MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVII

Hud Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi.

854. Hud, müminlerin bulunduğu yerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir hâlde esiyordu.

855. Çizgiden dışarda olanların hepsini, havada parça parça ediyordu.

856. Şeybân-ı Râi de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.

857. Cuma günü, namaz vakti cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.

858. Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

859. Tanrı erinin dairesi, hem kurdun hırs yeline set ve mânia olmuştu, hem de koyunun hırs yeline.

860. Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoş.

861. Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?

862. Din erbâbı şehvet ateşinden yanmaz; başkalarını tâ yerin dibine geçirmiş olsa da.

863. Deniz dalgası Tanrı fermânıyla koşunca Musa kavmini Kıptîlerden ayırdetti.

864. Tanrı fermânı erişince toprak, Kârun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.

865. Su ile toprak, İsa’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.

866. Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan bedeninden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibârettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.

867. Tûr Dağı, Musa nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfî oldu, noksandan kurtuldu.

868. Dağ bir azîz sûfî olursa şaşılacak ne var? Musa’nın cismi de bir kesek parçasından ibâretti.

Hazreti Mevlâna, Divân-ı Kebîr’deki bir kasîdesinde, “İlâhî nur denizinde gizlenmiş olan âriflerin nefesleri nurdandır! Onlar, hep nuru teneffüs ederler; bilgisiz karanlığı yok ederler! Buraya gelince kalem kırıldı, kağıt da yırtıldı! Lütûf sahibi Rabb’in büyüklüğünü, kudretini anlayınca dağ bile paramparça olur!” diye seslenir.

Hasan Dede, “Cuma’nın mânâsı cem olmak demektir. Yâni cemâl cemâle gelmek, hâl hatır soruşmak ve Hakk muhabbeti yapmak demektir” der ve şöyle misâl verir: “Peygamber Efendimizin zamanında, sahâbe bir pervâne gibi onun etrafında dolaşır ve ondan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşgûliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü diğerlerine sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi tâkib eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.”

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, “Koyun sürüsüne salıverilmiş olan iki kurdun sürüye verdiği zarar; insanın, mal ve mevkî hırsı ile dinine verdiği zarar kadar olamaz” diye buyurur.

857. beyitte adı geçen ve cuma namazına giderken güttüğü koyun sürüsüne kurtların saldırmamaları için etraflarına bir çizgi çeken ve bu sûretle, ne bir koyunun bu çizgiden dışarı çıkmasını ne de bir kurdun içeri girmesini tedbîr eden Şeybân-ı Râi de ulu ve ârif bir zâttır. Öyle ki, Abdülbâki Gölpınarlı, yaptığı tefsîrde, Gazâlî’nin “İhyâ’ul-Ul’um” isimli eserinde, Şâfî’nin, bu zâtın huzurunda âdetâ bir mekteb çocuğu gibi oturduğunu, ona sorular sorduğunu, bu hâle şaşanlara da, “O, Tanrı bilgisini biliyor” dediğini rivâyet ettiğini açıklar.

Beyit:

“Şems-i Tebrizî, gönül goncasının kulağına buyurdu, dedi ki: 

Nefsânî isteklerden kurtulur da, gönül gözün açılırsa; sen de bizimle beraber görülecek şeyleri görürsün.”

“İçindeki bu düşmanı, sevgin, aşkın ve bakışın daima Hazreti Muhammed’e, Hazreti Mevlâna’ya yöneldiği zaman yenebilirsin” der Hasan Dede, “Onlar insanı nefsinden arındırır. Fakat ‘Ben!’ dedik mi, bir bardak suyun içinde boğulduk demektir… İnsan, tam bir imanla Allah’a yola koyulursa, artık kendine ait birşey kalmaz ve onda varlığını gösteren tamamiyle iman ettiği yer olur. Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yâni diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, bizim İbrahim Halîlullah gibi olmamız gerekir. Onun gibi teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kâinat ona hizmettedir. Fakat bu yere akılla varılmaz; insan akla düştü mü, acaba mı, nasıl mı, neden mi, niçin mi, diye sorgu suâl etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, nefsine düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren de nefsidir.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna…

“Diken ekersen, gül devşiririm mi dersin? Gül dikmezsen, hiçbir fidan gül vermez sana. Dereler buğdaydır âdetâ bu dünya ise değirmen; fakat değirmene kerpiç götürürsen ancak toprak elde edersin.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXIV

O Yahudi padişahının, küçük bir çocukla bir kadını getirip, o çocuğu ateşe atması, çocuğun dile gelerek halkı ateşe atılmaya teşvîk etmesi.

