MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXX

Ömer’in -Tanrı ondan razı olsun- ihtiyar çalgıcının nazârını varlık âlemi olan ağlamaktan mestlik âlemi olan istiğrâk âlemine çevirmesi.

2195. Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delâlet eder.

Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günâhtır.

Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Tanrı’ya perdedir, geleceğin de.

Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?

Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.

2200. Sen, kendi tarafından tavâf edip durdukça nasıl tavâfta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?

Haberlerin, haber vericiden bîhaberdir; tövbe günâhından beterdir.

Ey geçen hâllerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gâh zîr nağmesini kıble edinirsin; gâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.”

Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı.

Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi.

Mürşid-i kâmilin huzurunda bulunan, onun güzel nefesleriyle hakîkatlere vâkıf olan müridin canı dirilir; sıkıntı ve hüzünlerden, geçmiş ve gelecek kaygısından kurtulur, varlık âleminden mestlik âlemine adım atar ve Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, “Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vaktin oğludur. ‘Yarın’ demek yol şartlarından değildir” diye buyurduğu üzere, ânda yaşamaya başlar.

‘Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?’

Yüce Pîr Mevlâna’mız, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle seslenir: “Biz kendimizi tamamiyle dünya işlerine verdik. Birçok isteklere, emellere düştük. Hep dünya için çalışıyoruz; servet, şöhret, yüksek mevkî hırsıyla didinip duruyoruz. Bu yüzden de kederden, sıkıntıdan kurtulamıyoruz. Gamlardan, kederlerden kurtulmak için eşe, dosta sarıldık. Eğlencelere kapıldık. Ey def! Sen bizim şu hâlimize candan, gönülden feryâd et! Ey ney sen de ağla, inle!”

Bu yolda, yılmadan çalışıp çabalayan yolcu, aşkı ve imanı sahi ise gün gelir mutlaka varmak istediği yere ulaşır.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bir karıncadan misâl vererek şöyle bir hikâye dile getirir: “Bir karınca niyet etmiş Hacca gidecek, ona demişler, sen bu hâlinle nasıl varırsın Hacca? Karınca da demiş, bir kervan Hacca gidiyor ya, ben de o kervanda birinin heybesine takılırım, onlarla belki Hacca varırım… Bizler de ne kadar kendimizi doğru yola sevketmeye çalışırsak, bakarsın belki bir gün bir yerlere varırız.”

‘Sen, kendi tarafından tavâf edip durdukça nasıl tavâfta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?’

Hakîki Kâbe gönüldür, yâni mürşid-i kâmildir, çünkü o gönül tamircisidir, yıkık gönülleri tamir eder; hakîki tavâf ise, onun etrafını tavâf etmektir, yâni onun ilmine, feyzine ve muhabbetine nâil olup, gönül sahibi olmaktır. Âcizâne, bundan daha üstün bir tavâf da yoktur.

Nitekim Hazreti Pîr, gönül hakkında şöyle buyurur: “Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavâf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür! Cenâb-ı Hakk, görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.”

“Gönül çok mukaddes bir varlıktır” der Hasan Dede, “Fakat gönül dediğin bostanda bitmez, çarşıda satılmaz, her kula da nasîb olmaz. Bütün dâvâ gönüller sultanı Hüdâvendigâr Mevlâna’nın yolunda yürümektir. Bizim yolumuz âriflerin yoludur; irfâniyettir. İnsanı insana bildirmektir, insanı Hakk’a ulaştırmaktır, çünkü insan yaşar ve yaşatır.”

Kasîde:

“Ey gönül! Kendine gel; ‘Zahmet çekmeye gücüm kuvvetim yok!’ deme! Kendi saçma görüşlerinden vazgeç; sen, güçsüz değilsin! 

Herkesin zahmetini bol bol çekiyorsun da, sende bulunan gizli hazineyi aramak zahmetine katlanmıyorsun! Bu; tembelliktir, hasisliktir, aşağılıklıktır! 

Gönlünde ne varsa, o, senin sözünde, feryâdında gizlenmiştir! Onlar; sözünle, feryâdınla meydana çıkarlar ve derlenir toplanır, kıyâmeti koparırlar! 

Müridin canı da, gönlü de, benlik ve bizlik şehvetinden, ancak Senin tertemiz denizinden başka bir şeyle temizlenmez. 

