MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVI

O Yahudi padişahının ateşe itâb eylemesi.

823. Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabîatındaki o cihanı yakıcılık nerde?”

824. Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassân? Yoksa bizim tâlihimizden niyetin mi değişti?

825. Sen ateşe tapana bile lütfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?

826. Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebeb ne, kâdir mi değilsin?

827. Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?

828. Seni birisi büyüledi mi, yoksa bu simyâ mı? Yâhut tabîatının değişmesi bizim tâlihimizden mi?”

829. Ateş dedi ki: “Ey Şamân! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim harâretimi gör!

830. Benim tabîatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim.

831. Türkmen’in köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,

832. Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden arslancasına hamleler görür.

833. Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı da hayat ve kudrette bir Türk’ten aşağı kalmaz.”

834. Tabîat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.

835. Tabîat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir.

836. Gam görünce istiğfâr et. Çünkü gam, Hâlik emriyle tesîr eder.

837. Tanrı isterse bizzât gam, neşe… ayakbağı ise âzâdlık ve hürriyet olur.

838. Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hakk’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.

839. Ateş, Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, aşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.

840. Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım, Tanrı fermânıyla dışarıya ayak basar.

841. Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi meydana çocuk getirirler.

842. Taş ve demir, sebepten ibârettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!

843. Çünkü bu sebebi o sebeb zuhûra getirmiştir. Zâhirî sebeb, hakiki sebeb olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?

844. Enbiyâ’ya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.

845. Bu sebebi müessîr bir hâle getiren o sebeptir. Bazen de semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır.

846. Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyâ’dır.

847. Bu sebeb kelimesinin “Türkçesi nedir?” denirse, “İptir” diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar.

848. Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koyuverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.

849. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme.

850. Ki felek gibi bomboş ve sersem bir hâlde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın!

851. Rüzgâr, Hakk’ın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.

852. Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hakk’tan olduğunu görürsün.

853. Rüzgârın canı, Hakk’a vâkıf olmasaydı, Âd kavmini nasıl ayırdederdi?

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…

“Her gece kendi kendimi kucaklayınca, kendimde sevgilimin kokusunu bulurum. 

Dün aşk bahçesine gitmiştim. Aklıma onu görmek hevesi düştü. Ona karşı duyduğum aşırı özlem, sevgi gönlümden taştı, gözlerimden coştu da gözyaşı ırmağı hâlinde akmaya başladı. 

Gözyaşları hâlinde akan sevgi ırmağının kıyısında her gülen gül, varlık, benlik dikeninden kurtulmuş, solmaktan emân bulmuştu. Dalından kesecek kılıçtan kendini kurtarmıştı. 

Çayırlıkta bulunan her ağaç, her ot oynamaktaydı, fakat benlik sevdâsına kapılmış değersiz kişilerin gözleri onları görmüyordu. 

Ansızın o selvi boylu güzelimiz bir taraftan çıkageldi. Onun güzelliği karşısında bahçe kendinden geçti. Heyecana kapılan çınar el çırpmaya başladı. 

Yüz ateş gibi, şarap ateş gibi, aşk ateş gibi, bunların üçü de hoş. Can bu ateşler yüzünden alt üst olmuş, perişan olmuş, feryâdlar içinde; ‘Nerelere kaçayım?’ deyip duruyordu. 

Allah’ın birlik dünyasında bu çeşit çeşit varlıklarda sayıya yer oktur. Sayı beş duygu ile dört unsur arasında anlatılması zor olan bu konuları anlatmak için meydana gelmiş bir şey! 

Yüz binlerce tatlı elmaları teker teker saymayı düşünebilirsiniz. Onların hepsinin bir olmasını istiyorsan, onların hepsini sık, suyunu çıkar! 

Görmüyor musun? Yüzbinlerce üzüm tanesi, birer yuvarlak kabuk perdesinin içinde gizlenmişler. Onlar ezilerek kabuk perdeleri yırtıldığı zaman padişahın şarabı olurlar.

