“Ben ölürsem siz beni geri getirin, ölü bedenimi sevgilime teslim edin! Eğer o solmuş dudaklarıma bir öpücük kondurur, ben de hemen dirilirsem buna hayret etmeyin!” Mevlâna
610. Biz yoktuk, mücâdelemiz de yoktu. Senin lütfûn bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.
611. Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ana karnındaki çocuk gibi âciz ve eli bağlıdır.
612. Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi âcizdir.
613. Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen de insan resmi işler; gâh neşe, gâh keder nakşeder.
614. Gergefin eli yok ki onu def için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar husûsunda ses çıkarsın.
615. Sen beytin tefsîrini Kurân’dan oku Tanrı ‘Attığın zaman sen atmadın’ dedi.
616. Biz bir ok atarsak, atış bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan, Tanrı’dır.
617. Bu cebîr değil, cebbârlığın mânâsıdır. Cebbârlığı anış da, ancak Tanrı’ya tazarrû ve niyâz içindir.
618. Bizim figânımız muztâr ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyâr olduğuna delildir.
619. Yapıp yapmamada ihtiyârımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüb ne?
620. Hocaların, şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?
621. Eğer sen, ‘O, cebîrden gâfildir. Hakk’a mensûb olan ay, bulutta yüzünü gizliyor’ dersen,
622. Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdîk eder, buna tâbî olursun.
623. Hasret ve figân, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamiyle uyanıklık zamanıdır.
624. Hasta olduğun zaman günâhından istiğfâr eder durursun.
625. Sana günâhın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin.
626. Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyâr etmeyeyim diye ahdeylersin.
627. Şu hâlde bu yakînen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık bahşediyor.
Hazreti Mevlâna, her sabah namazından sonra okuduğu duada şöyle sesleniyor içindeki Rabbine…
“Her korku anında sığındığım sığınak, söylediğim söz, ‘Allah’tan başka yoktur tapacak’ sözüdür. Her üzüntüye, mihnete karşı, ‘Allah ne dilerse o olur’ derim; her nimet için hamd Allah’a, her genişlik, ferahlık için şükür Allah’a; her şaşılcak şey için tenzîh ederim Allah’ı noksan sıfatlardan; her suç için Allah’tan yarlıganmak dilerim; her sıkıntı, her darlık vaktinde Allah yeter bana; her düşmana karşı Allah’a sığınırım; her kaza ve kader için Allah’a dayanırım; her musîbette, ‘biz, gerçekten de Allah’ınız ve gerçekten de ona dönenleriz’ derim; her ibâdete, her suça karşılık da zikrim, fikrim, ‘havil ve kuvvet, ancak çok yüce ve büyük Allah’ındır’ sözüdür.”
“İslâmiyet baştan aşağı tevazû yoludur, baştan aşağı yokluk yoludur” der Hasan Dede, “Yokluk, benlik gittikten sonra zuhûr eder. Bizler, ne kadar benlikte kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz, ıstıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Kendimizi ne kadar teslimiyete bırakırsak, o kadar teslim olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin mânevî kazançlar elde etmemizi sağlar.”
Bir gün bir bilgin Mevlâna’ya, “Yolumuz nedir?” diye sormuş.
Mevlâna da ona, “Yolumuz, ölmek ve nakdimizi göklere götürmektir. Ölmeden eremezsin” diye cevap vermiş.
‘Ölmeden evvel ölmek’ demek, Allah’ı arayan yolcunun, yokluğunu idrâk etmesi ve kendi hiçliğini tam mânâsıyla bilmesidir. Çünkü hakikatte ölüm diye bir şey yoktur. Ölmeden evvel ölmek, Allah’ın varlığında tamamiyle yok olmak demektir.
Ne güzel söyler Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…
“Yine huzurunda ölmek için salına salına geldim ey defalarca beni gamdan, gussadan, sıkıntıdan kurtaran güzel.
Ben kupkuru, şahrem şahrem yarılmış yeryüzü gibiyim, bulutum da lütfûndan, miskim de; gök gürültüsünden başka bir ses istemem, elime kıvrım kıvrım siyah saçlarından başka bir şey almam, başka bir şeye sarılmam.
Sana tutsak olmak, beylikten, hürlükten yüz kat iyi, hele ey gönlü hasta tutsağım benim dediğin zaman…”
615. beyitte işâret edilen, “Attığın zaman sen atmadın” (Enfâl, 17) âyeti ile ilgili olarak Abdülbâki Gölpınarlı bizlere şu bilgiyi verir:
“Bu âyet, Bedir Savaşı’nı hatırlatmaktadır. Bedir Savaşı, hicretin ikinci yılı Ramazan ayının onyedinci Cuma günü olmuştur. O gün, Hazreti Peygamber, ‘O toplum, yakında bozguna uğrayacak ve ardını dönüp kaçacak’ (Kamer, 45) âyetini okumuşlar, yerden bir avuç taş alarak müşriklere atmışlardı. Bu taşlar kime rastladıysa o savaşta öldürüldü. Lafzî iktibas yapılan âyetin meâli şudur: ‘Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü ve attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı ve böylece kendi katından, inananlara güzel bir nimet vermek, onları denemek istedi. Şüphe yok ki Allah her şeyi duyandır, bilendir.’”