783. O Yahudi, bir kadını çocuğuyla putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı.

784. Çocuğu, anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı.

785. Kadın, put önünde secde etmek isteyince, çocuk ateş içinde “Ben ölmedim” diye haykırdı.

786. “Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.

787. Bu ateş; perde olarak zâhirde bir gözbağıdır. Fakat hakikatte mânâ yakasından baş çıkarmış, zuhûr etmiş bir rahmettir.

788. Ana, gel de Tanrı’nın burhânını gör ki bu suretle Hakk haslarının zevk ve işâretini de göresin.

789. Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör!

790. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör.

791. Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum.

792. Hâlbuki senden doğunca havası hoş, rengi güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum.

793. Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.

794. Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsa nefesi var.

795. Şekil yok, kendisi var bir cihan… O zâhiren var olan, dünya ise sebatsız şekilden ibâret.

796. Ana, analık hakkı için gel, gir… bu ateşin ateşlik hassası yok.

797. Ana, gel, gir… tam tâlih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir… devleti elinden kaçırma.

798. O köpeğin kudretini gördün. Gel bir de Tanrı’nın lütûf ve kudretini gör.

799. Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zâten seni kayıracak hâlde değilim.

800. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur.

801. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azâptan ibârettir.

802. Ey ahâli, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasîbe pervâne gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.

803. O, cemaat ortasında böyle bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.

804. Bunun üzerine kadın erkek kendilerini, gayriihtiyârî, ateşe atmaya başladılar.

805. Hem de memûr olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkıyla. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.

806. Nihâyet öyle oldu ki hademe, halkı “Ateşe atılmayınız” diye men etmeye başladı.

807. O Yahudi, yüzü kara ve mahcûb bir hâle geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı.

808. Zîrâ halk, imana eskiden olduğundan daha ziyâde aşık, kendilerini fedâ etmede daha fazla sadık oldular.

809. Şükrolsun ki, şeytanın hilesi ayağına dolaştı. Şükrolsun ki, şeytan da kendisini yüzü kara gördü!

810. Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamiyle o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.

811. O, pervâsızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde bakın nasıl bir seslenişte bulunuyor bizlere ve diyor ki:

“Dostu dosta götüreni, melekleri gökyüzünden yeryüzüne indireni getir! 

Her gece, Hazreti Muhammed gibi miraca çıkmak için aşk burağına eğer vuranı getir! 

Aklını başına al da, sen canla arkadaş ol, onunla düş kalk, onun huzurunda otur! Çünkü her oturuşta, biraz daha onun huylannı, sıfatlarını elde edersin.

Sakîsi ruh olan sonsuzluk aşk şarabını alır çekersin, çekince de kendinden geçersin, öyle bir hâl alırsın ki, 

Hakk yolu yolcusuna; ‘Git de canla oynama huyunu pervaneden öğren!’ dersin. Çünkü o, seni din mumunun ateşine çağırmaktadır.

Allah’ın vahyi geldi. Can kulağınızı açın da onu duyun. Çünkü mânâ kulağı açık olan kişiye, Allah hakikati gören göz ihsan eder. 

Dostun gönle gelen hayali sana buluşma müjdesini verir. O hayal, o zan seni alır; yakîne, tam imana çeker götürür. 

Sen düştüğün şüphe kuyusunda Yusuf gibisin. Dostun hayali de sanki bir iptir sen o ipe sıkıca tutunup çıkarsan kendini yücelerde, göklerin üstünde bulursun. 

Buluşma günü aklın başında kalabilirse sana der ki; ‘Ben, sana nefsanî arzularını ayak altına al!’ dememiş miydim? İşte dediğim gibi oldu; nefsi terk ettin de dostu buldun. 

Eğer sen, insan gibi yaşarsan, doğru bir kişi olursan, can buluşma evine girer. Eğer eğri bir kişiysen, seni atlaslara, giyinmeye, kuşanmaya çeker götürür.

