MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XII

Hasan Dedemizin lütfu, feyizleri ve keremleriyle Pirimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’nın, insanı insana söyleyen, yüce mânâlarla dolu, ölümsüz eseri Mesnevi’nin ilk hikâyesi olan “Padişah ve Halayık”la yolculuğumuza devam ediyoruz. 

Bu hikâyenin baş kahramanları, bir Padişah, bir halayık (câriye), kuyumcu ve Lokman hekim…

Hasan-ı Zarîfî’nin şerhine göre, Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek sâlikin (müridin) kalbi; halayıktan maksat, onun kuyumcuya, yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsi; Lokman hekimden maksat ise müridin nefsini terbiye edecek olan manevî rehber, yani mürşid-i kâmildir.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın şerhine göre, “Bu hikâyede anlatılmak istenen Mevlâna ile Şems’in buluşmasıdır.

Hikâyede geçen ilahî hekimin gelişi, Padişahla buluşması, Tebrizli Şemseddin’in Konya’ya gelip, Mevlâna ile buluşmasını hatırlatır. Esasen hikâyenin 143. beyiti, “Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizi’den bundan fazla bahsetme” diyerek Şemseddin’i birinci planda tutar. Hikâyenin 123. beyitinde, “Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi” ve 142. beyitinde de, “Bu âlemi aydınlatan güneş” ithâfıyla Şemseddin’in adı geçer.

Hikâyede Mevlâna âdetâ, Şems gelince geçici aşktan gerçek aşka, zahitlikten ârifliğe, maddeden mânâya, ilimden irfâna, aşıklıktan maşukluğa ulaştığını ve vehme dayalı olan bağımlı varlığının yok olduğunu anlatmaktadır.”

Hasan Dedemiz bir sohbetinde, “Hüdâvendigâr Mevlâna, Peygamber Efendimiz gibi ümmî değildi, bir çok bilgilere sahipti. Fakat Şems-i Tebrizi’yle buluşunca bütün bilgilerini bir kenara bıraktı” der ve “Hüdâvendigâr Mevlâna, babası Sultan’ül Ulemâ’dan zahiri bilgileri, ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Efendi’den batınî bilgileri öğrenmişti. Şems-i Tebrizi’yle buluşunca ondan ledünnî bilgileri elde etti ve artık zahirî ilme el atmadı, her yere içinden gelen ilhamlarla, o güzel duygularla baktı, sevgiyle aşkla ortaya çıktı. Mevlâna, Şems’i bulana kadar ümmî değildi, ama Şems’i bulduktan sonra ümmî oldu… Hüdâvendigâr Mevlâna, zahirî ilmi bırakıp aşk ilmine geçince, câmiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk âleminde yaşamaya başladı” diye anlatır.

Hikâye

Padişahın bir halayığa aşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbîri!

35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bugünkü hâlimizdir.

36. Bundan evvelki bir zamanda bir Padişah vardı. Hem dünya, hem din saltanatına malikti.

37. Padişah, bir gün hususî adamlarıyla av için hayvana binmiş, gidiyordu.

38. Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.

39. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.

40. Onu alıp arzusuna nâil oldu. Fakat kazârâ o halayık hastalandı.

Hasan Dedemiz, “Her gün aslında bugündür” der, “dün ve yarın diye bir şey yoktur, dünü bugünü tâyin eden güneştir. Batmayan güneşi bulanlar için, zaman diye bir şey kalmaz.”

“Bu hikâye temsil yoluyla anlatılmıştır, onu gönül kulağıyla dinlemek gerekir, inkâr edenlerin kulağıyla değil” diyor Hasan-ı Zarîfî ve ekliyor, “Ey ilahî sırlara tâlip olan, sonsuz makamları arayan kişi! Bu hikâye senin tarîkat yolunun anlatılışıdır. Bil ki bu, velîlerin tarîkat yolunun açıklanmasının temiz hikâyesinden başka bir şey değildir.”

Tekrar hatırlayalım… Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek müridin kalbiydi.

Bu kalb, evvelki bir zamanda, ruhun vücud bulmadan önceki hâli gibi tertemizdi, hem dünya hem din saltanatına sahipti.

Hasan Dedemiz der ki: “Ruh, bedene intikâl etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, ruh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “İnsanoğlunun bedeninde bir et parçası vardır. O et sağlıklı olunca bütün beden sağlıklı olur, hastalanınca bütün beden hastalanır. Dikkat edin, o et parçası kalptir” diye buyurur. 

