölümün hakîkatine ulaşan kişinin de defterinden korkular silinir. Hayatını cesaretle, kalbinde taşıdığı iman ve güvenle sürdürür.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmrân, 139) diye buyrulmaktadır.

Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme adlı eserinde, “Arzunu, canın arzusu tarafına döndürürsen, kötüden iyiye geçmiş olursun. Birkaç gün gayret eyle, tembellik etme, dine meyil ver ki sonunda dinden olmayasın. Cennetlerin en iyisine karşılık olarak ebediyyen hayatta kalasın. Bu suretle dine sarılınca da kibirden, kinden, hasetten temizlenirsin! İnsanlık dindir, dinden başkası hevâ ve hevestir. Onları bırak da dine sarıl!” diye buyurur, “Havasın hası olan Cenâb-ı Mevlâna buyurmuşlardır ki: ‘Ey kardeş, sen düşüncenin aynısın. Yoksa, kemikten, sinirden başka değilsin. Eğer düşündüğün gül ise gülşensin; dikense, külhâna lâyıksın! Eğer gül suyu isen, herkes seni bağrına basar; idrar isen dışarıya atarlar.’ O din sultanının esrârını dinle ki, inkârdan, şüpheden kesin bilgiye doğru gidesin. Endişe, din endişesidir. Başkası kabuktur. Eğer sen iyi kimse isen iç olmaya çalış! Dost tarafına yollan! Dine doğru gidersen canını geçicilikten kurtarırsın! Din, sana ebedîlik diyârında yüzlerce cihan bahşeder. Orada her şeyin sonsuza dek olduğunu görürsün. Hazineleri zahmetsiz elde edilir, emniyetlerinin sonunda korku yoktur. Doğru yol, benim öğütlerimdir. Benim şekerimden yiyenlere ne mutlu! Şekeri yemek için tûti lazımdır. Kargaya yedirmek için kimse şeker almaz.”

Halk arasında, ‘tavşan uykusu’ diye bir tâbir vardır. Tavşan uyurken gözlerini kapatmaz, uyanık görünür ama gerçekte uyumaktadır. 

Yüce Pîr Mevlâna, 1156. beyitte, tavşan gibi uyuyanlara, “Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!” diye seslenir.

Kasîde:

“Şu dumanlarla dolmuş evde bir pencere açtılar da, duman çıktı gitti; eve, güneşin nuru doldu! 

O ev nedir; neyin temsîlidir? O ev, gönül evidir; içeri dolan duman da, üzüntülerimizi, kederlerimizi göstermektedir! Aslında, boş düşüncelerimiz, endişelerimiz, bizim mânevî zevkimizin, ruhanî neşemizin boynunu vurmaktadır! 

Ey Hakk yoluna düşen kişi! Aklını başına al, gaflet uykusundan uyan da, düşünceden de kurtul, hayalden de!.. Yâ Rabbi! Şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder! 

Uykuya dalan kimse, bir hiç için binlerce gam yer, kederlere kapılır! Rüyâsında ya kurt görür, ya da yolunu kesen eşkiyâ!.. İnsan, rüyâsında yüzbinlerce kılıç, yüzbinlerce mızrak görür; fakat uyanınca, kılıçlar, mızraklar şöyle dursun, bakar ki, bir iğne bile yok!..

Ölüp gidenler derler ki: ‘Boş yere ne olmayacak gamlar yemişiz, üzülüp durmuşuz! Ömrümüz, çeşitli vesveselerle geçti gitti! 

Bir hayal için düğünler yapmışız, evler kurmuşuz; yine hayal için zırhlar giyinmişiz, savaşa girmişiz! 

O düğün de, o savaş da, o yas da hep boş şeylermiş; bütün bunlar, bu nefsin işleri imiş!.. Bugün ne ondan bir oyun kaldı, ne bundan bir ağıt, bir feryâd!..’

Dünya âleminde başlarına gelenlerden ötürü yüzlerine vururlar, yüzlerini yırtarlar, dövünürler dururlar. Fakat, gaflet uykusu sona erince, görürler ki yüzlerinde bir tırmık beresi bile yok! 

Nerede o bizimle sütle bal gibi kaynaşan, nerede o bizimle su ile yağ gibi bir türlü uzlaşamayan?.. Şimdi, gerçekler belirdi; uyku da geçti, hayal de!.. Şimdi, huzur var, rahat var; emniyet, istirahat var; ne bizlik kaldı, ne benlik!.. 

Şimdi, ne ihtiyar var, ne genç; ne esir var, ne de eşkiyâ; ne yumuşak var, ne sert kaldı!.. Artık ne mum var, ne demir!.. 

Bir renklilik, bir sıfata bürünmüş birlik var; bedenden uçup gitmiş bedenden kurtulmuş bir can var!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXX

Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları.