Dünya hayatında başına gelen belâlara, cefâ dikenlerine katlan! Çünkü çektiğin acılar, sıkıntılar seni dikenlerden alır da güllere kavuşturur. Reyhanların, yaseminlerin bulunduğu bahçeye çeker götürür. 

Dost uğruna düşmanların lânetini, hakaretini, küfürlerini şerbet gibi iç! Çünkü bu lânetler, hakaretler, küfürler, seni lütûflara, senâlara, âferinlere mânevî derecelere ulaştırır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLII

“Sûbhânallah! Gündüz geldiği vakit, gece nerededir?” Hadîs-i Şerîf

423. Tanrı’ya kul olan, hakikatte Tanrı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir.

424. Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeden onun eteğine sarıl ki âhir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.

425. “Tanrı gölgeyi nasıl uzattı” âyeti, evliyânın nakşıdır. Çünkü velî, Tanrı güneşin nurunun delilidir.

426. Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halîl gibi “Ben batanları sevmem” de!

427. Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şâh Şems-i Tebrizî’nin eteğine yapış!

428. Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hakk ziyâsı Hüsâmeddin’den sor!

429. Hased, yolda gırtlağına sarılırsa… bil ki İblisin tuğyânı hasettedir.

430. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlanır… Kutlulukla, haset yüzünden savaşır.

431. Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir.

432. Bu beden, hased evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hâle düşer.

433. Ten hased evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.

434. “Evimi temizleyin” âyeti temizliği bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir.

435. Sen, teni olmayana hile ve hased edersen o hasetten gönül kararır.

436. Tanrı erlerinin ayakları altına toprak ol. Bizim gibi sen de hasedin başına toprak saç!

425. beyitte Mevlâna, “Rabbinin işini görmedin mi? Nasıl da gölgeyi uzattı, dileseydi onu sâkin eder, uzatıp kısaltmazdı elbette. Sonra güneşi delil ettik gölgeye; sonra da onu yavaş yavaş, gizlice kendimize çekip aldık” meâlindeki Furkân sûresinin 45 ve 46. âyetlerine işâret etmektedir.

Abdülbâki Gölpınarlı, “Bu beyitte, 45. âyetin başlangıcı olan ‘keyfe medde’z-zıll’ lâfzen iktibas olunmaktadır. Gölge, izâfî ve nisbî varlıkla var olan kâinat, güneş gerçek varlık olarak yorumlanmıştır” diye belirtir.

Ve yine, 426. beyitte işâret edilen, “Ben batanları sevmem” âyetine istinâden şöyle bir açıklama yapar: “Kur’an-ı Kerim’de, İbrâhim Peygamber’in Zühre yıldızını görüp ‘Rabbim ben batanları sevmem’ buyurduğu, ay doğunca, ona Rabbim budur, dediği; o da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse şüphe yok, yolu azıtanlardan olurum, diyerek Tanrı’ya sığındığı; derken güneş doğunca, bu daha büyük, Rabbim bu, dediği; o da batınca ‘Yüzümü gökleri ve yeryüzünü yaratana döndürdüm, özü temiz olarak ancak ona yöneldim, şirk koşanlardan değilim ben’ deyip Allah’a teveccüh ettiği anlatılmaktadır. İbrâhim Peygamber’in bu sonuca istidlâl yoluyla ulaştığını kabul edenler olduğu gibi yıldızlara, aya, güneşe tapan kavmini ilzâm için bu yolu tuttuğunu söyleyenler de vardır ki, bizce bu daha kuvvetlidir.”

Hasan Dede, “Sıfatlara bakarsak, zât’ı bilemeyiz. Zât’ı bilen ise sıfatları zât’tan ayırmaz; o sıfatların zât’tan geldiğini bilir” diye buyurur ve Hazreti Muhammed Efendimizin bu kâinatın yaratılışına sebep olan nur olduğunu belirterek, “O, iki cihanın güneşidir” der.

Hazreti Ali’nin, “Ben ay’ım, kılavuzum ise güneş” diye buyururken, güneş olarak Hazreti Muhammed’i kastettiği gibi, Hazreti Mevlâna’nın da güneşi Şems-i Tebrizî idi, ki bunu 427. beyitte, ‘Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şâh Şems-i Tebrizî’nin eteğine yapış!’ diyerek açıklamaktadır.

