MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LII

“Ben ölürsem siz beni geri getirin, ölü bedenimi sevgilime teslim edin! Eğer o solmuş dudaklarıma bir öpücük kondurur, ben de hemen dirilirsem buna hayret etmeyin!” Mevlâna

610. Biz yoktuk, mücâdelemiz de yoktu. Senin lütfûn bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.

611. Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ana karnındaki çocuk gibi âciz ve eli bağlıdır.

612. Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi âcizdir.

613. Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen de insan resmi işler; gâh neşe, gâh keder nakşeder.

614. Gergefin eli yok ki onu def için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar husûsunda ses çıkarsın.

615. Sen beytin tefsîrini Kurân’dan oku Tanrı ‘Attığın zaman sen atmadın’ dedi.

616. Biz bir ok atarsak, atış bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan, Tanrı’dır.

617. Bu cebîr değil, cebbârlığın mânâsıdır. Cebbârlığı anış da, ancak Tanrı’ya tazarrû ve niyâz içindir.

618. Bizim figânımız muztâr ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyâr olduğuna delildir.

619. Yapıp yapmamada ihtiyârımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüb ne?

620. Hocaların, şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?

621. Eğer sen, ‘O, cebîrden gâfildir. Hakk’a mensûb olan ay, bulutta yüzünü gizliyor’ dersen,

622. Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdîk eder, buna tâbî olursun.

623. Hasret ve figân, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamiyle uyanıklık zamanıdır.

624. Hasta olduğun zaman günâhından istiğfâr eder durursun.

625. Sana günâhın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin.

626. Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyâr etmeyeyim diye ahdeylersin.

627. Şu hâlde bu yakînen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık bahşediyor.

Hazreti Mevlâna, her sabah namazından sonra okuduğu duada şöyle sesleniyor içindeki Rabbine…

“Her korku anında sığındığım sığınak, söylediğim söz, ‘Allah’tan başka yoktur tapacak’ sözüdür. Her üzüntüye, mihnete karşı, ‘Allah ne dilerse o olur’ derim; her nimet için hamd Allah’a, her genişlik, ferahlık için şükür Allah’a; her şaşılcak şey için tenzîh ederim Allah’ı noksan sıfatlardan; her suç için Allah’tan yarlıganmak dilerim; her sıkıntı, her darlık vaktinde Allah yeter bana; her düşmana karşı Allah’a sığınırım; her kaza ve kader için Allah’a dayanırım; her musîbette, ‘biz, gerçekten de Allah’ınız ve gerçekten de ona dönenleriz’ derim; her ibâdete, her suça karşılık da zikrim, fikrim, ‘havil ve kuvvet, ancak çok yüce ve büyük Allah’ındır’ sözüdür.”

“İslâmiyet baştan aşağı tevazû yoludur, baştan aşağı yokluk yoludur” der Hasan Dede, “Yokluk, benlik gittikten sonra zuhûr eder. Bizler, ne kadar benlikte kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz, ıstıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Kendimizi ne kadar teslimiyete bırakırsak, o kadar teslim olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin mânevî kazançlar elde etmemizi sağlar.”

Bir gün bir bilgin Mevlâna’ya, “Yolumuz nedir?” diye sormuş. 

Mevlâna da ona, “Yolumuz, ölmek ve nakdimizi göklere götürmektir. Ölmeden eremezsin” diye cevap vermiş.

‘Ölmeden evvel ölmek’ demek, Allah’ı arayan yolcunun, yokluğunu idrâk etmesi ve kendi hiçliğini tam mânâsıyla bilmesidir. Çünkü hakikatte ölüm diye bir şey yoktur. Ölmeden evvel ölmek, Allah’ın varlığında tamamiyle yok olmak demektir.

Ne güzel söyler Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“Yine huzurunda ölmek için salına salına geldim ey defalarca beni gamdan, gussadan, sıkıntıdan kurtaran güzel. 

Ben kupkuru, şahrem şahrem yarılmış yeryüzü gibiyim, bulutum da lütfûndan, miskim de; gök gürültüsünden başka bir ses istemem, elime kıvrım kıvrım siyah saçlarından başka bir şey almam, başka bir şeye sarılmam. 

Sana tutsak olmak, beylikten, hürlükten yüz kat iyi, hele ey gönlü hasta tutsağım benim dediğin zaman…”

615. beyitte işâret edilen, “Attığın zaman sen atmadın” (Enfâl, 17) âyeti ile ilgili olarak Abdülbâki Gölpınarlı bizlere şu bilgiyi verir: 

“Bu âyet, Bedir Savaşı’nı hatırlatmaktadır. Bedir Savaşı, hicretin ikinci yılı Ramazan ayının onyedinci Cuma günü olmuştur. O gün, Hazreti Peygamber, ‘O toplum, yakında bozguna uğrayacak ve ardını dönüp kaçacak’ (Kamer, 45) âyetini okumuşlar, yerden bir avuç taş alarak müşriklere atmışlardı. Bu taşlar kime rastladıysa o savaşta öldürüldü. Lafzî iktibas yapılan âyetin meâli şudur: ‘Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü ve attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı ve böylece kendi katından, inananlara güzel bir nimet vermek, onları denemek istedi. Şüphe yok ki Allah her şeyi duyandır, bilendir.’”

617. beyitte geçen ‘cebîr’le ilgili olarak; cebr, zorlamak, zorla yaptırmak anlamına gelmektedir.

Hazreti Ali, kendisine sorulan bir soruya istinâden, “Allah, kulları işleyecekleri işte kendi başlarına bırakmadı; çünkü Allah bundan yücedir, üstündür” diye buyurunca, “Allah, kullara suç işlemek husûsunda bir ihtiyâr mı verdi?” sorusuna da şu cevabı vermiştir: “Allah böyle bir şey yapmaktan daha âdil ve hakîmdir, üstün ve ulu Allah, ‘Ey Âdemoğlu, ben senin yaptığın iyiliklere mükâfat vermede senden daha yetkili olduğum gibi sen de yaptığın kötülüklere karşılık mücâzâta uğramaya lâyıksın; sen suçları, sana verdiğim kuvvetle işledin’ demiştir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Mevlâna, ‘Biz bir ok atarsak, atış bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan, Tanrı’dır’ dedikten sonra bunları okuyanların cebîr sanmamalarını sağlamak kasdiyle bu, cebîr değil, aksine kırıkları onarışın, eksikleri tamamlayışın mânâsıdır, bu da Allah’a yalvarmak içindir, deyip bir kötülüğe uğrayınca ağlayıp inlememiz, nasıl âczimize delâlet ediyorsa kötülükte bulununca da utanmamız, bu işi kendi dileğimizle yaptığımıza delildir, diyor ve irâdemizle, ihtiyârımızla bu işi yapmasaydık bu utanmanın, bu acıklanmanın, bu dertlere düşmenin bir mânâsı olmaz; hocalar, talebeyi terbiye için sıkıştırmazlar; fikir, kuruntulardan kuruntulara düşmez buyurup, devamındaki beyitlerde de aynı esas üzerinde örnekler verir” diye açıklar.

Nitekim, Mevlâna buyurur, der ki: “Ey gönül! Vazîfeni hakkiyle yapmamaktaki kusurlarına ne özürler düşünüyorsun? Onun tarafından nice nice vefâ, senin tarafından nice nice cefâ… Onun tarafından nice nice cömertlik, bu taraftan ise azlık ve çokluk anlaşmazlığı. Onun tarafından nice nice nimetler, senin tarafından bunca hata, bunca hased, bunca iyi ve kötü hayaller… Onun tarafından nice nice lütûflar, nice nice lezzetler, nice nice vergiler… Bunca lezzetler ne için? Senin acı canının hoş olması için… Bunca lütûflar neden ötürü? Allah dostlarına ulaşma için… Kötülükten pişman olup da, ‘Allah!’ diye yalvarınca, seni O çeker, belâlardan kurtarır.”