Günâh işlemekten çekinenler, temiz gönüllü kişiler, sabah akşam çölde yol alırlar, Kâbe’ye gitmek isterler! Hâlbuki Kâbe, onları ziyaret etmek için onlara doğru gelir, onları karşılar! 

Ruh, ona secdeye kapanır, onun varlığına şükürler eder! Allah’ım! Ruh, Sana ibâdette baş olmuştur, yücelmiştir! 

Güneş gibi gülüşündeki lûtfa, kereme, zerre zerre her şey, bir başka çeşit şehâdette, tanıklıkta bulunur! 

Herkes, her şey, Sen’i arıyor; Sen’in mahallende itikâfa girmiş, Sen’in kereminin, lütfunun Kâbe’sine yüzlerini dönmüşler, ibâdet ediyorlar! 

Bazen çeng gibi, kapının önünde Sana rükû etmekte, bazen ney gibi, Senin nefesinin ümidi ile kamet getirmektedir! 

Yeter ey akıl! Artık, bu hüzünlü feryâdı bırak; acıklı hikâyeyi söyleme! Cesur olan her gönül, konuşarak değil, susarak hakîkatin kokusunu alır!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIX

“Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sâfâya dalabilirim? Çan sesleri, yükleri bağlayın diye feryâd edip durmakta.” Hâfız-ı Şirâzî

Çalgıcı, Ömer’i görünce şaşırdı. Gitmek istedi, fakat titremeye başladı.

İçinden dedi ki: “Yâ Rabbi, senin elinden el amân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesîb geldi, çattı.”

Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış, çehresini sararmış görünce,

2175. “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hakk’tan müjdeler getirdim.

Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihâyet Ömer’i, senin cemâline âşık etti.

Otur şöyle önüme; uzaklaşmaya kalkışma. Kulağına devlet ve ikbâl âleminden bazı sırlar söyleyeyim.

Tanrı sana selâm söylüyor; hâlini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden ne hâldesin, buyuruyor.

Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!”

2180. İhtiyar, bunu işitince, kendini yerden yere vurup ellerini ısırmaya, elbisesini yırtmaya başladı.

“Ey nâziri olmayan Tanrı! Ziyâde utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmaya koyuldu.

Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihâyet çengi yere çalıp parça parça etti.

Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!

Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemâl sahibine karşı yüzümü kara eden!

2185. İhsân ve vefâ sahibi Tanrı, cefâlarla, suçlarla geçen ömrüme acı!

Tanrı, bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.

Bense bütün o ömrü, her nefeste zîr ü bem perdelerine harcederek yele verdim.

Âh! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.

Eyvâhlar olsun ki kûçek makâmının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.

2190. Eyvâhlar olsun bu yirmi dört makâmın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!

Ey Tanrı, bu feryâd edenin elinden feryâd! Hiç kimseden değil, bu medet isteyenden medet! Şikâyetim, ancak kendimden…

Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak, bana benden yakın olandan medet var.

Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”

Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.

Hazreti Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, bu beyitlerde ‘yirmidört makâm’ buyurmasındaki maksat, musikînin yirmidört makâmı olmakla birlikte, aynı zamanda, gündüz ve geceden oluşan yirmidört saate işârettir. 

Bir insan ömrü, selâm üzerine olsun, Hasan Dede’nin dile getirdiği üzere, “Ömür bir günü andırır; aynen gündüz ve gece gibi…”

Mevlâna’mız, bir kasîdesinde şöyle der: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” 

Biz ne aramalıyız, nasıl aramalıyız?.. Mevlâna’mızın buyurduğu gibi, biz can konağını olan Allah’ı aramazsak, O’nu kendimizde var etmezsek, demek ki, hikâyedeki ihtiyar çalgıcı gibi, ömrümüzü boşa geçirmiş oluruz.

Öyleyse bizleri Allah’a ulaştıracak, O’nun güzelliklerini bizlere yansıtacak bir ayna bulmamız lâzım; yâni mürşid-i kâmili… Ona varıp, onun eteğini tutmalı ve onun kaptanlık ettiği ilâhî aşk denizine kendimizi bırakmalıyız. Çünkü aşk, Hasan Dede’nin buyurduğu gibi, bu yolda yolcuya en hızlı vasıtadır.

