MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIX

Âdem Aleyhisselâm’ın “Rabbenâ zalemnâ” diye hatayı kendine isnâd etmesi, İblisin “Bimâ agveytenî” diyerek suçu Tanrı’ya yüklemesi.

Hakk’ın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim de yaptığımız işler olduğunu bil, zâten bu meydanda.

Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hakk yapıyorsa, şu hâlde kimseye “Bunu niye böyle yaptın?” deme!

Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmededir. Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.

Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür yâhut mânâyı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?

1480. İnsan, konuşurken mânâyı düşünür, onu kastederse harflerden gâfildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü hem ardını göremez.

Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?

Mademki can, harfi ve mânâyı bir anda ihâta edemez; nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?

Ey oğul! Tanrı, her şeyi kapsayandır. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde buyuruyor ki: “Bu izâfî âlemde hem Hakk’ın ve hem de kulun fiili sabittir. Sen bu gerçeklerin her ikisini dahî ferâset gözün ile, yâni kalb gözün ile gör. Eğer sende böyle gören bir göz var ise, bizim sabit olan fiilimizin, Hakk’ın fiilinden meydana geldiğini görürsün. Hulâsa, biz yaparız, Hakk yaratır.”

Tomurcuk içindeki ağaç, yok gibi görünse de kuvvette mevcuttur.

Nitekim âyet-i kerîmede, “Allah, sizi de yaratmıştır, işlediklerinizi de” (Saffât, 96) buyrulmaktadır.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “İnsanın ameli, yâni yeryüzünde yaptığı işler önemlidir. Ömrünü güzel işler yaparak geçiren kişinin ameli salihtir” der, “Allah, herkesin dileğini yerine getirir; kanunu böyledir. İnsan, her şeyi kendi gözüyle görürse yanılır. Neyi göreceksek, onun gözüyle görmeliyiz ki, rahat edelim. Her kişi kendi idrâkine göre yaşar ve cennet de cehennem de o kişinin idrâkine göre farklılıklar gösterir.”

“Rabbinizin kitabı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de apaçık göstermededir, harâmını da” diye buyurur Hazreti Ali, selâm üzerine olsun, “Farzlarını da apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü kaldıran âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti de. Ruhsatlarını da bildirmiştir, azimetlerini de. Anlamı husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. İbretleri de meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı herkesçe anlaşılanı da beyân edilmiştir, anlaşılmayanı da. Kısaca anlatılanları tefsîr edilmiştir, müşkül anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir.”

Bir diğer âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur: “Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak.” (Yunus, 24)

‘Ey oğul! Tanrı, her şeyi kapsayandır. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.’

Kasîde:

“Bana bak, bana dikkat et ki, senin, mezarında en yakın dostun, candan arkadaşın benim! Dükkandan, evden, bütün seni sevenlerden ayrıldığın zaman, seni ben karşılarım; yapayalnız kaldığın vakit, seninle ben düşer kalkarım! 

Mezarda, benim selâmımı duyarsın! Haberin olsun; zâten hiç bir vakit benden ayrı düşmedin, gözüme görünmez olmadın ki! 

Senin içinde, gölge varlığın ötesinde akıl gibi, düşünce gibi daima seninle beraberim; zevk aldığın, neşelendiğin, sıkıntılara düştüğün, bunaldığın zamanlarda da senin içindeyim; senden ayrı değilim! 

Aşk mahmurluğu, armağan olarak sana mezarda mânevî şaraplar sunar, güzellik getirir; seni karanlıkta bırakmaz, mum uyandırır! Pis kokuları gidermek için buhur yakar, kebap verir, meze hazırlar! Kendi (!) gözünle bak ki, hata etmeyesin! Şunu anla ki, gören de, görünen de hep O’dur! 

Hangi tarafa bakarsan bak, hep beni görürsün! Hattâ ister kendine bak, ister birbirleri ile savaşanların çıkardığı gürültülere, ister yeryüzünde karınca gibi kaynaşan insan kalabalığına bak; hep beni görürsün! 

