MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVIII

Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması.

549. O vezir, kendince bir hile kurdu. Vaaz ve nasihati bırakıp hâlvete girdi.

550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün hâlvette kaldı.

551. Halk, onun iştiyâkından, hâl ve tavrıyla sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.

552. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise hâlvette riyâzâttan iki büklüm olmuştu.

553. Hepsi birden “Biz sensiz kötü bir hâle düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvâli ne olur?

554. İnâyet et. Allah için olsun, bundan ziyâde bizi kendinden ayırma!

555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.

556. Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”

557. Emîrler ricâ ve şefaate, müritler de kendilerini yermeye başladılar:

558. “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü tâlih ki sensiz gönülden de yetim kalmışsızdır, dinden de.

559. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.

560. Biz senin güzel sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.

561. Allah aşkına bize bu cefâyı yapma; lütfet, bugünü yarına bırakma!

562. Gönlün razı olur mu, aşıkların, akîbet istifâdesiz kalsınlar?

563. Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!

564. Ey zamânede nâziri olmayan zât! Allah aşkına halkın imdâdına yetiş!”

Bir rivâyete göre nefsi mahkum edip, beş bin yıl ateşe atmışlar, ateşten çıkardıklarında, nefse “Sen kimsin?” diye sormuşlar. 

“Ben benim, sen sensin” diye cevap vermiş. Çektiği cefâyı unutmuş, yine benlikle ortaya çıkmış. 

Haydi… on bin yıl daha ateşe atalım, demişler. Sonuç yine aynı. Bakmışlar ki insan olmuyor. Ne yapalım? diye düşünmeye başlamışlar. Sonra, bütün arzularını keselim, isteklerinden mahrum edelim demişler ve aç bırakmışlar.

Nefs açlığa girince, Allah sormuş: “Ben kimim?” 

Nefs, şu cevabı vermiş: “Sen Rabbimsin, ben senin kulunum.” 

Demek ki nefs, riyâzâtla kulluğa giriyor, Rabb’ini tanıyor. Ateş bile riyâzât gibi nefsi terbiye edemiyor.

Hasan Dede buyuruyor ki: “Demirciler kazma, kürek yapmak için, demiri ateşe sokar, seve seve döverler; sonra çıkarır, soğuturlar. Her vakit ateşte kalsa, olmaz. Bir içeri, bir dışarı. Böyle daha tatlıdır. Ancak Allah aşıkları, bütün bu hâlleri, ahlâkları, sevgileri, korkuları, kızmaları tepeleyip geçerler. İki kardeş bile, icâbında birbirlerine zıt olabiliyor; fakat iki Allah aşığının birbirine zıt oldukları hiç görülmüş müdür? O ister ki diğeri ihyâ olsun; diğeri de ister ki o ihyâ olsun. Onların birbirlerini sevmeleri, ebedî hayat demektir. Tapmanın özü, esası, sevmedir. Mevlâ’yı da sevgiyle buluruz, belâyı da. Onun için seveceğimiz kimseyi, iyi tâyin etmeli. Çünkü sevgi, sevdiğimiz kimsenin ahlâkını bölüşmek demektir.”

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Allah için birbirlerini seven ve birbirleriyle dürüst ve sadıkâne dostluk kuranlar, Arş-ı İlâhî’nin gölgesinde dinlenirler” diye buyurmaktadır.

Hazreti Mevlâna, “Çalışmalar çeşit çeşittir” der, “Çalışmaların en ulusu, Tanrı’ya yüz tutmuş, bu âlemden yüz çevirmiş dostlara karışmaktır. Temiz dostlarla düşüp kalkmaktan daha çetin hiçbir savaş yoktur. Çünkü onları görmek, nefsi, bedeni eritip yok etmek demektir.”

Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin bir benzetmesi vardır, şöyle seslenir: “Kimyonu Kirman’a götürmekte ne fayda var? Tanrı kapısına da canını götürsen bunun aynıdır, ne faydası var? O kapı canların yaratıldığı yerdir, oraya orda olmayan bir şey götür. Sen O’na niyâz ve yalvarma, yakarma götür. Zîrâ niyâzsız olan Allah, niyâzı sever. Oraya yokluğunu götür ki, sana lütûfta bulunulsun. O da aşktır. Bir kere aşk tuzağına düştün mü? O seni sarar gider…”

Beyit:

“Benim şarabım aşk ateşidir; hem de, bu şarabı Hakk lütfetmekte, sunmaktadır! 

Canını böyle bir ateşe odun etmediğin için yaşayış sana harâm olsun!..”