MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LVI

Vezirin hâlvette kendini öldürmesi.

662. Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.

663. Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyâmet yerine döndü.

664. Bir hayli halk onun yasıyla saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.

665. Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir.

666. Mezarının toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine dermân gördüler.

667. Bir ay ahâli, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah ü figân ediyorlardı.

İsa Aleyhhiselâm ümmetinin emîrlere “İçinizde velîaht kimdir?” diye sorması.

668. Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makâmına oturacak kimdir.

669. Ki biz o zâtı, vezirin yerine imam ve muktedâ tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.

670. Mâdemki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağ yakmaktan başka çâremiz yok.

671. Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrûm kaldık mı, yerine birisinin vekîl olması, birisinin bize yâdigâr kalması gerekir.

672. Gül mevsimi geçip gülşen harâb olunca gül kokusunu nereden alalım? Gülsuyundan!

673. Ulu Tanrı açıkça meydanda olmadığından, bu peygamberler Hakk’ın vekilleridir.

674. Hayır, yanlış söyledim. Vekîl ile vekîl edeni iki sanırsan hatadır, iyi bir şey değil.

675. Sen surete taptıkça ikidir. Suretten kurtulana göre ise birdir.

676. Surete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir.

677. Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırt edilemez.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna’nın şu kasîdesine kulak verelim, bakın ne güzel sesleniyor bizlere…

“Ey bir yerde duramayan, dinlenme nedir bilmeyen rüzgârımız! Güle bizden haber götür de söyle; ‘Gül bahçesinden kaçıp şekerle dost olan gül, nasıl oldu da yurdundan, anandan, babandan, kardeşlerinden arkadaşlarından ve sana gönül veren, senin için feryâd edip duran bülbülden ayrıldın geldin, şekere karıştın, ‘gülbeşeker’ tatlısı oldun?’

Ey gül!.. Neden şekere karıştın? Aslında sen, kendin şekersin, şeker gibi tatlısın, hoşsun. Şeker olduğun için, herkesten çok sen, şekere lâyıksın ama, neden gül bahçesine karşı vefâsızlıkta bulundun? Şeker de, gül de hoş, fakat vefâlı olmak her ikisinden de hoş, her ikisinden de tatlı. 

Ey gül!.. Mâdem ki bahçeden ayrıldın gittin, sana bir iki sözüm var: O güzel yanağını şekerin yanağına koy da şekerden tat al, şeker gibi ol, şekere de bahçeden alıp götürdüğün hoş kokunu ver! O da gül gibi olsun. Ayrılığı göze aldın ama, bu ayrılıkta kazancın da var. Sen şekerin içine girdiğin için gül olarak oradan oraya götürülmekten, yolculuğun cefâsından, solup pörsümekten, yerlere atılmaktan, çiğnenmekten kurtuldun. 

Şimdi ‘gülbeşeker’ tatlısı oldun ya, seni yiyenlere gönül gıdasısın, göz nurusun. Bu yüzden artık gülden gönlünü çek; o nerede, bu nerede? 

Sen bahçede dikenle beraber oturuyorsun. Akıl gibi cana yakın idin, insana karıştın. Şekerle beraber iken şimdi insanla beraber oldun. Nur oldun. Haydi şimdi de şu günâhlarla kirlenmiş yeryüzünden gökyüzüne yüksel menzil menzil, konak konak da onunla mânen buluşma yerine kadar yürü!..

Ey gül!.. Sen şimdi dünyaya yukarıdan bakıyorsun da, dünyadaki acaip hâlleri gördüğün için dünyaya gülüyorsun. O yüzden elbiselerini yırtıyorsun. Ey kızıl kaftanlı, güçlü, kuvvetli yiğit er, ben senin hayranınım! 

Güller, ‘Kim mânen Hakk’a uluşmak için merdiven isterse, belânın, ızdırabın bir merdiven olduğunu bilsin de, başına gelenlerden şikâyet etmesin! Belâlardan korkmasın, canını belâlara atsın!’ diye nârâlar atarak, uçuşup saçılarak gökyüzünden gül bahçelerine yağmada.

Kendine gel de, şu kabtan, gülsuyu çıkaran ustanın testisinden bir yolunu bulup ter gibi sız, o hapsedilmiş kabtan, bir ruh gibi kaç, kurtul. 

Ne de tâlihliymişsiniz, ne de bahtınız yârmış! Benziniz gül gibi kıpkırmızı. Biz de sizin gibiydik, ruh olduk, kurtulduk. Haydi siz de ruh olun, bu kirli yeryüzünden kurtulun. 