1041. Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!

1042. Ey bir arslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!

1043. Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.

1044. Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.

Hasan Dede, “Kalb ile dinleyebilmek için insanın çok saf olması lâzımdır. Her şeyden arınmış olması lâzımdır” diye buyurur ve Hazreti Mevlâna’dan misâl vererek, “Mevlâna’nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle seslenir” der, “Ey yolcu! Bir iş yapmak istediğin zaman birkaç bilgine danış, ya da istersen yüzlerce bilgine danış; fakat işe başlamadan evvel mutlaka kalbine danış ve kalbinden gelen ses ile işe koyul… Çünkü kalpteki ses her zaman üstündür. Oradan güzel bir ses gelirse o sese uy. Akıl yenilebilir ama kalb yenilmez, orası tevhid yeridir. Hele o kalbe güzel bir Dost koymuşsan, hiç yenilmezsin.”

Nitekim, ‘Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.’

Tavşanın sırrını onlardan gizlemesi.

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!

1046. Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.

1047. Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.

1048. Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.

1049. Bir iki kişiye söyledin mi, artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahpus kalırlar.

1051. Danışanlar, üstü örtülü, güzel bir tarzda konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinâyelerledir.

1052. Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Ashâb cevap verir, düşman haberdâr olmazdı.

1053. Düşman ayağı baştan ayırd edemesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misâlle söylerdi.

1054. Bu misâlle muradını anlatmış olurdu. Ağyâr sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Hazreti Ali, “Akıllı kişi ne sırrını ifşâ eder, ne de başkasının sırrını sorar” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle anlatır ve der ki: “Dostlara ısmarıcım olsun, içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli şeyler açıldı mı, sakının sakının, onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duyduğunuz şu sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü ‘Hikmeti, ehli olmayandan başkasına vermeyin; ona zulmetmiş olursunuz; ehlinden de esirgemeyin, ehline zulmedersiniz’ denmiştir. Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme; evinde gizle dese onu çarşılarda pazarlarda dolaştırman, herkese, gel de şunu bir gör demen, yerinde bir iş midir; o sevgilinin de hiç hoşuna gider mi bu iş? Onlara gitmez amma sana da kızar. Ulu Tanrı, bu sözleri onlara harâm etmiştir. Hani cehennemlikler, cennetliklere, nerde verginiz, nerde adamlığınız? Tanrı’nın size verdiği, bağışladığı şeylerden birazcığını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için döküp saçsanız, bize bağışlasanız ne olur ki? Çünkü biz bu ateşin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcığını verseniz, o arı duru, soğuk mu soğuk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki? diye bağırırlar ya…

‘Cehennemlikler, cennettekilere; sudan, Tanrı’nın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de dökün saçın derler; cennettekiler de derler ki: Gerçekten de Allah her ikisini de kâfirlere harâm etmiştir.’

Cennettekiler, onu Tanrı harâm etmiştir size derler; bu nimetin tohumu dünyada ekilecekti; mâdemki orda ekmediniz, ekmeye de çalışmadınız, burada ne biçeceksiniz, ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile mâdemki Tanrı, onu size harâm etmiştir, boğazınızı yakar, boğazınızdan aşağıya gitmez o. Bir keseye koysanız kese yırtılır, dökülür gider. İşte tıpkı bunun gibi. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafa’nın yanına, münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk geldi. Sahâbe, gizli şeyleri anlatmada, Mustafâ’yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye buyurdu ki: ‘Kaplarınızın ağızlarını kapatın.’ Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin, kapların kacakların, küplerin ağızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır; testilerinize düşerler. Tanrı esirgesin; siz de bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyânı dokunur. Mustafa, böylece onlara, yabancılardan hikmeti gizleyin; yabancıların önünde ağzınızı dilinizi kapatın; çünkü onlar farelerdir; bu hikmete, bu nimete lâyık değildir onlar buyurdu.”

Kasîde:

“Ey Hakk’ın sırlarını öğrenmek isteyen! Haydi gel, bu aşk bahçesinde gezinmeye bak ki, aşk sırlarıyla sevinesin. 

Bizim gül bahçemiz şarap kadehleri devreden bir aşk bahçesidir. Bu gül bahçesi, bülbüllerin yuvasıdır, cihan farelerine lâyık bir yer değildir.

Burada tûti kuşlarına şekerler, susayanlara âb-ı hayat vardır. Sanki bu, nisan yağmurudur. Bazen zehir gibi acı, bazen kıymetli inci olur. Müttekîler sedef gibi inci ile dolarlar. Şakîler yılan gibi zehirle dolarlar. 

Tevhid ilmi, tasavvuf ehline, hâl ehline nasiptir; fıskdan, fücûrdan uzaklaşmayan kimse, mürşitlerin sözlerinden uzak kalır…”