Ben, görünüşte insanım fakat, sakın ha sakın, benim bu bedenime, bu gölge varlığıma bakarak yanılma! Çünkü bu gölge varlığın ötesinde bulunan ruh, çok güzeldir, çok lâtiftir! Beden gibi çürüyecek, gelip geçecek değildir; sonsuzdur! Aşk ise serttir, pek kıskançtır!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CVIII

“Kulun Hakk’ın huyu ile birleştiğini göstermek için Şemseddin’in sırrı meydana çıkmıştır.” Mevlâna

Cebîr meselesi, aşkımı irâdesiz bir hâle getirdi, sabrımı elimden aldı. Aşık olmayansa cebrî hapsetti, onu inkâr, yâhut takyîd eyledi.

1460. Hâlbuki bu, Hakk’la beraberlik ve birliktir, cebîr değil… Bu, ayın tecellîsidir, bulut değil.

Cebîr bile olsa herkesin bildiği cebîr; yalnız kendi menfaatini gözeten nefsî emmârenin cebri değildir.

Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözlerini açtıysa bu cebri onlar anlar.

Gayb ve istikbâl onlara apaçık görünmektedir. Mâzîyi anış onlarca değersiz bir şeydir.

Onların ihtiyârı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.

1465. Sedeften dışarda küçük, büyük damlalar var, sedefin içindeyse küçük, büyük inciler.

Onlarda misk ahûsunun göbeğindeki kâbiliyet vardır. Dışardaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir.

Sen, dışardaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur, deme!

Bu bakır, dışarda âdî ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!

İhtiyâr ve cebîr, sende bir hayalden ibârettir. Onlardaysa Tanrı âzâmetinin nuru hâline gelmiştir.

1470. Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir.

Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, selsebil suyuyla o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh hâline getirir.

Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetlidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?

İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.

Dağ yaranın (Ferhad) candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.

1475. Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.”

Ahmed Avni Konuk, bu beyitleri yine Hazreti Pîr’in dilinden tefsîr eder ve şöyle buyurur: “Diyelim ki birisi çıktı dedi ki: Mademki tereddüt içinde olan kişinin tercihi de Hakk tarafından oluyor ve tereddüt içinde olan bu sevk ile hidâyet veya kahır tarafına gidiyorsa, bu cebîr değil midir? Cenâb-ı Pîr buna cevâben buyururlar ki: Sen cebîr dedin, ben de cebîr lâfzından maşukumun cebbâriyetine intikâl ettim. Aşkımı aşikâr etmede sabırsızlığım arttı ve beni cebîr ve ihtiyâr hayalinden geçirdi. Mademki her hâlükârda benim başım maşukumun elindedir, şu hâlde ben daima maşukumla beraberim demek olur. Aşıka bundan büyük zevk ve devlet mi olur? Hem, her kim aşık değil ise, aklında ve fikrinde cebrin mânâsını hapsedip, onunla meşgul olur ise; Hakk’ın kendisiyle beraber olduğundan gâfildir.”

‘Bu Hakk’la beraberlik ve birliktir, cebîr değil… Bu, ayın tecellîsidir, bulut değil.’

Hazreti Mevlâna ile aynı devirde yaşamış olan ve şiirlerinde Mevlâna’dan oldukça etkilenmiş olduğu açıkça görülen Fahruddîn-i Irakî de şöyle der: “O’nun sırrı ilmel-yakînde imanın dadısı, zanda ise küfrün mayasıdır. O’nun güzelliği tam olarak âlemin aynasıdır. Cemâli varlığa ve yokluğa vücud oldu.”

‘Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözlerini açtıysa bu cebri onlar anlar. Gayb ve istikbâl onlara apaçık görünmektedir. Mâzîyi anış onlarca değersiz bir şeydir. Onların ihtiyârı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur… Dağ yaranın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir. Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.’