“Allah, herkese bir huy, herkese bir çeşit akıl vermiştir. Bir kişiye göre doğru olan söz, öbürüne göre yanlıştır; ya da birisine bal gibidir, diğerine zehir” der Hasan Dede,  “Fakat aşığa gelince o, temizden de münezzehtir, pisten de. O, bütün ağırlıklardan kurtulmuştur. Fakat halka gelince, herkesin aklına göre söz söylemek gerekir. Çünkü herkesin aklı kendine göre en iyisidir. Bütün akıllar ortaya koyulsa ve denilse ki, bu aklın güzelidir, gelin bunu alın başınıza koyun… yine de herkes gider kendi aklını beğenir. Bir insan, büyük bir yere yönelirse, orada onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir. Mânâ, herkesin kendi aklına göredir. Aşk ise tefsîr kabul etmez, hiçbir kalıba sığmaz.”

Kasîde:

“Kıyâmeti gördüm, kendimi kaybettim, varlığım görünmez oldu; yay gibi ikiye büküldüm amma ok gibi de uçup gidiyorum. 

Ey kendisinden ayrılmama imkân bulunmayan dost, bir avuç topraktım ben, senden esip gelen yel tozuttu, havalara kaldırdı, yüceltti beni, fakat sensiz nerelere gideyim? 

Ey göz nuru, din nuru, akıllıca otur dedin, ey perdelerimi yırtan, beni kendi hâlime mi bırakıyorsun ki?..

Nasıl el çırpmayayım ki, güzelim elimde benim; nasıl ayak vurmayayım ki zîr perdem bem oldu, altüst olmuşum zaten.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LI

Vezirin “Halveti terk etmem” diye cevap vermesi.

591. Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasîhatimi, can ve gönülden dinleyiniz.

592. Emîn isem, emîn adam ithâm edilmez göğe ver desem bile!

593. Eğer ben mahzı kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor?

594. Ben bu hâlvetten çıkmayacağım. Çünkü kalb ahvâliyle meşgûlüm.”

Müritlerin vezire yalvarması.

595. Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkâr etmiyoruz, bizim sözümüz ağyârın sözü gibi değildir.

596. Ayrılığından gözyaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ah u vahlar coşmakta!

597. Çocuk, dadısıyla kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir, ne iyiyi… Fakat boyuna ağlar durur!

598. Biz çeng gibiyiz, sen mızrab vurmaktasın; inleme bizden değil, sen inliyorsun!

599. Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki sadâ senden.

600. Kazanıp kaybetmede olan satranç oyunu gibiyiz. Ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.

601. Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim!

602. Biz yokuz. Varlıklarımızı, fânî suretle gösteren, vücudu mutlak olan sensin.

603. Biz umûmîyetle arslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş arslanlar!

604. Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.

605. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umûmîyetle senin icâdındır.

606. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine aşık eylemiştin!

607. O inâm ve ihsânın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!

608. Esirgersen kim arayıp tanıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücâdele eder?

609. Bize, bizim efâlimize bakma; kendi ikrâmına, kendi cömertliğine bak!..

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle buyurur: “Mevlâna, bu beyitlerde kendisini çenge, neye, satranca benzetmekte, sesin mızraptan, soluktan meydana geldiğini, kazanıp matolmanın satranca ait bulunmadığını bildirmekte ve nihâyet ‘Biz yoklarız, bizim varlıklarımız geçici şekiller izhâr eden, Mutlak Varlık olan sensin ancak’ deyip varlıkları arslanlar, fakat bayraklardaki arslan resimleri saymakta, hareketleinin rüzgârdan meydana geldiğini anlatmakta, bir nevî Vahdet-i Vücud inancını izhâr etmektedir.”

Hasan Dede, “Vahdet-i Vücud, insanın kendisi yok olunca ortada yalnız Allah’ın varlığının kalmasıdır” der ve “Fakat bu yokluk, öbür yokluklar gibi değildir. Yok olduğumuz varlık, yâni Allah, ebedî ve ezelî olduğu için, biz de onunla birlikte ebedî ve bakî oluruz” diye açıklar.

Hazreti Mevlâna da bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Ben, bende değilim, ben elden gittim. Yoluma kadehleri koyma! Eğer korsan, üstüne ayağımı basar, hepsini kırar geçiririm. 

Gönlüm her nefeste senin hayalinin rengine boyanır. Eğer siz sevinçliyseniz ben de sevinirim, mahzûnsanız, ben de mahzûn olurum. 

Acılık ederseniz ben de acı olurum. Lütûflarda, ihsânlarda bulunursanız, ben de lütûflarda ve ihsânlarda bulunurum. 

Ey güzel yüzlü sevgili; seninle her şey hoştur, güzeldir. Asıl olan sensin, ben kimim? Ben senin elinde bir aynayım. Sen her ne gösterirsen, ben oyum…”

İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yâni demek oluyor ki, ölüm ve yaşam her anda gerçekleşiyor. 

Hasan Dede der ki: “Nefes, insanın ağzından çıkarken, ‘Ben kimim?’ diye sorar. Bizler de ruhen, ‘Rabbimsin’ deriz. O da tekrar bize geri döner. Yâni devamlı Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız.”

Beyit:

“Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen. 

Allah’ı kim tanır? 

– İnkârdan kurtulan kimse. 

İnkârdan kim kurtulmuştur? 

– Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören aşık…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/L

Müritlerin, hâlveti terk et diye tekrar ısrarla yalvarışları.

578. Hepsi dediler ki: “Ey bahane arayan hâkim, bu cefâyı bize revâ görme!

579. Hayvana tâkâti derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidârları nispetinde iş havâle et!

580. Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri yutabilir?

581. Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil!

582. Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.

583. Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur.

584. Ama kanatlanınca o kendisi teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar.

585. Senin sözün şeytanı susturur, senin lütûf ve keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehîm verir.

586. Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibârettir. Mâdemki deniz sensin, kurumuz da denizdir!

587. Ey Simâk burcundan balığa kadar her şey, kendisinden nurlanmış olan!

588. Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz. Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukâyese edilebilsin?

589. Göklerin suretâ yüksekliği var. Mânâ yüzünden yükseklik, temiz ruhundur.

590. Suretâ yükseklik, cisimlerindir, fakat mânâ huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.”

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Süt emmek, tabîatları değiştirir” diye buyurmaktadır.

İnsan, doğduğunda, büyümek için ilk olarak anne sütüne muhtaçtır ve insan, dünya üzerindeki bütün varlıklar arasında yetişmesi en meşakkatli ve uzun zaman alan tek varlıktır. 

İnsan, bu dünyaya aslında iki defa doğar. İlk doğumu annedendir; bu doğuş zâhirîdir. İkinci doğumu ise bâtınî doğumdur ki, Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, “Bir defa doğduğunuz gibi ikinci defa da dünyadan, ukbâdan ve kendinizden geçip doğuveriniz” diye buyurduğu üzere, ancak bir mürşid-i kâmilin eğitimiyle gerçekleşir.

Hasan Dede, “İnsan, yaratıldığında yabandır, çünkü kendini bilmemektedir, nefsî arzularına göre yaşamaktadır” der, “Kim onun kafasına uygun bir şey söylese, onun yolunda gider ve hayatını, kendi zannettiğinin aksine çok boş geçirir ve bu şekilde ömrünü tüketip gider. Fakat eğer kendindeki bu eksikliğin farkına varır da bir arayışa düşerse ve bir Hakk dostunun, yâni kâmil bir insanın eğitimine girerse, onun güzelliklerini benimserse, o kişi zamanla yabanlıktan çıkar, kendini bilmeye başlar ve güzel bir insan olma yoluna girer.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz diğer bir hadîsinde de şöyle buyurur: “Bir çocuk, annesinin karnından doğar doğmaz, onu şeytan mesh eder de, feryâd etmeye başlar.”