Harfleri saymaksızın gönülde beliren sözlere dikkat et! Bu sözler nereden meydana geliyor? Sözlerin rengi yoktur, fakat bu kâinatta her şeyi güzel, hoş bir şekilde yaratan, her şeyi akıl almaz bir hâlde tertîb edenden bir şekle bürünüp gelir. Aslında o sözler bizim değildir. Bizim ötemizde bulunan birisi o sözleri bize söyletiyor. 

Ey ay yüzlü sevgili! Sen olmayınca gül bahçesi bana cehennem gibi gelir. Ağaç ateş, fidan ateş, gül ateş, meyveler ve yapraklar bana hep ateş gibi görünür.

Güzel, tatlı sözler onun cemâlinin; hoş olmayanlar da onun celâlinin bir tecellîsidir. 

Tebrizli Şems, bir padişah gibi gönül tahtına oturmuş, benim şiirlerim de kullar, köleler misâli onun huzurunda saf bağlamışlardır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXV

Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzı çarpık kalması.

812. Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.

813. Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, ledün ilminden lütûflara mahzârsın.

814. Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeye lâyık ben oldum” dedi.

815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri yermeye meylettirir.

816. Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.

817. Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir.

818. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.

819. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.

820. Akar su nerdeyse orası yeşerir; nerde gözyaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur.

821. İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.

822. Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nâil olmak istersen zayıflara merhamet et!

Hasan Dede’nin dile getirdiği bir hikâyede benzer bir vakâ zuhûr eder…

“Şems-i Mardinî, Hazreti Mevlâna’ya karşı, ‘Onun dergâhında ney üfleniyor, rebab çalınıyor, bendir çalınıyor. Bunlar İslâmiyet’te yoktur, oraya gitmeyin’ diye çok dil uzatıyordu.

Bir gün Şems-i Mardinî medresede cemaati ile oturduğu sırada, Hazreti Mevlâna medreseye geldi, karşısında oturdu.

O sırada ikindi vakti geldi, davet okundu, namaza doğruldular. Namazda iken, Şems-i Mardinî secdede bir mânâ gördü. Hazreti Peygamber’in huzuruna geldi.

‘Selâmün aleyküm yâ Resûlallah.’

‘Aleyküm selâm yâ Şems-i Mardinî, ve’l ikrâm’ dedi Hazreti Resûlallah ve sağ ve sol elindeki biri kemikli biri kemiksiz iki et tabağını Şems-i Mardinî’ye uzattı.

Şems-i Mardinî sordu, ‘Yâ Resûlallah, bunların hangisi daha lezzetlidir? Kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Kemiklisi’ diye cevap verdi Peygamber Efendimiz ve mânâ bitti.

Şems-i Mardinî o hava ile Hazreti Mevlâna’nın huzuruna geldi, selâm verdi. Aklınca Mevlâna’yı imtihana tutacak…

‘Bir şey sorabilir miyim yâ Mevlâna?’

‘Buyur, sor.’

‘Etin hangisi daha lezzetlidir, kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Hazreti Resûlallah biraz önce sana söylemedi mi, kemiklisidir, diye…’

Bu cevabı duyar duymaz Şems-i Mardinî bir “Allaaahh” bağırdı, Mevlâna’nın önünde secdeye kapandı. Onun büyüklüğünün farkına vardı ve o günden sonra da hiçbir yerde Mevlâna’ya dil uzatamadı.”

Beyit:

“Bizler tevhid âleminin yanıklarıyız. 

Bizde ‘Lâ ilâhe illallah’ sırrı vardır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 812-814. beyitlerde anlatılan kişi hakkında, “Büyük ihtimâlle, bu hikâyede, Vâil oğlu Âs’ın oğlu Hakem’in Hazreti Muhammed’in yürüyüşünü taklid ederek alay ederken Hazreti Peygamber’in ‘Öyle kal’ demesi üzerine titrek bir hâle gelmesi ve ölünceyedek de o hâlde kalması anlatılmaktadır, ki Furûzanfer, Maâhiz’de bu vakâyı bildirmektedir” der, fakat şunu da ekler ve, “Titrek kalmakla ağız eğilmesi arasında pek münâsebet göremiyoruz. Bu bakımdan bizce hikâyenin kaynağı bu olamaz” diye açıklar.