Şiir: 

“Fakr-u Mevlâna’yız elhamdülillah… Ondan işret sırrına nişâneyiz biz. İncileri gözleyen o umman biziz; göklerde, denizlerde nâmuşan biziz; hem yeryüzü tahtında sultan da biziz…”

“Bir damlanın deniz olması için, kendi damlalığından vazgeçmesi gerekir. Aşk, bir yokluk denizidir. O denize kavuşan her damla damlalıktan çıkar, deniz olur. O aşktan sonra bir irfâniyet doğar ki, asıl irfâniyet budur” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Şahımsın, iki cihan sultanımsın, 

Yâ Hüdâvendigâr Mevlâna. 

Sultanımsın, sultanımsın, 

Gönlümde, canımda imanımsın benim, imanım. 

Can verirsen dirilirim, 

O can ile dürülürüm, 

Bu can içre yüzlerce canımsın benim, 

Pîrler Pîri sultanım Mevlâna’msın benim. 

Sensiz ekmek bile zehir, 

Sen zehirlere panzehir, 

Sen suyum, ekmeğim,

Şekerim, balımsın benim. 

Bağımsın, yeşilimsin, 

Gülen servi, açan yasemin, 

Sen gönül cennetinde mekânımsın benim. 

Pîrler Pîri, velîler özü Sevgilimsin benim. 

Ey yüce Mevlâna’m, 

Sen semâvatın Ay’ısın, 

Gönlümde sultanımsın benim. 

Sen madenimin en değerli cevheri, 

Ben sustum artık sen konuş, 

Sözümde burhânımsın benim. 

Pîrler Pîri, velîler özü, 

Sevgilim Mevlâna’msın benim…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CVII

“Can, bakışta görüşte yok oldu da şunu dedi: Tanrı’nın yüzüne, Tanrı’dan başkası bakamadı gitti.” Mevlâna

Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hakk, bir muamma söylemiştir.

Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. ‘Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?’ der.

İki ışıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hakk’tandır.

1455. Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma.

Ki Tanrı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrâk edesin.

Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zâhirî duygudan gizli söz.

Can kulağıyla can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nisâ sûresinin 143. âyetinde, “Onlar, imanla küfür arasında bocalayıp dururlar, ne onlara mâl olurlar, ne bunlara” diye buyrulmaktadır.

Değerli mutasavvıflardan Ahmed Avni Konuk, Mesnevî tefsîrinde, bu beyitlerle ilgili şöyle yorum yapar: “Fikrini toparlayıp bir meselenin içinden çıkamayan kişi tereddüt içindedir. Buna da sebep, Hakk onun kulağına bir muamma, yâni mânâsı açık olmayan bir sır söylemiştir ve o iki yol arasında tereddüt içinde mahpus kalmıştır. Genel görünümde, Hakk’ın iki sırât-ı müstakîmi vardır; birisi ‘Hâdî’ isminin yolu, diğeri ise ‘Mudill’ isminin yolu. Her birisi kendi yolunun yolcularını, başlarından tutup, kendi akîbetlerine götürür. Cenâb-ı Allah, Hâdî yolcularından razıdır, fakat Mudill yolcularından razı değildir. Nitekim Fâtiha sûresinde, ‘Yâ Allah, bizi sırât-ı müstakîme hidâyet et! Öyle sırât ki, sen onlardan razı olup ihsân eyledin. O yol, üzerlerine gazâb ettiklerinin yolundan gayrıdır’.. Eğer can aklını, zikr olunan iki yol içinde tereddütten kurtarmak istersen, o huzûzât-ı nefsanîye pamuğunu kulağına tıkma ki, yâni nefsine hoş gelen şeylerden uzak dur ki, enbiyânın ve onların vârisleri olan evliyânın, hidâyete çağıran davetlerini işitebilesin ve nihâyetinde tereddütten kurtulasın.” 

Beyit:

“Hazreti Kurân’ın gelini, ancak iman ülkesinin savaştan korunmuş olduğunu görürse peçesini açar.”