Çocuğun, suretâ büyümesi için bu feryâd gereklidir. Fakat asıl feryâd, aslından ayrı düşen ruhun feryâdıdır. Maddî varlığımız dünyevî gıda ile, mânevî varlığımız da uhrevî gıda ile büyür.

“Vücudumuz maddî olduğu için tabîatı olan dünyaya mahkumdur ve tabîattan çıkan maddî gıdalarla büyür” der Hasan Dede, “İçimizdeki hakiki varlık ise mânevî gıdayla beslenir. Bu bedenin gıdası ‘nafaka’, onun gıdası ise ‘nefhâ’dır, yâni kelâmdır.”

İnsan, kâmil bir mürşidin ilmiyle yetiştiğinde gerçek kimliğine kavuşur, insanın hakikatte ne olduğunun mânâsını öğrenir ve ‘Simâk burcundan balığa kadar her şeyin, kendisinden nurlanmış’ olduğunu görür ve bilir. Bu bilmek de, insanın tamamiyle yokluğunu bilmesinden başka bir şey değildir. 

Nitekim, ‘Göklerin suretâ yüksekliği var. Mânâ yüzünden yükseklik, temiz ruhundur. Suretâ yükseklik, cisimlerindir, fakat mânâ huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.’

“Her resim kendinin; ama hiç resmi yok. Her isim kendinin; ama hiç ismi yok” diye buyurur Hasan Dede, “Onu görmek için gözü, işte bu diri olan Muhammed’den almalı. Bizim gözümüz onu göremez, onun gözü ise Allah’ın gözüdür… Bu vücud sarayının içindeki padişah ortaya çıkınca, artık oraya kimse giremez. Mademki öyle, o hâlde hiçbir şey için endişe etmeyiz, hiçbir şeyden korkmayız. Bir padişah, bir vücud. Kesret görünenler, o bir tek varlığın görünüşleridir.”

Kasîde:

“Şu yokluk yolunda, tohum gibi yerlere dökülüp saçılırsak, bağda, bahçede ağaç gibi topraktan baş kaldırıp boy atar, kol kanat açarız. 

Biz taş gibi sert isek de, senin mühürün uğruna yumuşar, mum oluruz. Mum olunca da senin güzelliğinin nuruna pervane kesiliriz. 

Aşk aynasının yüzünü, varlık, benlik nefesi ile bulandırmayalım, kirletmeyelim. Mademki gönlümüz bir harabeye döndü, hiç olmazsa biz gizli defineye mahrem olalım.

Gönül masalı gibi elsiz, ayaksız kalalım da, aşıkların gönüllerinde masal gibi yer edinelim, konaklarda konaklayalım. 

Mustafa (sav) gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, bu ayrılıktan feryâd etsek, ağlasak, inlesek, Hannâne direğine dönsek yeridir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLIX

Vezirin müritleri defetmesi.

565. Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhirî vaazları arayanlar!

566. Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu bağını çözün!

567. O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.

568. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olun ki ‘İrcii’ hitâbını işitesiniz.

569. Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!

570. Bizim sözümüz, işimiz, hariçte yürümektedir. Batınî yürümek ise gökler üzerinde olur.

571. Cisim, kuruluğu gördü, çünkü kuruluktan doğdu; can İsa’sı, ayağını denize attı.

572. Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince; ayağını denizin ta ortasına bastı.

573. Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra…

574. Âb-ı hayatı nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?

575. Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.

576. Sen bu sarhoşlukta oldukça o kadehten nefret eder durursun.

577. Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edin!”

Şems-i Tebrizî Hazretleri diyor ki, “Asıl bir güzel var, ona kul ol da huzura kavuş. İnsanda ekmek ve giysi kaygısı var, hâlbuki gerçek bir kulda böyle kaygılar bulunmaz. Tanrı, senin rızkını ve giysini verir. Bir derviş, derviş olmalıdır sessiz.”

“Dudak çalışırsa kalb durur; kalb çalışırsa dudak sükûtu öğrenir, söz biter, itiraz biter” der Hasan Dede, “Mânevîyatta zevk, sükût etmesini öğrendikten sonra başlar. En büyük saadet, huzur ve gönül ferahlığı mânevî zevktedir.”

Hazreti Mevlâna da ne güzel söyler… “Topraktan biten güller, mahvolur gider. Gönülde biten güller daimîdir ve ne hoştur! Bizim öğrendiğimiz o tatlı bilgiler, bil ki o gül bahçesinden bir, iki, üç demetten ibarettir.”

İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Bedenler testi misâli ve bir gün gelecek o testi kırılacak. Her an, aslımıza doğru yolculuktayız, Allah’a yol almaktayız; testideki su, yâni ruhumuz, gün gelecek o yola dökülecek. Yol açıksa ruhumuz denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa toprağa gidecek, toprak olacak.

Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede, Mevlâna’nın babası Sultan’ül Ulemâ Hazretleri, talebelerine şöyle buyurur: “Sizi Allah’tan kim ayırdı biliyor musunuz?” 

Talebeleri cevap verir: “Bilmiyoruz Efendi Hazretleri, siz anlatırsanız bilebiliriz.” 

Sultan’ül Ulemâ Hazretleri bu cevap üzerine, onlardan bir kova su ister, onlar da getirirler. Talebelerinden birine, kovadaki suyu toprağa dökmesini emreder, o da döker. Bir kova su daha ister, onu da nehire dökmesini emreder, yine döker. Sonra şöyle buyurur: “Kovadan maksat bedeniniz, sudan maksat ruhunuzdur. Dünyaya meyil verirseniz ruhunuz toprağa gidecek, ayak altı olacaksınız. Eğer Hakk ile yaşamınızı sürdürürseniz tekrar aslınıza döneceksiniz. Allah anıldıkça siz de anılacaksınız.” 

İşte Mevlâna’nın buyurduğu üzere, ‘Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra… Âb-ı hayatı nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?..”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Âb-ı hayat, bengisu dediğimiz, içenin ölümsüzlüğe kavuşacağı sudur, yâni yaşayış suyudur” diyor, “Buna dirilik suyu anlamına gelen ‘Âb-ı Zindegânî’ de derler. Kur’an’ın Kehf sûresinin 60-65. âyetlerinde Musa Peygamberle Hızır’ın arasındaki olay anlatılır ki bu, önceki beyitlerin şerhinde de geçmişti. Musa bir kaya dibinde uyur. Yanlarındaki torbada bulunan, hattâ bazı müfessirlere göre kızarmış ve bazılarına göre bir kısmı yenmiş bulunan balık sıçrayıp torbadan çıkar, denize atılır; iz bırakarak bir müddet gider, sonra izi de yiter. Balığın dirilmesine sebep, oradaki kaynaktan abdest alan Musa’nın, yâhut arkadaşının elinden torbaya su damlamasıdır. İşte bengisu budur… Bengisu inanışı batıda da vardır. ‘Fountaine de Jovence’ yâni gençlik kaynağı bunun tıpkısıdır. Bu su cennetten çıkar. Elmaslarla, altınlarla dolu bir arktan akar. Bu sudan içenler, ölümsüzlüğe kavuşurlar. Ortaçağ’da Amerika bulununca bu kaynak, oralarda da aranmıştı. 1740 sularında bir coğrafya kitabı yazan Pausanias, Mora’da Anapoli yakınlarında Zeus’un sevgilisinin yıkandığı rivâyet edilen bir kaynaktan bahseder. Yunan mitolojisinde Jouvence, yâhut Juventa, Zeus’un sevdiği bir peridir. Zeus, onu gençlik kaynağı şekline sokmuştur. Âb-ı hayat, Doğu – İslâm edebiyatında tasavvufa dayanılarak, yâhut yalnızca mazmunlaştırılarak birçok anlamlarda kullanılmıştır ki bunları şöylece sıralayabiliriz: 1) Mânevî feyz, neşe; 2) Aşk ve irfân; 3) Ledünnî ilâhî bilgi; 4) Tanrı’ya kavuşmak; 5) Sevgiliyle buluşmak; 6) Sevgilinin ağzındaki, dudaklarındaki zevk ve neşe; 7) Gerçek erenin sohbeti; 8) Söz ve şiir; 9) Mânevî, maddî şarap; 10) Arıduru su.”