Hazreti Şems-i Tebrizî, Makalat’ında şöyle buyurur: “Eğer Hazreti Muhammed’in ümmeti hakkında duası, yâni ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, onları bağışla’ diyen yalvarışı olmasaydı nasıl olur da insanlar O’na haset edebilirlerdi. Nasıl olur da O’na kötülük eden Ebu Cehil’in elleri anında kurumazdı. Şu kadarı var ki, O’na bir edepsizlik eden kişiye çabucak bir belâ erişir. O, öyle bir insandır ki, O’nun karşısında bütün insanlar ve melekler her şeyi bırakır, O’nun güzelliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar. Mûcizelerini görenlerin yürekleri yerinden oynar. Fakat O’nun herkesi affeden, koruyan ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, sen onları bağışla’ duası olduğu için insanlar O’na karşı çıkma, O’na edepsizlik etme gafletine düşebildiler. Yüce Efendimizin kıyâmete kadar uzanan, hatta öteki âlemi bile içine alan şefaati, affı, mağfireti, yaratılmışlara karşı duyduğu rahmanî muhabbeti nedeniyle, gerek ümmet-i Muhammed, gerek diğer ümmetler, O’nun yüce ismini gâfilâne zikretmek ve o kutlu insana sırt dönmek cehâletinde bulunmuşlardır.”

Nitekim, Hasan Dede de, “Hazreti Muhammed, kavminden en çok cefâ çeken Peygamber olmasına rağmen, onların cezalandırılması için Allah’a münâcatta bulunmayıp hep sabır göstermiştir. Onlara Allah’tan hidâyet isteyerek: ‘Onların kaplerine hidâyet ver, benim kim olduğumu anlasınlar, ben onları yoketmek için gelmedim’ demiştir” diye anlatır.

Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi Hazreti Mevlâna bakın ne diyor: “Benim bir mânevî evlâdım, bana münâcatta bulunursa ben onun yedi sülâlesine şefaatçi olurum.”

‘Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.’

821. beyitte geçen ‘İnleyen dolap’ ise, Yunus Emre’nin,

“Dolap niçin inilersin? 

Derdim vardır inilerim, 

Ben Mevlâ’ya aşık oldum, 

Anın için inilerim…

Benim adım dertli dolap, 

Suyum akar yalap yalap, 

Böyle emreylemiş Çalab, 

Derdim vardır inilerim…” diye başlayan meşhûr şiirini hafızalarımızda canlandırıyor.

“Unutmayalım ki, bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir” der Hasan Dede, “Bütün dava, sadece Allah’a yaraşır bir insan olmak ve O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki çabalarımız ne kadar içten ve saf olursa, yaşayacağımız güzellikler de o kadar çok olur.”

Ne güzel seslenir bizlere Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“Eğer onun aşk sırrından haberin varsa, canını ver de sevgiliye öyle bak! 

Aşk kıyısı, dibi bulunmayan büyük bir denizdir. O denizin suyu baştan başa ateştir, dalgası da incidir. 

Onun incileri sırlardır. O sırların her biri de Hakk yolunda yürüyen yolcuyu mânâlar âlemine götüren bir kılavuzdur. 

Dün gece mest olarak uyumuştum. Gece yarısı o ay yüzlü sevgili yanıma geldi. 

Ay ışığında sapsarı yüzümü gördü de acıdı ve sapsarı yüzümü gözyaşları ile ıslattı. 

Merhameti da bana vuslat şerbeti sundu. Bedenimde bulunan kılların her biri ayrı ayrı can buldu.”