Güneş her zaman tektir. Hazreti Mevlâna’nın, efendisi Şems’de gördüğü de ve Hazreti Ali’nin kendisine kılavuz edindiği de; aslında aynı nur, aynı güneştir; Hazreti Muhammed’dir.

Nitekim Hasan Dede der: “Nokta, elif oldu. Elif, gökte güneş oldu. Elif, ay oldu, yıldızlar oldu. Elif, dünya oldu, kâinat oldu. Elif, Allah oldu, Muhammed oldu, hep elif yazıldı.”

Abdülbâki Gölpınarlı da, 427 ve 428. beyitlerle ilgili şu açıklamayı yapar ve der ki: “Tebrizli Şemseddin Muhammed, Konya’ya mürşid aramak için gelmiş ve Mevlâna’yı bulmuştu. Mevlâna, Şems’in şehâdetinden sonra, kendisine uyanların kuyumcu Selâhaddin’i muktedâ tanımalarını söylemişti. Selâhaddin de 1258’de vefât edince Çelebi Hüsâmeddin’in halîfe olduğunu bildirmiş, kendileri ebedîyete göçtükten sonra başta oğulları Sultan Veled olduğu hâlde bütün Mevlâna yolunu tutanlar Hüsâmeddin’e uymuşlardı.

Çelebi Hüsâmeddin, 1284 yılında vefât etmiş ve Mevlâna’nın kabrinin ön tarafına defnedilmiştir. Gerek Selâhaddin, gerek Hüsâmeddin, hattâ Sultan Veled, hem Mevlâna’dan, hem de Tebrizli Şemseddin Muhammed’den feyz almışlardır. Mevlâna, Mesnevi’yi, Çelebi Hüsâmeddin’in isteğiyle yazdığı için her cildin dibâcesinde ve münâsebet düştükçe metinde onu anar.”

“Bu yolda kalp temizliği, kalbin cilâlanması, hem uzun sürer hem de emek ister” der Hasan Dede, ve bu yolda yolcunun, Hazreti Muhammed’in bendesi bir mürşid-i kâmili kılavuz edinmesi ve orayla aklını büyütmesi gerektiğini söyler. Çünkü en büyük akıl sahibi Hazreti Muhammed’dir.

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde buyuruyor ki: “Ateş nasıl odunu yakar bitirir, kül ederse, hased de iyilikleri, kullukları mahveder.”

İşte bende-i Muhammed bir mürşid-i kâmil, yolcusunu kötü huylarından arındırır ve onu iyi bir insan haline getirir. Diğer bir deyişle değersiz bir madeni alıp, meselâ bakır gibi, kimyâsını değiştirerek, altın hâline getirir.

Nitekim, 434. beyitte işâret edilen “Evimi temizleyin” âyetinin mânâsı, Allah’ın evi olan kalbin temizlenmesi, bütün kirlerden arınmasıdır.

Hasan Dede şöyle buyurur: “Allah, gönüle bakar. Gönlünü Allah’tan başka her şeyden temizlemiş olan insanın bakışı da, görüşü de Allah nuruyladır. Ne mutlu o kişiye ki bir Hakk dostuna dost olur da; burnuna o gülden bir kokudur erişir… Bizler burada sizlerin hep gözlerinizi açmaya çalışıyoruz. Gözlerinizi açın ki daha iyi görün, kulaklarınızı açın ki daha güzel işitin. Çünkü biz Güneş’in evlatlarıyız ve hepinizin birer Güneş olmanızı isteriz.”

Şiir:

“Biz yokluk şerbetini içmiş, 

Güneşin çocuklarıyız, 

Kendimizden geçmişiz, yok olmuşuz, 

Fakat akılların sahibi ve varlığın kaynağıyız. 

Biz güneşten ayrı değiliz, 

Yalnız bir örtüyle gezeriz. 

Bize gerçek imanla teslim olan herkese, 

Gün gelir bu örtüyü çekeriz. 

Biz sevginin türlü görünümlerinde, 

Güneşin şuâları gibi yansıyan, 

Tüm gamları kederleri mutluluk yapan, 

Âb-ı hayat kaynağının sahibiyiz. 

Âb-ı hayatın kendisiyiz ey güzel dost, 

Gözlerime derinden bir bak da gör,

Sana senden yakın olan tek kişiyim ben. 

Aşka koş, aşka sarıl, aşka düş…”