Hasan-ı Zarîfî, 37. beyitte geçen padişahın ‘hususî adamlarıyla, av için’ tanımlamaları hakkında, hem zahirî özellik ve kuvvetlerle hem de batınî hisler ve kuvvetlerle, kutsal ilhamları ve gözlemlenen tecellîleri avlamak olduğunu vurguluyor, ki Hasan Dedemiz de, insandaki nefsin, gönlü maddî isteklere ve arzulara doğru çektiğini; gönlün ise asıl yurduna iştiyâk duyduğunu, mânâya doğru aktığını söyler ve insanın göstermesi gereken asıl gayretin mahîyeti ile ilgili şöyle misâl verir: “Asıl gayret, Allah’a kavuşabilmek için gösterdiğiniz gayrettir. Bu neye benzer; sen türlü yollarla elinden geleni yapıyorsun, çapa elinde denize yol açıyorsun. İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yani ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak…”

Nitekim, padişah da doğru yolda giderken, yolda bir halayığa rastladı ve onun kölesi oldu; yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsine uydu, hakikatinden uzaklaştı.

Hasan Dedemiz, bedenleri bir kafese benzetir ve “Eğer kendimizi, ruhaniyeti zenginleştiren davranışlarla, hizmetlerle beslersek, kafesimiz türlü güzellikte kuşlarla süslenir. Ama gayretlerimiz hep dünya ve dünya kazançları için olursa, kafesimiz bize zindan olur, bizi güzelliklerden uzaklaştırır. İnsan aslını arayıp bulursa en büyük zenginliğe kavuşur ama aslını bulamazsa ömrünü boşuna geçirmiş olur” der.

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, “Kendilerine ilahî kelâmı emanet ettiklerimizden bilgili kimseler önce onu gerçek mânâda anlayarak gönüllerine indirerek okurlar. İşte ona iman edenler onlardır. Her kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara uğrayanların kendileridir” (Bakara, 121) diye buyrulmaktadır.

Padişah da nefsinin arzusunu yerine getirince, halayığın hasta olduğunu gördü, mal verdi fakat karşılığında zarara uğradı.

Hasan Dedemizin buyurduğu gibi, “Maddî âlemde yaşayan bir vücud, gıda alamayınca nasıl hastalanır ve ölürse, bizdeki manevî varlık da, aşk gıdası alamayınca hastalanır ve ölür.”

Beyit:

“Peygamberlerin tâcirleri kazanç elde ettiler; renk ve koku tâcirleriyse ziyân! Yılan, güzel mal gibi görünür. İki gözünü de oğuştur da iyice bak! Bu alışverişe gıpta ile bakma, Firavun’la Semud kavminin ziyânını gör!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XI

“Aşksız ve sevgisiz geçen ömrü, ömürden sayma.” Mevlâna

27. Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, ney gibi ben de söylenecek sözler söylerdim.

28. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.

29. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

30. Her şey maşuktur, aşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur, aşık ölüdür.

31. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!

32. Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrâk edebilirim.

33. Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?

34. Aynan, bilir misin, neden gammaz değil? Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!

‘Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, ney gibi ben de söylenecek sözler sözlerdim’ beyitinin mânâsını Hasan-ı Zarîfî şöyle yorumluyor, “Bu beyitin mânâsı tâlib olanla ilgilidir. Çünkü Mevlâna bu beyiti tâlibin dilinden söylemektedir. Tâlibin hakikati hâl diliyle şöyle konuşur: Eğer biz de kendi sırdaşlarıyla buluşan velîler gibi olursak onların güzel kelâmlarını ve bilgilerini izhâr edebiliriz. Bu beyitin hakikati, tâliplerin Mevlâna tarafından eğitilmeleri, isteklendirilmeleri ve teşvik edilmeleridir. Mevlâna, bu beyitiyle şöyle demektedir: ‘Ey tâlipler! Mürşid-i Kâmil’in hizmetine çalışınız, onların sohbetinden geri kalmayınız çünkü onların sohbeti sizin için muazzam bir iksir olur, sizi mükemmeleştirir.”