Mevlâna’mızın buyurduğu gibi, ‘kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edinelim’ de, ömür geçip gitmeden dirilik bağışlayan ab-ı hayattan su içmeye bakalım.

Bakın ne güzel seslenir Hasan Dede bir şiirinde…

“Geçince şu ömrün nev-i baharı, 

Tenlerimiz solup toprağa düşer. 

Son nefeste yâd etmezsen o Yâri, 

Aşkın kıymeti hep ayağa düşer. 

Cihan Sultanım Mevlâna’m, 

Bizi bağlamıştı bir zülfünün teli, 

Nice yıllar esti o sevdâ yeli, 

Görünmeden akan şu hayat seli, 

Ne bir deryâ ne bir ummâna düşer. 

Dede var gidelim, 

Cihan Sultanı Mevlâna’nın yoluna, 

Mevlâna aşkı hep kalblere dolunca, 

Mevlâna’ya lâyık bir de sevgi olunca, 

Gönül bülbül olup o bağa düşer…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVIII

Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması.

549. O vezir, kendince bir hile kurdu. Vaaz ve nasihati bırakıp hâlvete girdi.

550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün hâlvette kaldı.

551. Halk, onun iştiyâkından, hâl ve tavrıyla sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.

552. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise hâlvette riyâzâttan iki büklüm olmuştu.

553. Hepsi birden “Biz sensiz kötü bir hâle düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvâli ne olur?

554. İnâyet et. Allah için olsun, bundan ziyâde bizi kendinden ayırma!

555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.

556. Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”

557. Emîrler ricâ ve şefaate, müritler de kendilerini yermeye başladılar:

558. “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü tâlih ki sensiz gönülden de yetim kalmışsızdır, dinden de.

559. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.

560. Biz senin güzel sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.

561. Allah aşkına bize bu cefâyı yapma; lütfet, bugünü yarına bırakma!

562. Gönlün razı olur mu, aşıkların, akîbet istifâdesiz kalsınlar?

563. Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!

564. Ey zamânede nâziri olmayan zât! Allah aşkına halkın imdâdına yetiş!”

Bir rivâyete göre nefsi mahkum edip, beş bin yıl ateşe atmışlar, ateşten çıkardıklarında, nefse “Sen kimsin?” diye sormuşlar. 

“Ben benim, sen sensin” diye cevap vermiş. Çektiği cefâyı unutmuş, yine benlikle ortaya çıkmış. 

Haydi… on bin yıl daha ateşe atalım, demişler. Sonuç yine aynı. Bakmışlar ki insan olmuyor. Ne yapalım? diye düşünmeye başlamışlar. Sonra, bütün arzularını keselim, isteklerinden mahrum edelim demişler ve aç bırakmışlar.

Nefs açlığa girince, Allah sormuş: “Ben kimim?” 

Nefs, şu cevabı vermiş: “Sen Rabbimsin, ben senin kulunum.” 

Demek ki nefs, riyâzâtla kulluğa giriyor, Rabb’ini tanıyor. Ateş bile riyâzât gibi nefsi terbiye edemiyor.

Hasan Dede buyuruyor ki: “Demirciler kazma, kürek yapmak için, demiri ateşe sokar, seve seve döverler; sonra çıkarır, soğuturlar. Her vakit ateşte kalsa, olmaz. Bir içeri, bir dışarı. Böyle daha tatlıdır. Ancak Allah aşıkları, bütün bu hâlleri, ahlâkları, sevgileri, korkuları, kızmaları tepeleyip geçerler. İki kardeş bile, icâbında birbirlerine zıt olabiliyor; fakat iki Allah aşığının birbirine zıt oldukları hiç görülmüş müdür? O ister ki diğeri ihyâ olsun; diğeri de ister ki o ihyâ olsun. Onların birbirlerini sevmeleri, ebedî hayat demektir. Tapmanın özü, esası, sevmedir. Mevlâ’yı da sevgiyle buluruz, belâyı da. Onun için seveceğimiz kimseyi, iyi tâyin etmeli. Çünkü sevgi, sevdiğimiz kimsenin ahlâkını bölüşmek demektir.”

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Allah için birbirlerini seven ve birbirleriyle dürüst ve sadıkâne dostluk kuranlar, Arş-ı İlâhî’nin gölgesinde dinlenirler” diye buyurmaktadır.

Hazreti Mevlâna, “Çalışmalar çeşit çeşittir” der, “Çalışmaların en ulusu, Tanrı’ya yüz tutmuş, bu âlemden yüz çevirmiş dostlara karışmaktır. Temiz dostlarla düşüp kalkmaktan daha çetin hiçbir savaş yoktur. Çünkü onları görmek, nefsi, bedeni eritip yok etmek demektir.”

Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin bir benzetmesi vardır, şöyle seslenir: “Kimyonu Kirman’a götürmekte ne fayda var? Tanrı kapısına da canını götürsen bunun aynıdır, ne faydası var? O kapı canların yaratıldığı yerdir, oraya orda olmayan bir şey götür. Sen O’na niyâz ve yalvarma, yakarma götür. Zîrâ niyâzsız olan Allah, niyâzı sever. Oraya yokluğunu götür ki, sana lütûfta bulunulsun. O da aşktır. Bir kere aşk tuzağına düştün mü? O seni sarar gider…”

Beyit:

“Benim şarabım aşk ateşidir; hem de, bu şarabı Hakk lütfetmekte, sunmaktadır! 

Canını böyle bir ateşe odun etmediğin için yaşayış sana harâm olsun!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVII

Vezirin bu hilede ziyâna uğraması.

521. Padişah gibi vezir de cahil ve gâfildi. Varlığı vâcib olan kadîm Tanrı ile pençeleşiyordu.

522. Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.

523. Senin gözüne kendini görmek hassâsını verince nazârında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.

524. Her ne kadar dünya senin yanında azâmetli ve nihâyetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.

525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishânesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zîrâ o taraf, sizin sahrânız, mesîre yerinizdir.

526. Bu âlemin hudûdu vardır, o âlem ise esâsen hadsizdir. Nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.

527. Firavun’un yüzbinlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik âsâsıyla kırdı.

528. Yüzbinlerce Calinus’un yüzbinlerce hekimlik hünerleri vardı; İsa’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.

529. Yüzbinlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâlinde geldi.

530. Aşağılık olmayan kişi böyle gâlib Tanrı huzurunda niçin ölmesin?

531. Çok dağ gibi gönülleri kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.

532. Akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.

533. Hey gidi hey… Çok köşe bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze maskara oldular.

534. Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.

535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca; Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.

536. Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da; balçık hâline geliş, çarpılma değil midir be inatçı?!

537. Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.

538. Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.

539. Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.

540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücûm ilmiyle uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!

541. Ey hayırsız evlâd! Nihâyet sen âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın?

542. Niceye dek “Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?

543. Dünyayı baştan başa kar kaplasa güneşin harâreti, bir görünüşte onu eritir.

544. O vezirin vebâlini de, daha onun gibi yüzbinlercesinin vebâlini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.

545. O, aslı olmayan hayalleri, tamamiyle hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet hâline getirir.

546. O zân ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn hâline getirir. Kin ve adavet sebeplerinden dostluk ve muhabbet belirtir.

547. İbrâhim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.

548. Onun sebep yakıcılığına hayrânım. Onun hayallerinde sôfistaî gibiyim!

“Kim nefsi ile barışıksa, bilsin ki Allah ile pençeleşmektedir” diye buyuruyor Seyyid Burhâneddin Hazretleri.