617. beyitte geçen ‘cebîr’le ilgili olarak; cebr, zorlamak, zorla yaptırmak anlamına gelmektedir.
Hazreti Ali, kendisine sorulan bir soruya istinâden, “Allah, kulları işleyecekleri işte kendi başlarına bırakmadı; çünkü Allah bundan yücedir, üstündür” diye buyurunca, “Allah, kullara suç işlemek husûsunda bir ihtiyâr mı verdi?” sorusuna da şu cevabı vermiştir: “Allah böyle bir şey yapmaktan daha âdil ve hakîmdir, üstün ve ulu Allah, ‘Ey Âdemoğlu, ben senin yaptığın iyiliklere mükâfat vermede senden daha yetkili olduğum gibi sen de yaptığın kötülüklere karşılık mücâzâta uğramaya lâyıksın; sen suçları, sana verdiğim kuvvetle işledin’ demiştir.”
Abdülbâki Gölpınarlı, “Mevlâna, ‘Biz bir ok atarsak, atış bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan, Tanrı’dır’ dedikten sonra bunları okuyanların cebîr sanmamalarını sağlamak kasdiyle bu, cebîr değil, aksine kırıkları onarışın, eksikleri tamamlayışın mânâsıdır, bu da Allah’a yalvarmak içindir, deyip bir kötülüğe uğrayınca ağlayıp inlememiz, nasıl âczimize delâlet ediyorsa kötülükte bulununca da utanmamız, bu işi kendi dileğimizle yaptığımıza delildir, diyor ve irâdemizle, ihtiyârımızla bu işi yapmasaydık bu utanmanın, bu acıklanmanın, bu dertlere düşmenin bir mânâsı olmaz; hocalar, talebeyi terbiye için sıkıştırmazlar; fikir, kuruntulardan kuruntulara düşmez buyurup, devamındaki beyitlerde de aynı esas üzerinde örnekler verir” diye açıklar.
Nitekim, Mevlâna buyurur, der ki: “Ey gönül! Vazîfeni hakkiyle yapmamaktaki kusurlarına ne özürler düşünüyorsun? Onun tarafından nice nice vefâ, senin tarafından nice nice cefâ… Onun tarafından nice nice cömertlik, bu taraftan ise azlık ve çokluk anlaşmazlığı. Onun tarafından nice nice nimetler, senin tarafından bunca hata, bunca hased, bunca iyi ve kötü hayaller… Onun tarafından nice nice lütûflar, nice nice lezzetler, nice nice vergiler… Bunca lezzetler ne için? Senin acı canının hoş olması için… Bunca lütûflar neden ötürü? Allah dostlarına ulaşma için… Kötülükten pişman olup da, ‘Allah!’ diye yalvarınca, seni O çeker, belâlardan kurtarır.”
“Allah, herkese bir huy, herkese bir çeşit akıl vermiştir. Bir kişiye göre doğru olan söz, öbürüne göre yanlıştır; ya da birisine bal gibidir, diğerine zehir” der Hasan Dede, “Fakat aşığa gelince o, temizden de münezzehtir, pisten de. O, bütün ağırlıklardan kurtulmuştur. Fakat halka gelince, herkesin aklına göre söz söylemek gerekir. Çünkü herkesin aklı kendine göre en iyisidir. Bütün akıllar ortaya koyulsa ve denilse ki, bu aklın güzelidir, gelin bunu alın başınıza koyun… yine de herkes gider kendi aklını beğenir. Bir insan, büyük bir yere yönelirse, orada onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir. Mânâ, herkesin kendi aklına göredir. Aşk ise tefsîr kabul etmez, hiçbir kalıba sığmaz.”
Kasîde:
“Kıyâmeti gördüm, kendimi kaybettim, varlığım görünmez oldu; yay gibi ikiye büküldüm amma ok gibi de uçup gidiyorum.
Ey kendisinden ayrılmama imkân bulunmayan dost, bir avuç topraktım ben, senden esip gelen yel tozuttu, havalara kaldırdı, yüceltti beni, fakat sensiz nerelere gideyim?
Ey göz nuru, din nuru, akıllıca otur dedin, ey perdelerimi yırtan, beni kendi hâlime mi bırakıyorsun ki?..
Nasıl el çırpmayayım ki, güzelim elimde benim; nasıl ayak vurmayayım ki zîr perdem bem oldu, altüst olmuşum zaten.”