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna… “Diri ve faal imam, o velîdir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey yol arayan, Mehdî de odur, Hâdî de o. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrâil’idir.”

Mevlâna’nın çok büyük bir hayrânı olan İbrahim Gülşenî de şöyle buyurur: “Biz, Cenâb-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mâdemki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, dâima O’nu isteyelim.”

“Evet, mâdemki Allah, biz ne istersek onu ihsân ediyor, o hâlde Allah’tan yalnız Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun” der Hasan Dede, “Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.”

‘Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.’

Her varlık Allah’ın kudretiyle diri, fakat malesef çoğumuz kendimizi görmekten O’nu göremiyoruz. Oysa O, bize her şeyi vermiş, sağlık vermiş, geçim vermiş, güzel dostlar vermiş; hattâ en önemlisi, kendini de bize vermiş; O’nun kudretiyle görüyor ve işitiyoruz. O hâlde, çok şükretmemiz ve kendimizi dâima yoklukta tutmamız lâzım.

Kasîde:

“Aşıkların arasına, akıllı biri gelmesin. Bilhassa bizim gönül verdiğimiz o güzelin âşıklarından uzak dursun! 

Akıllılar, âşıklardan uzak olsun. Külhân kokusu, seher vaktinde esen sabah rüzgârından uzaklara gitsin. 

Eğer aramıza akıllı bir kişi gelmek isterse, onu bırakmayın, ona yol vermeyin. Ama bir âşık gelirse, ona hoş geldin, sâfâlar getirdin deyin, yüzlerce merhabalar edin! 

Âşıklar meclisi, bağışlayış meclisidir. Pek tutumlu olan akla uyup, aşkta cimrilik etmek vebâle girmektir. 

Aklın nurundan aşk utanır. Genç yaşta ihtiyar olmak kötü bir hâldir. 

Ey aşık! Vakit geçirmeden âşıklar evine dön gel! Çünkü aşksız ömür geçirmek, ömrü hebâ etmek, boş yere harcamaktır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXVIII

Çalgıcı hikâyesinin sonu ve Emîrülmüminin Ömer’in -Tanrı ondan razı olsun- kendisine hatîfin söylediğini alıp ulaştırması.

Bunu bırak da yine çalgıcının hikâyesine kulak ver. Çalgıcı beklemekten bunalınca,

Ömer’e yine ses geldi: “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar!

Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyâr et.

2160. Ey Ömer kalk. Beytülmâldan yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say!

O parayı huzuruna götürüp ‘Ey makbûlümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mâzur gör.

Bu kadarcık para sana ancak ibrişim parasıdır. Harcet bitince yine buraya gel’ de.”

Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı.

Koltuğu altında para kesesi olduğu hâlde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığın yolunu tuttu.

2165. Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi.

“Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihâyet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi.

Kendi kendisine “Hakk, bana dedi ki: Bizim saf, makbûl ve mübârek kulumuz var.

İhtiyar çalgıcı, nasıl olur da Tanrı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!”

Ava çıkan arslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı.

2170. Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “Karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi.

Gelip edebe fazlasıyla riâyet ederek oraya oturdu Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı.

Kimseyi dış görünüşüne bakıp hor, hakîr görmemek gerek. Çünkü Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın buyurduğu gibi, selâm olsun üzerine, “Hiç kimseye hor, hakîr bakma, çünkü bir kişinin son nefesini nasıl vereceğini sen bilemezsin.”

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Gökyüzüne ve târıka yemîn ederim. Târıkın ne olduğunu nereden bileceksin? O, karanlığı delen yıldızdır. Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir gözetici bulunmasın.” (Târık, 1-4)

Yine Mevlâna der, “Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, herkeste Muhammed’in nuru var. Meleklerin Âdem’e secde edişi de yine bu, Muhammedî nur sebebiyledir. Mâdemki herkeste O’nun nuru var, hiç kimseye kâfir deme.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır:

“Bir derviş, dertleşmek için kimseyi bulamıyor, hep dem alıyor, kendi iç âleminde Hazreti Muhammed’le Hazreti Ali’yle muhabbet ediyor.