Nitekim, Hasan Dedemiz, “Bizler içimizdeki Kitap’tan konuşuyoruz; yani O ne buyurursa sizlere öyle hitâb ediyoruz. Genelde sohbetler akıla hitâb eder, fakat bizim sohbetlerimiz hem akıla hem de gönüle hitâb eder. Peygamberler, evliyâlar menfaatsiz dostturlar. Onlar bu dünyaya insanları irşâd etmek, gel benim gibi ol, demek için geldiler. Sevdiler, hep sevgiden söz ettiler, hiç usanmadan cemaatlerinin yanlarında bulundular. Onların sözleri ferahlık verip, huzura kavuşturdu. En sonunda gözler açıldı, gönüller büyüdü, ruh ferahlığa kavuştu ve oraya imanla baktılar. Onların gövdeleri kalktıktan sonra kim oraya tam vekâlet ettiyse aynını söyler” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar: “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu güzel gül soldu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” 

Hazreti Pir hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” diye cevaplamış.

Hazreti Mevlâna, büyük bir aşıktı, her zerresi aşktan sarhoştu; gönül sakası, efendisi Şems’de tamamiyle yok olmuştu. Ondan görünen Şems’di. 

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı masivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hüdâ sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilahî saka geldi… Şems geldi.”

Bir sohbet esnasında, Mevlâna, efendisi Şems’i methederken, dinleyenlerden bir zât ağlayarak, “Ah keşke Şems’i tanımış olsaydım, onu görmüş olsaydım” dediğinde, Hazreti Mevlâna cezbeli bir şekilde, “Yazıklar olsun! Benim yüzümdeki sakalın her kılı bir Şems’tir. Sen, Şems’i benim dışımda mı arıyorsun?” diye seslenmiştir.

“Aşık yoktur bu alemde, her zaman varolan maşuktur” der Hasan Dedemiz, “Aşık, maşukta ölmüştür. Eğer ki bizler hem aşık hem maşuk var dersek, ikilik yaratmış oluruz. Bu nedenle, aşık olan kişinin ismi aşıktır ama sureti maşuktur.”

Hasan-ı Zarîfî, “Aşıklar kendi irâdeleriyle ölümü seçenlerdir, maşukun aşkıyla canlıdırlar. Kendi benliklerinden kurtulurlar, maşukun benliği, onların benlikleri hâline gelir” der ve yine şöyle devam eder: “Aşkın, aşıkların kanadı olduğunu bilmek gerekir. Sâlikin, aşkın tâlibi olması ve ilahî aşkın derdiyle sıkıntı çekmesi gerekir, çünkü Allah yolunda aşksız gidilemez. Aşk, sâliklerin ve tâliplerin kanadıdır. Bir kimsede aşk üzüntüsü olmayınca kanatsız kuş gibidir.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna da, “Piri seçip ona teslim oldun mu, nâzik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir halde bulunma. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?” der.

Ne güzel söylemiş Pirimiz Mevlâna… 

Hazreti Ali Efendimiz de, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurmuştur. Şöyle bir deyiş de vardır: “Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme.”

Hasan Dedemiz der ki: “Allah, sadece bizim kendisinde yok olmamızı bekliyor. İnsan olabilmek için bir İnsan-ı Kâmil’i kendine ayna etmek gerektir. Şimdi herkes ayna oldum diye dışarı çıkıp, aynada kendi yüzünü seyretmeye koyuldu. İnsan tahtada yüzünü seyredebilir mi? Sen önce gönül aynandan kendini sil ki, Allah, senin gönlünde kendisini seyretsin. Bir insan kendisini unutmadıkça aynada kendisini tanıyamaz. Halbuki aynada gördüğü kendisi midir ki? Yine O’dur…”

“Aşk, aşıkların aynasına bakmak ister” diyor Hasan-ı Zarîfî ve aşkın ve aşıklığın hikayesinin aynadan ortaya çıktığını ve aşk sözünün sesinin bu şekilde dünyada yayıldığını vurguluyor.

Nitekim, bir kudsî hadîste, “Bana bir karış yaklaşana, ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşana da bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene koşarak giderim” diye buyrulmaktadır.

“Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır” der Hasan Dedemiz, “Hakk’ı bilen, bilmek için canından vazgeçer. Ne kadar emek çeker, ne cefâlara katlanır. Eğer canından eser kalsaydı, onun o güzel cemâlini görebilir miydi?..”