Ve yine şöyle diyor: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yâni nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahâbesine şöyle seslenir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.” 

“Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı verir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.”

“Nefsini bilen Rabbini bilir. Nefsinin isteklerine boyun bükmeyen Allah’ını bulur, rahata kavuşur” der Hasan Dede.

Ve bir şiirinde de,

“Her belâya göğüs germek, her erenin harcı değil ey can. 

Ejderha denilen nefsi öldürmek, her milletin kârı değil ey can. 

O nefsin zehrini panzehir yapan, hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan, 

Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan, hakikatte mahrum kalmaz ey can” diye seslenir.

Bu yolda, yâni nefsimizle mücâdelede en büyük yardımcımız, o yollardan geçmiş ve nefsin tuzaklarından haberdâr olan kâmil mürşittir. Zîrâ onun ilmiyle yolcu, çöllerden kurtulup sahrâya, mesîre yerine giden yolları öğrenir. Sahrâ ve mesîre yeri, suretten kurtulmak, özgürleşmek demektir. Nitekim, ‘nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.’

“Bunu da insana ancak aşk yaptırır” der Hasan Dede, “Ama eğer insanda aşk yok, sevgi yok ise; kendi ilmine güvenerek yola koyulmuş, kendi aklını beğenmiş ise o, ancak kendini kandırmış olur ve hiçbir yere varamaz.”

Nitekim, ’akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz; padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.’

“Edeb, aşktan alınır” diye buyurur Mevlâna.

Hasan Dede de şöyle bir misâl verir: “Aşık sevgilisi ile buluşacağı zaman, bütün gece sevgilisine sunmak için güzel şiirler düşünür. Buluştukları zaman sevgilisi güzel bir yüz tutup, aşığına öyle derinden bakar ki aşık bunu görünce bütün yazdıklarını, bildiklerini unutur. Acaba bu söz onu incitir mi? İncitirsem kaybederim, diye düşünerek, bütün gece hazırladığı güzel şiirlerden, bir tanesini dahî sevgilisine söylemekten çekinir.”

İşte, aşk insanı böyle edebe getirir; ’yüzbinlerce şiir defterleri, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâline gelir.’

“İnsan çok mukaddes bir varlıktır, fakat aczini, yâni yokluğunu bilirse” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “O büyüklük de bizim değil Allah’ın büyüklüğüdür. Mâdemki barış savaş olur, savaş da barış olur. O halde her istediğini yapan o Yüce Yaratıcının elindeki sanat kudretini bilmek gerek.”

Ne güzel buyurur Yüce Mevlâna… 

“Mânâda var ama sözde yok olanı kim görmüştür? Gönülden beliren, dilde yok olanı kim gördü? Dünyanın varlığı olup da dünyada yok olanı kim gördü? Varlıkta da yoklukta da böyle bir ‘Yok’u kim gördü?..”

535. beyitte geçen ‘kadın’ teşbihine istinâden; Peygamber Efendimiz bir hadîsinde, “Kadın, erkeğin diğer yarısıdır” diye buyurur. 

Hazreti Mevlâna da der ki: “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta, macera içinde.”

Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ki, onların gönülleri Allah’ın zikriyle huzur ve sükûna kavuşmuştur. İyi bilin ki, gönüller yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur ve huzur bulur” (Râd, 28) diye buyrulur.

Fakat malesef insan, Allah’ın yeryüzünde yarattığı bozguncu ve kan dökücü tabîatından dolayı (Bakara, 30) ‘ruh, onu en yüksek göklere çıkarırken o, en aşağılıklara, su ve çamura doğru gider; akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değişir. Himmet atını yıldız cihetine sürer, nücûm ilmiyle uğraşır da secde edilmiş Âdem’i tanımaz!..’ Yâni hakikatte ne olduğunu bilmez ve kimliğinden habersiz, ‘Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım’ der durur.

“Allah’ın özü ruh, zuhûratı ise nurdur” der Hasan Dede, “Beden uyur ama ruh uyumaz… Son perde, insanın kendisidir. Dünyanın, gaflet veren ve gönül aldatan süsünden temizlenmek gerek ki, nefsin tuzaklarına tutulup gaflete düşmeyesin. Büyük bir iman ve aşkla Hakk yoluna baş koyan kişi, insana yaraşmayan vasıflardan kurtulur, temizlenir… Aşk ne demektir? Kendinden geçmek demektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak onu bilmektir. Aşk ile kanat açan kişi lâmekana uçar, gafletlere düşmez… İnşallah hepimiz böyle aşıklar oluruz. Allah, bizleri Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, Hazreti Mevlânamızın ve Pîran Efendilerimizin muhabbetlerinden, onların aşklarından bir an dahî mahrum etmesin.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVI

İhtilâf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil.

500. O, İsa’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsa küpünün mizâcından huy kapmamıştı.

501. Yüz renkli elbise, İsa’nın saf küpünden sâbâ rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hâle gelir, tek bir renge boyanırdı.

502. Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir. Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler.

503. Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!

504. Misâl olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!

505. Varlık âlemindeki yüzbinlerce deniz ve balık, o ikrâm ve ihsân huzurunda secde ederler.

506. Nice ihsân yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hâle geldi.

507. Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.

508. Suya ve toprağa zâtının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.

509. Toprak emîndir; ona her ne ekersen hıyânet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.

510. Toprak bu emînliği o emînlikten bulmuştur, çünkü adâlet güneşi ona nur saçmıştır.

511. İlkbahar, Hakk fermanını getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur?

512. O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu emînliği ve bu doğruluğu bir cemâda, kuru yeryüzüne vermiştir.

513. Fâzıl ve ihsânı, kuru toprağı haberdâr eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler.

514. Canda, gönülde o coşmaya tâkât yoktur. Kime söyleyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!

515. Nerde bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerde bir taş varsa; onun lütfuyla yeşim taşına döndü.

516. Kimyâyı meydana getiren odur, kimyâ ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simyâ ne oluyor ki?

517. Benim bu övüşüm, övmeyi terk etmenin tâ kendisidir; çünkü bu övüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.

518. Onun varlığına karşı yok olmak gerektir; onun huzurunda varlık nedir? Mânâsız bir şeyden ibarettir!

519. Varlık kör olmasaydı… Ondan erirdi, güneşin harâretini tanır, anlardı.

520. Bu zâhirî vücudun, Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.

Kur’an-ı Kerim’de, Bakara sûresinin 138. âyetinde, “Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz O’na ibâdet edenleriz” diye buyrulur.

Allah’ın boyası, tek renkliliktir; fakat, ‘birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir’; hattâ renksizliktir, vahdettir.

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Allah varken, O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu” diye buyuruyor. 

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme isimli eserinde şöyle der: “Ebedî olan renkler, renksizlikten meydana gelir; renksizliğe karşı renkler, ancak bir görüntüdür, Kırmızı, beyaz renk, çınar ağacında, gülde, söğütte, bahar yüzünden görünmez mi? Bağda, bahçede çeşit çeşit renkler boyayan görünmeksizin belirir. Ama bütün bu renkleri meydana getiren bahar, ebedî diri olan Allah’dandır; bahar, o renklerden de arı durudur. Sen dâvâyı bırak da gözünü aç, anlamı böyle anla. Asıl olan, renksizliktir; asla yürü, ona kavuşmaya çalış. Senden yüzlerce cihanın var olması için varlığın, aslın olan yokluğa karşı yok olmalı. Böylece de bütün nakışlar senden meydana gelmeli; yeniden yeniye sanatların geçip gitmeli; tekrar belirip görünmeli. Tertemiz zâtın, seninle kâim olmalı; sanatlar, boyuna senden vücud bulmalı. Ama bu sanatlar da kalmaz; geçer gider; ne mutlu o kişiye ki Allah sırrını bilir anlar. O sırrı elde etmek için bu başı oynar, candan geçer; bu evi bırakır, o kapıyı açar. Varlıktan, benlikten tümden geçer, varlığını yok eder; iyilikten de tamamiyle kurtulur, kötülükten de. Bütün bu vasıflardan arınır; Kâbe’yi başsız ayaksız tavâf eder. Varlığını tümden yok eden; şarapsız, sağraksız sarhoşluğa dalar.”