Sultan Veled Hazretleri, selâm olsun üzerine, “Lüleden akan sudan deniz bilinebilir mi? Güneş, zerreden anlaşılabilir mi? Meğer ki o, dilsiz olarak, yolu izi olmayan bir yoldan gizlice sana söylesin” diye buyurur, “O zaman, kaynak nasıl topraktan coşarsa, senden de söz coşar; o coşuşla çevikleşirsin, bilgisi de gönlünden akar; onun lütfuyla, letâfetiyle bedenin de akar gider. Onu can gözü görür, ten gözü değil; iş, can işidir, bedenden geç, Hakk sırrını dedikoduda arama; o sırra erince de sus; söyleme. Sarftan, nahîvden vazgeç de mahvolmak yoluyla ona kavuşmaya bak. Kalem buraya erişti de kırıldı; ev onun yüzünden yıkıldı; kapı paramparça oldu. Ne ön kaldı, ne ard, ne üst kaldı, ne alt; ne sol, ne sağ var, ne kuru var, ne yaş. Soyunduk, çırçıplağız, hiçbir şeyimiz yok; bırak bizi, hiç kesilenle hiç becelleşme. Her şeyi terkettik, su kesildik; belirtisi bile görünmeyen şarapla yıkıldık gittik. Önünde bir şekil gibi görünüyoruz ama iyi bak, ne suretimiz var, ne şeklimiz.”

Nitekim Hazreti Şems de, selâm olsun üzerine, şöyle hikâye eder: “Ârifin biri, bir nahîvcinin katına gitmiş, oturmuştu. Nahîvci dedi ki: Söz, şu üç hâlden dışarı olamaz: Ya isim olur, ya fiil olur, ya harf. Ârif, elbisesini yırttı da eyvahlar olsun dedi; yirmi yıllık ömrüm de yele gitti, çalışıp çabalamam da. Ben, bu üç hâlden dışarı bir söz vardır umuduyla çalıştım; sense benim umudumu yitirdin gitti. Bu ârif, o sözün anlamına da erişmişti, maksadına da; fakat bu yolla nahîvciyi uyandırmak istiyordu.”

‘Vahiy nedir? Zâhirî duygudan gizli söz. Can kulağıyla can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.’

Kasîde:

“Dostu dosta götüreni, melekleri gökyüzünden yeryüzüne indireni getir! 

Her gece, Hazreti Muhammed gibi Mîraca çıkmak için aşk burağına eğer vuranı getir! 

Aklını başına al da, sen canla arkadaş ol, onunla düş kalk, onun huzurunda otur! Çünkü her oturuşta, biraz daha onun huylannı, sıfatlarını elde edersin. 

Sakîsi ruh olan sonsuzluk aşk şarabını alır çekersin, çekince de kendinden geçersin, öyle bir hâl alırsın ki, 

Hakk yolu yolcusuna; ‘Git de canla oynama huyunu pervâneden öğren!’ dersin. Çünkü o, seni din mumunun ateşine çağırmaktadır.

Allah’ın vahyi geldi. Can kulağınızı açın da onu duyun. Çünkü mânâ kulağı açık olan kişiye, Allah hakîkati gören göz ihsân eder. 

Dostun gönle gelen hayali sana buluşma müjdesini verir. O hayal, o zan seni alır; yakîne, tam inanca çeker götürür. 

Sen düştüğün şüphe kuyusunda Yusuf gibisin. Dostun hayali de sanki bir iptir sen o ipe sıkıca tutunup çıkarsan kendini yücelerde, göklerin üstünde bulursun. 

Buluşma günü aklın başında kalabilirse sana der ki; ‘Ben, sana nefsanî arzularını ayak altına al!’ dememiş miydim? İşte dediğim gibi oldu; nefsi terk ettin de dostu buldun. 

Eğer sen, insan gibi yaşarsan, doğru bir kişi olursan, can buluşma evine girer. Eğer eğri bir kişiysen, seni atlaslara, giyinmeye, kuşanmaya çeker götürür. 

Dünya hayatında başına gelen belâlara, cefâ dikenlerine katlan! Çünkü çektiğin acılar, sıkıntılar seni dikenlerden alır da güllere kavuşturur. Reyhanların, yaseminlerin bulunduğu bahçeye çeker götürür. 

Dost uğruna düşmanların lânetini, hakaretini, küfürlerini şerbet gibi iç! Çünkü bu lânetler, hakaretler, küfürler, seni lütuflara, senâlara, aferinlere mânevî derecelere ulaştırır.”