Bir gün demi biraz fazla kaçırıyor ve meyhâneden eve doğru dönerken kendinden geçiyor, kaldırımın kenarına yığılıyor.

O sırada oradan geçmekte olan bir müftü, dervişi tanımadığı için, ‘Puh!’ diyor, ‘Yazıklar olsun, hiç insan bu kadar içer mi? Halka kendini rezil eder mi?’ Ve tükürüyor dervişin yüzüne.

O gece müftünün rüyâsında Hazreti Muhammed yüzü asık bir şekilde tecellî ediyor. Müftü, ‘Amân yâ Resulallah, senin muhabbetinle ailemi geçindirdim. Senin o nur yüzünle kendimi ayakta tutuyorum. Niçin bana asık yüzle çıkıyorsun?’ diye onunla konuşması için yalvarıyor.

Birkaç gün aynı rüyâyı görüyor ama Hazreti Muhammed hiç konuşmuyor.

En sonunda Hazreti Muhammed, ‘Hiç utanmadan sen benim yüzüme tükürdün. Bir de benden güler yüz istiyorsun,’ diyerek sessizliğini bozuyor.

‘Amân yâ Resulallah, ben nasıl yaparım öyle şey, ben nasıl senin yüzüne tükürürüm!’

‘Filân yerde ben kendimden geçip yere düşmüştüm. Sen yüzüme tükürdün. Ayrıca hakaretli bir dil de kullandın. Benim güler yüzüme tekrar nâil olman için o kişiyi bulup, onun gönlünü alacaksın ve sonra benim yüzüme nâil olacaksın. Çünkü o kişinin bütün muhabbeti benimleydi. Beni kimseye anlatamadığı için dem aldı. Benim muhabbetim onda taştı, sonunda da yıkılıp gitti.’

Bunun üzerine müftü, sabah uyanır uyanmaz kalkıyor o dervişi aramaya gidiyor ve onu meyhânede buluyor. Hemen masasına gidiyor. Derviş müftüyü görünce şaşırıyor. Müftü selâm veriyor, o da selâmını alıyor.

Müftü, ‘Ben sana karşı büyük bir hatada bulundum. Senin beni bağışlaman için geldim.’

‘Sen bana karşı nasıl bir hata yapabilirsin?’

‘Sen farkında değildin. İçkili bir anında ben senin yüzüne tükürdüm. Böyle yaptığım için çok yüksek yerden darbe yedim, Hazreti Muhammed’den. Eğer sen beni affetmezsen, O da beni affetmeyecek.’

Derviş, bunu duyunca gözyaşları döküyor. Çünkü sırrı çıkıyor meydana.

Müftü, ‘Bütün malımın yarısını sana vereceğim, seni kendime arkadaş edeceğim ve ben nereye gidersem seni de oraya alacağım’ diye söz veriyor ve dervişle arkadaş oluyorlar. Sohbetlere beraber gidip, beraber oturuyorlar. Derviş, Resulallah’ı zikretmeye arkadaş bulduğu için, dem almaktan da vazgeçiyor.

Bütün Evliyâullah, hepsi Hazreti Muhammed’in mânevî kardeşleridir. Biri anıldığı zaman hepsi anılmış sayılır. Çünkü bir ağacın meyveleridirler, bir mânâyı taşırlar, bir güzelden söz ederler. Bu yüzden onlara kim dil uzatırsa büyük hatalara düşmüş olur.”

Şiir:

“Gönül çilesini her can çözemez, 

Hâlden anlamayan ne bilsin bizi. 

Gönül âleminde bir olmuşuz ki, 

Oraya girmeyen bulamaz bizi. 

Sırrımız içtedir yere vermeyiz, 

Kazancımız nurdur boşa vermeyiz, 

Câhil bilmez bizi, biz hor görmeyiz, 

Değer bilmeyenler anlamaz bizi. 

Âşıkların yüzü güleç, şirindir, 

Sözlerimiz kâmil sözü, derindir, 

Hilesiz dost olan kişi nârindir, 

Bilmeyen baksa da göremez bizi. 

Dede der, yanıp pişerse özü, 

Uyarır, diriltir ârifin sözü, 

Görenler şevk alır, nurlanır yüzü, 

Kendi özün görür, bulursa bizi…”