Allah’a dalan aşıklar, onun denizinde balıklar gibidirler; onlar denizden hayat bulurlar, denizden çıkarlarsa yaşayamazlar. Bu sebeple, onların, ‘kurulukla cengi var’dır.

Biz, Hazreti Muhammed’in aşıklarıyız. O, sonsuz bir okyanustur; bu âlemlerin yaratılmasına sebep Hazreti Muhammed Efendimizdir.

Hasan Dede, “Hazreti Muhammed Efendimizin nuru daha âlemler yaratılmadan var idi” der, “Bundan sonra da ilâhî varlığı ile her anda bâkî olacaktır.”

Onsekizbin âlemin Mustafa’sı, “Levlâke levlâk lemâ halâktü’l eflâk” hitâbının sahibi olan Peygamber Efendimiz bir kudsi hadîs-i şerîfinde de, “Cenab-ı Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur. Âdem çamurla balçık arasındayken ben Peygamberdim” diye buyurmuştur. 

Hazreti Mevlâna, “Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, herkeste Muhammed’in nuru var. Meleklerin Âdem’e secde edişi de yine bu, Muhammedî nur sebebiyledir” der ve bir kasîdesinde şöyle buyurur: 

“O, öyle bir varlıktır ki, varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları sabah gibi âlemi nura gark etmişti.”

İşte o nura erişen, ’nerde bir kulak varsa, onun yüzünden, göz olur; nerde bir taş varsa, onun lütfûyla yeşim taşına döner.’

Hasan Dede, “Secdenin hakiki mânâsı başı yere koymak değil, Allah’ı sevmektir; kendinden geçerek sevmektir” der, “Cezbe, aşkın tekâmülüdür. Halvet, kimseyi dinlememek, Allah’la beraber olmaktır. Biz halvet hâlinde değil miyiz? Bir şeye şiddetli bir alâka duyan insan, o şeyle halvettedir. Yüce Mevlâna, ’Sen bizimle beraber olunca, hakikati görürsün. Yalnız dudaklarınla değil gül gibi bütün bedeninle gülmeğe başlarsın. O zaman ayaklarındaki dünyaya ait istek bağları çözülür, hayrete kavuşursun ve her şey sana apaçık gösterilir’ diye buyuruyor mu?…”

Nitekim, bir şiirinde de,

“Hakikat nurunu seyretsem senin, 

Cemâlini görmek maksûdum benim, 

Arz u semâvatta bu ziyâ, bu nur senin, 

Medet medet der de yanar bu gönül…” diye seslenir Hasan Dede. 

Abdülbâki Gölpınarlı, 516. beyitte geçen ‘kimyâ’ ve ‘simyâ’ ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Kimyâ, gümüş, bakır ve daha başka mâdenleri eritip iksir denen, ne olduğu da bilinmeyen bir şeyi de bu erimiş halîtaya katarak altın yapma sanatıdır. Bu sanat yüzünden nice adamlar iflâs etmiş, iksir buldum, mâdenlerin terkiplerini elde ettim diyen nice açıkgözler de geçinmiştir. Simyâ, gözbağcılıkla, olmayan şeyleri görmektir. Asıl kimyâ, gönülleri, ayarı tam altın hâline getiren erenlerin nazârıdır, onların tasarrufudur. Nitekim, Mevlâna bir sohbetinde buyurur ki: ‘Birisi, bir gün içinde Kâbe’ye gider. Bu o kadar şaşılacak bir şey de değildir; kerâmet de değil. Samyelinde de bu kerâmet var; bir günde, bir solukta dilediği yere gider. Kerâmet ona derler ki seni aşağılık bir hâlden yüce bir hâle getirsin de oradan buraya, bilgisizlikten akla, cansızlıktan canlılığa sefer edesin.’ Sûfîlerin birçoğu kimyâyı kerâmetin başı sayarlarken, Mevlâna, kimyâyı böyle anlamış, kerâmeti böyle anlatmış ve, ‘Efendi, iki dünyada da, senin yüzünü görmekten başka kerâmet ne vardır, ne olmuştur, ne de olur’ demiştir.”

Ne güzel söyler Sultan Veled Hazretleri…

“Aşıklara yol yordam yoktur; onların aşklarında sebep tozu bulunmaz, renksizlikte renk arama…

Derde dermân erişti mi, iyice bil ki dert, dermân olur; işte bunun gibi Allah da tecellî edince ne insan kalır, ne renk, ne koku.

Hakk’tan başka her şey yok olur; varlık karanlığı ışıkla dolar…”

Nitekim, Mevlîd-i Şerîf’te de, 

“Cenab-ı Hakk kün yarattı Âdem’i, kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi, 

Mustafa nurunu alnına koydu. Bil! Habîbim nurudur bu! dedi…” diye tilâvet edilmektedir.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLV

Hıristiyanların oniki kısmı.

458. Hükümetleri zamanında, İsa kavminin oniki emîri vardı.

459. Her fırka bir emîre tâbîydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.

460. Bu oniki emîr kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.

461. Hepsi, onun sözüne itimâd ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.

462. O, “öl” der demez her emîr hemen o anda ölürdü.

Vezirin İncil ahkâmını karıştırması.

463. Vezir, her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı.

464. Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır.

465. Birinde riyâzât ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış,

466. Birinde “Riyâzât faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.

467. Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.

468. Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayrı hepsi hiledir, tuzaktır.”

469. Öbüründe demişti ki: “ Vâcib olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibârettir.”

470. Birinde, “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir.

471. Tâ ki onlardan yana âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.

472. Öbüründe, “Kendi aczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görme, küfrânı nimettir.

473. Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.

474. Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazârına her ne sığarsa put olur!”

475. Öbüründe, “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesâbesindedir.

476. Eğer nazârdan ve hayalden geçersen geceyarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.

477. Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüzbinlerce karşılığını göresin.

478. Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrın yüzünden Leylâ’n Mecnûn olur!

479. Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”

480. Başka birinde, “Hakk sana ne verdiyse onu icâd ederken tatlılaştırmıştır.

481. Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.

482. Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabîatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.

483. Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur.

484. Eğer Hakk’ın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her Yahudi ve Mecûsî, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.

485. Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlün hayatı ve canın gıdası ola.

486. Tabîatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsûl vermez.

487. Onun mahsûlü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyândan başka bir şey getirmez.

488. O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihâyette adı güç olur, güçleşmiş bir hâle gelir.

489. Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırt et; bunun yüzünü de sonuna nazâran gör, onun yüzünü de sonuna nazâran.”

490. Bir tomarda da, “Bir üstâd ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte bulamazsın.

491. Her çeşit din sâlikleri üstâd aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkıbetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler.

492. Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.

493. Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.

494. Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak, sersemleşme.”

495. Bir diğerinde, “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş,

496. Bir tomarda da, “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğerki deli olmasın!

497. Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?

498. Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin?” demişti.

499. O İsa dinine düşman olan vezir bu tarzda, bu çeşitte oniki tomar yazdı.

Hasan Dede, “Dinimizde oniki mezheb vardır, fakat bunların dördü ayaktadır, bugün dört mezhebe Hakk diyoruz. Yâni, İmam-ı Cafer Sadık, İmam-ı Hanbelî, İmam-ı Mâlikî, İmam-ı Âzam’dan gelen mezhepler… Hepsinin mânâlarında Hazreti Muhammed Efendimiz tecellî etmiş ve onlar, Hazreti Muhammed’i, ibâdetlerini icrâ ederken ne şekilde görmüşlerse, kendi cemaatlerine de o şekilde çıkmışlardır. Bugün Kâbe’de, dört İmam; Şâfîsi, Hanbelîsi, Hanefîsi ve Mâlikîsi; diyelim ki sabah namazını edâ ederlerken imamîyete çıkıyorlar. O esnada Kâbe’yi yükseltsek, ortaya çıkan tabloda göreceğiz ki, dört İmam hakikatte birbirlerine rükû ve secde etmektedirler.”

