“Canlardan perde kalksaydı, canların her sözü mesîhane olurdu.” Mevlâna
43. Padişah sağdan, soldan hekimleri topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.
44. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermânım o.
45. Kim benim canıma dermân ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı o aldı.”
46. Hepsi birden dediler ki: “Canımızı fedâ edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.
47. Bizim her birimiz bir âlem mesîhidir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”
48. Kibirlerinden Allah isterse (inşallah) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.
49. “İnşallah” sözünü terk ettiklerini söylemekten maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızî bir hâlet olan inşallahı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.
50. Hey gidi hey, nice inşallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşallah”la eş olmuştur.
51. İlaç ve tedavi nevînden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı.
52. O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı gözyaşı ırmağa döndü.
53. Kazara sirkencebin safrayı arttırdı. Bademyağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.
54. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.
Padişah, yani Hakk’ı arayan yolcu (mürid) nefsine uyup dünyaya meyledince kalbi hastalandı, sıkıntıya düştü, çareler aramaya koyuldu. Bunun için türlü hekimlere başvurdu; yani derdine dermân olması, kalbini ferahlatıp sükûna erdirmesi için bazı mürşidlerden medet umdu. Fakat her mürşid kâmil olmadığından, yolcunun derdine de dermân olamadılar.
Bir deyiş vardır: Kendisi himmete muhtaç dede, kime himmet ede?..
Yani, kendisinden beklenen devâ bulma kadrine, kabiliyetine sahip olmak bir yana, bizâtihî kendisi yardıma, devâya muhtaç olan, nasıl bir başkasına yardım edebilir, derdi olana devâ olabilir?..
“Hazreti Mevlâna’ya göre irşâd, kâmil yani olgun insanın hakkıdır” der Hasan Dedemiz ve şöyle devam eder, “Kâmil olmayan mürşidlere inanmamalıdır. Onların kâmil olmadıkları meydana çıkıncaya dek arayış içindeki yolcunun ömrü tükenir. Bu gibi mürşidler halkı aldatmak için dükkan açıp oturmuş kişilere benzer. Onlardan hiç farkları yoktur.
Kâmil insan, yani mürşid-i kâmil, yolcusunun mantığına hitâb eder, ruhuna hitâb eder, gönlüne hitâb eder; yolcu bu dört yerden gıdasını alır ve orda kendini yetiştirmeye çalışır. Eğer bulduğu mürşid aklına hitâb edemiyorsa, ruhuna hitâb edemiyorsa, gönlüne hitâb edemiyorsa orada hiç durmasın. Neden? Çünkü her saniyesi zâyî oluyor, boşa gidiyor demektir.”
Sultan Veled Hazretleri, Maarif isimli eserinde kâmil mürşid hakkında der ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibadetten daha üstündür. Onun gölgesinin altında oturmak, Hakk’ın yanında oturmaktır.”
“İnsan olmadan, ney nasıl kendi kendine ses çıkaramazsa, mürşid-i kâmilden de seslenen Allah’tır” der Hasan Dedemiz, “Yani onun sözleri, doğrudan doğruya Allah’ın sözüdür. Allah’ı bulmak için mutlak ve mutlak onu bulmak lazımdır.”
Nitekim, Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Danışılan kişi, güvenilen bir kimse olmalıdır.”
Abdülbâki Gölpınarlı, “Mesîh kelimesinin, bir şeye el sürmek mânâsında ‘mesh’ten geldiğini söyleyenler vardır” der ve “Mesîh, İsa Peygamberin lâkâbıdır ve Kur’an-ı Kerim’de birçok sûrede ‘Meryemoğlu Mesîh’ diye geçer. Yani doğuştan kutlu olmak, bereketle meshedilmiş ve suçlardan arınmış olmak mânâsındadır” diye buyurur.
Beyit:
“Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen,
Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!”
Hasan Dedemiz, “Kendisine kıyâmda bulunulmasını isteyen kişide kibir vardır. Kıyâm ancak Allah’ın huzurunda yapılır. Kibire kapılıp ‘Benim’ diyen benliğe düşer. Benlikten konuşan kişi gerçekte âcizdir. Fakat ‘Ben Allah’ınım!’ diyen ve bütün varlığını, benliğini, Allah’ın varlık deryâsına atan ise, Allah’ın her şeyi çevreleyen sıfatına mazhâr olur. O, her şeyi kapsıyor demektir” der.
Ve Kur’an-ı Kerim’de, “Hiçbir şey hakkında, bunu mutlaka yarın yapacağım deme; ancak Allah dilerse yaparım de ve bir şeyi unutunca Rabbini an ve de ki: Umarım, Rabbim beni bundan daha ziyâde hayra ve doğruya yakın bir şeye erdirir ve bana başarı verir” (Kehf, 23-24) diye buyrulmaktadır.
Abdülbâki Gölpınarlı, ‘İnşallah’ yani ‘Allah dilerse’ sözünü Mevlâna’nın görüşü üzere şöyle açıklıyor: “Mevlâna, ‘Allah dilerse’ sözünün, ağızdan denmesini yeter bulmuyor, gönülden Allah’a sığınmak gerektiğini, hattâ gönlüyle Allah’a dayanan, onun irâdesine bağlanan kişinin bu sözü demese bile, demiş sayılacağını bildiriyor; Allah’ın kudretine sığınmayan adamın, gönlünün kapalı, mühürlü olacağını anlatıyor. Gerçekten de kendisini Tanrı kudretine veren, ona sığınıp dayanan kişi, irâde kudretine, azme sahip olur ve dilediği işi, bu gayretle başarır; kendi kudretine güvenense çok defa hüsrâna uğrar.”
Nitekim, Hazreti Mevlâna, “Sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde de Allah dilerse sözünü söyleyin. Çünkü O, gönüle her zaman başka bir meyil verir, her an gönüle başka bir dağ vurur” diye buyurur.
Sonuç itibâriyle, hikâyenin devamında, halayığı tedaviye gelen hekimler, olgunluğun kemâline ve irşâd derecesine ulaşamamış olmalarından dolayı, hastalığı iyileştirmede âciz kaldılar. Hattâ uyguladıkları reçetelerle, fayda vermek bir yana, hastalığı daha da arttırdılar. Sirkencebin safrayı arttırdı. Bademyağı da kuruluk tesiri gösterdi. Karahelile kabza sebep oldu, ferahlık gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.
Halayığın hastalığı artınca, padişah da daha çok ağlayıp inlemeye, kanlı gözyaşları dökmeye başladı.