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, Râd sûresinin 4. âyetinde, “Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler; bir kökten çıkan çok gövdeli ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır ki hepsi aynı su ile sulanır. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için Allah’ın birliğini gösteren deliller vardır” denmekte ve En’am sûresinin 79. âyetinde de, “İnnî veccehtu vechiye lillezî fataras semâvâti vel ard – Ben, her dinden geçip yalnız Hakk’a secde ederek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim” diye buyrulmaktadır.

Hasan Dede bir hikâyede şöyle anlatır…

“Mevlâna’nın kâtibi Hüsâmeddin Çelebi, mezheb olarak Şâfî; Hazreti Mevlana ise, Hanefi’ydi. Hüsâmeddin Çelebi, Hazreti Mevlâna’yı çok sevdiği için arada mezheb farkı olsun istemiyordu. 

Bir gün, “Efendi Hazretleri, müsaade et ya ben mezhebine gireyim, ya da sen mezhebime gir, aramızda mezheb farkı olmasın” dedi. 

Hazreti Mevlâna cevap vermedi, gülümsedi. Mevlâna sadece gülümsemekle kalınca, Hüsâmeddin Çelebi, acaba böyle demekle hata mı yaptım diye düşüncelere daldı. 

Dayanamayarak tekrar Mevlâna’ya dedi ki: “Yâ Hüdâvendigâr, bir soru sordum cevap vermedin, gülümsedin. Acaba bu soruyla bir hata mı işledim?” 

Hazreti Mevlâna ona şöyle seslendi: “Ey ruhumun mertebesi Hüsâmeddin! Dini, mezhebi terk etmezsen âriflerin sırrına eremezsin. Hem dinin var, hem mezhebin. Nasıl ârif sırrına erer, âriflerle yol alırsın?” 

Hüsâmeddin Çelebi burada şaşırdı, Mevlâna onun mantığının alması için dedi ki: “Din olarak Muhammedî, mezheb olarak Şâfîsin. Dini İsevî, mezhebi Katolik olan ama güzellikte ay parçası gibi bir Rum kızı seni kendine aşık ederse, sendeki düşünce, sevgi hep o olur değil mi?” 

“Evet.” 

“Desene sen dininden de, mezhebinden çıktın. Karşı tarafa ağırlık verdin. İşte aşk ikisini de ortadan kaldırıyor. Onun için irfânlıkta, aşkta din ve mezheb geçerli değildir.”

Rubâi:

“Sevgili zarîftir, nâziktir; günâhı budur. 

Güzeldir, latîftir, hoştur; günâhı budur. 

Acaba hangi ayıbımı gördüler de ondan kaçıyorlar?..

Onun ayıbı yoktur, afîftir; günâhı budur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLIV

Vezirin hilesini aklı eren Hıristiyanların anlaması.

446. Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.

447. O, garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gülsulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi.

448. Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol demekteydi.

449. Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hâle gelir.

450. Ateş, kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı işin sonundaki karalığa bak!

451. Yıldırım, bakışta saf bir nurdan ibâret görünür; göz nurunu çalmak onun hassasıdır.

452. Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı.

453. Vezir, padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penâh oldu.

454. Halk, umumîyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde herkes, can fedâ ediyordu.

Padişahın vezire gizlice haber göndermesi.

455. Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vaatlerde bulunuyordu.

* Nihâyet muradının hâsıl olması, Hıristiyanların toprağını yele vermesi için.

456. Padişah, “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbimi gamdan tez kurtar” diye mektup yazdı.

457. Vezir de, “Padişahım; işte şimdicik İsa dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.

Hasan Dede, “İlmin nihâyeti zevktir. İnsanın kendini bilmesi suretiyle öğreneceği ilim, onu bu zevke getirir. Cezbe ve aşk bile kayıt sayılır. Aşk sözde kalıyor, hâli tecellî etmiyorsa, aşk kayıttır” der.

Aşktan gözü aydın olmuş bir kişinin önünde her varlık zerre zerre aşikârdır, her birinin hâli onda ayna gibi apaçık görünür. İnsan olandan hiçbir şey gizli değildir. 

“Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?” diye buyurur Mevlâna, “Hem sayılı, hem sayısız olan; hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan gönülden başka her nakşın aksi geçip gider, ebedî değildir. Fakat ezelden ebede kadar zuhur edegelen her yeni nakış, gönüle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecellî eder.”

Yine der Mevlâna, “Ey yolcu, çalış her zerren göz olsun, çalış her zerren kulak olsun.” 

Hasan Dede, “İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık hiçbir şey gizlenemez, güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık her şeyden haberdârdır, her şeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir.”

Nitekim o vezir, ‘garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gülsulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi’, fakat ‘zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.’

Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde buyuruyor ki: “Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zîrâ doğruluk kalbin emînliğidir, yalan şüphedir.”

Gümüş her ne kadar parlaksa da, elde karalığı meydana çıkar. Ateş ne kadar yalımlıysa da, dumanı is bırakır. Yıldırım ne kadar göz alıcıysa da, körlüğe sebep olur. 

İnsanların kalplerinde gizli olan sırları da ancak sarraf olan kâmil insan anlayabilir. Çünkü kâmil insan, mihenk taşı gibidir.

Mevlâna’nın buyurduğu üzere, “Hakla, bâtıl birbirine karıştığından, sağlam parayla kalp akçayı bu hareme döktüklerinden dolayı, ayırdetmek için hakikatleri sınamış, görmüş bir mihenk gerektir ki, bu hileleri fark etsin, şu tedbirlerin esâsı olsun.”

“Harem, mahrem olanlara mahsustur” der Hasan Dede, “Peki, mahrem ne demektir? Kendi benliğinden geçmiş ve tamamen Hakk’da yokolmuş kişidir. Sırlar ancak Allah’a gönül doğruluğu ile eğilenlere, Allah’a mahrem olanlara açılır.”

Ne güzel söyler Mevlâna bir kasîdesinde…

“Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol. Güzel sana karşı saçlarını çözer açarsa, sen ona tarak ol, tarak! 

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini! 

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mâdem ki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!”

Gönüllerde gizli olan, haber getirip götüren padişahlar var; yâni istekler, arzular var. Ve o vaatlerde bulunan padişahların hükmettiği vezirlere can fedâ eden; vezirlerinin esîri olmuş kişiler…

Fakat, ruha fitne salan ’vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıdır’; Allah aşkıyla yananlar, Allah’tan gayrısından kurtulmuşlardır.

Hasan Dede’nin buyurduğu gibi… “Biz bu aşkla dünya durdukça yanmaktayız ve biz yokuz hep O var, çünkü aradığımızı bulmuşuz.”

Peki ya bulamayanlar? Ne arıyorlar, neden başka yollara saptılar? Bu yollardan beklentileri nelerdir?..

İşte Hasan Dede’nin verdiği cevap: “Bizim, yâni mürşid-i kâmillerin vazîfesi, Hakk’ı arayan tâliplerin beklentilerini bir yere kadar akıl yoluyla onlara hitâb ederek karşılamak ve hakikatlere yönlendirmek, sevgisini çoğaltmak ve aşka dönüştürmektir. Yolcu aşka düştüğü zaman aradığını bulmuş sayılır ama aşka düşmedi mi yolda kalmış sayılır… Allah’ın hakikati her din ve mezhepte farklı yansımalar yapar. Onun hakikati yalnız bunlarla da sınırlı değildir. Çok daha büyük sır ve hakikatler vardır ki; ancak bilgi genişleyip perdeler kalktıkça yolcuya ruhen sunulur. Çocuğa verilen incinin nasıl kıymeti yoksa, kullanamayacak birinin elinde de bilginin kıymeti yoktur. Lâyık olan kişiyi ise bu inciler büyütür, olgunlaştırır. Hakk ve hakikate ermek için, bilgi edinmede Allah ile yola koyulmak gerekir.”

Beyit:

“Müşkülünü çözen, seni hakikate ulaştıran bilgiyi, ölüm gelip çatmadan önce iste, öğrenmeye çalış. 

Aklını başına al da; şu dünyayı, yâni var gibi görünen yoğu bırak, yok gibi sandığın varı iste!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLIII

Vezirin hased etmesi.

437. O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi!

438. O ümitle ki hased iğnesinden akan zehirle mahzûnları tâ canlarından zehirleye.

439. Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.

440. Burun, odur ki bir koku alsın ve koku da, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün.

441. Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.

442. Bir koku alıp onun şükrünü edâ etmeyen kimse, küfrânı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir.

443. Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!

444. Vezir gibi sermâyeyi, yol vuruculuktan edinme, Tanrı kullarını namazdan men etme.

445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile bâdem helvasına sarmısak karıştırmıştı!

Kur’an-ı Kerim’de, Mâide sûresinin 45. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Ve o kitapta onlara hükmettik ki cana karşılık can, göze karşılık göz, buruna karşılık burun, kulağa karşılık kulak, dişe karşılık diş ve yaralara karşılık da yaralarla kısas var. Fakat kim bağışlar da hakkından geçerse bu, suçlarının yarlıganmasına sebep olur ve kimler, Allah’ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse onlardır zâlimlerin tâ kendileri.”

Ve yine Kur’an-ı Kerim’de, Alâk sûresinin 16. âyetinde, “Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, ‘Daha öncekilerin masalları’ dedi. Yakında biz onun burnunu sürteceğiz” diye buyrulmaktadır.

Nitekim, 437. ve 439. beyitlerde Mevlâna, vezirin hasedinden dolayı burnunu ve kulağını yele verdiğini; hasedin insanı burunsuz ve kulaksız bıraktığını söylemektedir.

Hasan Dede, “Hased ve hırs, nefs köpeğinin sıfatıdır. Eğer bir şeyden kaçacaksan yılandan, akrepten, arslandan, kaplandan kaçma da, bedenden kaynağını alan nefsanî isteklerden, heveslerden kaç! Çünkü başımıza gelen bütün belâlar, çektiğimiz bütün zahmetler, meşakkatler nefse uymaktan meydana gelir” der.

440. beyitte Mevlâna, ‘Burun, odur ki bir koku alsın ve koku da, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün’ diyor.

Koku vardır, insanı kötülüklere götürür; koku vardır, insanı güzelliklere götürür. En güzel koku, insanlık kokusudur; Hazreti Muhammed’in kokusudur.

Peygamber Efendimizin ashâbından olan Hazreti Enes diyor ki: “Ben Resûlallah’ın ellerinden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokunmadım. Onun kokusundan daha hoş bir koku koklamadım.”

Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde, “Her kimin saçı varsa, yıkamak, taramak, temizlemek, güzel kokulu buludurmakla, ona ikrâm etsin” diye buyurur.

Bu güzel hadîsin hem zahirî hem de batınî mânâsı vardır. Zahirî mânâsına bakarsak, Peygamber Efendimiz her zaman saçlarını temiz tutardı ve güzel kokması için misk kokusu sürerdi. Güzel kokunun batınî mânâsı ise; güzel söz, güzel muhabbettir. Güzel koku, ruha ferahlık verip insanı güzelliklere sürüklediği gibi, güzel söz de aynı şekilde insanın ruhuna ferahlık verir.

Peygamber Efendimiz başka bir hadîsinde de şöyle buyurmaktadır: “Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın.” 

Peygamber Efendimiz bu sözleriyle, Hakk’ın güzel ve temiz kokuları, bu günlerde esecek, o vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız, demektedir.

Hazreti Mevlâna’ya sorarlar: “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu güzel gül kurudu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” 

Hazreti Pîr hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” diye cevaplar.

“Hakiki bir gül, hem güzel renkli hem de güzel kokuludur” der Hasan Dede, “ama eğer aşılanmamışsa ne güzel bir rengi olur ne de kokusu. Bir insan da, bir velînin yaşamını araştırıp, onu kendisine bende etmeye çalışırsa oradan aşı alır, insanlık kokmaya başlar.”

O gülün kokusunu bulduk mu çok şükretmeli; çünkü şükür, nimeti artırır.

Hazreti Mevlâna, 443. beyitte, ‘Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!’ diyor.

Hasan Dede, bir şiirinde,

“Ey sevgili dost! 

Sana can versek, can âciz kalır. 

Şükretsek, şükür de geride kalır. 

Bütün bu gerçeklerle birlikte, 

Bu küçük canım yoluna serilmiş, 

Ve her an sana şükretmekte” diye seslenir.

İşte Mevlâna da şükür hakkında, “Şükretmek avlanmaktır, nîmeti bağlamaktır; şükür sesini duydun mu nîmetin çoğalmasına hazırlan” diyor, “Seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür. Nimet, insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör! Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar.”

444. beyitte ise Mevlâna, “Bir kulu, namaz kılarken, men edecek (adam) gördün mü sen?” (Âlak, 9-10) âyetlerine işâret eder.

Ve Fihî Ma-Fîh isimli eserinde şöyle buyurur: “Namazı meydana çıkaran Peygamber şöyle der: ‘Allah’la bir vaktim olur ki o vakte ne şeriâtle gönderilmiş bir peygamber sığabilir, ne de Tanrı’ya yaklaştırılmış bir melek.’ Şu halde bildik anladık ki namazın canı, yalnız şu görünen şekil değildir; dalıştır, kendinden geçiştir; şu halde bütün şekiller dışarıda kalır, oraya sığamaz. Salt anlam olan Cebrâil de sığmaz. Tanrı sırrını kutlasın, Mevlâna Bahâeddin Veled’den gelen bir hikâye vardır: Bir gün ashâb onu dalmış buldular. Namaz vakti de geldi çattı. Bazı müritler kalktılar, namaza koyuldular. İki mürid, Şeyh’e uydu, namaza kalkmadı. Namaza durmayan o iki müritten birinin adı Hâcegî’ydi. Bu zât, can gözüyle apaçık gördü ki imamla beraber namaza duran ashâbın hepsi de kıbleye arka vermiş; yalnız Şeyh’e uyan o iki müridin yüzleri kıbleye karşı. Çünkü Şeyh, bizden-benden geçmiştir, onun, o oluşu yok olmuş gitmiştir; varlığı kalmamıştır; Tanrı ışığında helâk olmuştur; ‘ölmeden önce ölün’ sırrına ermiştir. Artık o Tanrı ışığı haline gelmiştir. Kim Tanrı ışığından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıştır; çünkü o Şeyh, kıblenin de canı kesilmiştir. Hani şu halk yüzlerini Kâbe’ye çevirirler ya; o Kâbe’yi bir peygamber yapmıştır. O evi, o yaptığı için de o ev, dünyanın kıblesi olmuştur. Peki, o ev kıble olursa peygamber, haydi haydi kıble olur gider; çünkü o ev, o peygamber yüzünden kıble olmuştur.”

Rubâi:

“Bizim ezelden geçmiş başka bir yerimiz vardır. İçinde bulunduğumuz bu suretler âlemi başka bir diyârdır, bizim asıl yerimiz değildir. 

Ey geceleri kalkan, namaz kılan zâhid! Sen kıldığın namazlarla övünüyorsun. Hâlbuki namazın da dışında, ötesinde başka bir hâl, başka bir zaman vardır.”