Gülbeşekerden maksadımız, Hakk’ın lütfûyla bizim varlığımızdır. Varlığımız sanki demir kırıntısı, Hakk’ın lütfû ise mıknatıs!.. 

Akıl da aynadır. Demirden ayna yapan aynacı, onu parlatmak, ayna haline getirmek için ona çok eziyet etmededir de, bu yüzden olacak, ayna bizi istemiyor, bize gelmiyor, hep biz onu elimize alıyor, ona bakıyoruz. O bize şunları söylüyor ama, kulaklarımız gaflet pamuğu ile tıkalı olduğu için duyamıyoruz: ‘Ey insanlar, ben sizi sizsiz isterim.’

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LV

Vezirin her emîri ayrı ayrı velîaht yapması.

650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.

651. Her birine “İsa dininde Tanrı vekîli ve benim halîfem sensin,

652. Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsa, umûmunu senin taraftârın ve yardımcın etti.

653. Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esîr et, hapse at.

654. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, bu reisliğe tâlib olma.

655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvâsına kalkışma.

656. İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete fâsih bir tarzda oku!” dedi.

657. O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naîb yoktur!”

658. Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söylediyse buna da onu söyledi.

659. Her birine bir tomar verdi, her tomar, öbürünün zıddını ifâde ediyordu.

660. O tomarların metni “ya” harfinden “elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.

661. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıddîyeti bundan önce bildirdik.

Hazreti Mevlâna, ”Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir şey, târif edilemez; imkân yoktur buna. Ulu Tanrı’nın zıddı yoktur da onun için ‘Ben bir gizli defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim’ demiş, ışığı meydana çıksın diye karanlıktan ibâret olan şu kâinatı yaratmıştır; yine böylece peygamberlerle erenleri meydana çıkarmış, ‘Sıfatlarımla halka görün’ demiştir. Onlar, düşmanın dosttan, tek, eşsiz kişinin yabancıdan ayrılması, belli olması için Tanrı ışığını elde etmiş olanlardır. O anlama, zâten anlam bakımından zıd yoktur, görünüşte zıddı vardır onun. Hani Âdem’in karşısında İblis, Musa’nın karşısında Firavun, İbrâhim’in karşısında Nemrud, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa’nın karşısında Ebû Cehil gibi tıpkı… Sonu da yoktur bunun. Şu hâlde anlam bakımından zıddı yoktur amma erenlerle Tanrı’ya bir zıd belirlemede; hem de halk, onlara ne kadar düşmanlık ederse, ne kadar aykırı hareket ederse işleri o kadar yücelmede onların, o kadar yayılıp tanınmada. ‘Tanrı ışığını nefesleriyle söndürmek isterlerse de Tanrı, kendi ışığını tam parlatır’, kâfirler hoş görmeseler de böyledir bu.”

Beyit:

“Elif, varlığından yok olmuştur ama; 

o harfi olmaksızın da be ile sin, elifi söyler durur.”

Nitekim, Ahmed Eflâkî’nin ‘Âriflerin Menkîbeleri’ isimli eserinde şöyle rivâyet edilmektedir:

“Bir gün dostlar, kibirli ve kıskançların inkârından, zıd gidenlerin yermelerinden şikâyet ettiler. Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Hazreti Musa’ya, heybetli ve gürbüz beş kişi düşmanlık etti. Musa, tahammül ve sabretti. Nihâyet Tanrı Hazretleri beşinin de kökünü kazıdı ve hepsi Musa’ya yenildiler. Musa onları yendi. Onlardan biri Kârun’du. O, mal kuvvetiyle terbiyesizlik ediyordu, ‘Biz onu eviyle birlikte yere soktuk’ (Kasas, 81) âyetinde olduğu gibi yok olup yere battı. İkincisi Samîrî idi. Bu da ilmiyle münâkaşada bulunmuştu. Sonunda ‘Ziynetleri atmak…’ (Taha, 88) âyetinde olduğu gibi atıldı. Üçüncüsü de Bel’âm idi. O da zühdü ile övünüyordu, hayvan şekline girme illetine tutuldu. ‘Köpek şekline soktu’ (Âraf, 175) Musa’nın kapısının köpeği oldu. Dördüncüsü Uc bin Anak’tı. Bu da kuvveti ve cüssesine güvenerek, Musa ile mücâdele ediyordu. Sonunda Musa’nın elinde yok oldu. Beşincisi lânetlenmiş Firavun’du. O da Mısır ülkesi ve nehirleriyle övünüyor ve kumandanlık ediyordu. Fakat suda boğulup Musa’nın asker öldürmekliği ile yok oldu. Böylece peygamberlerin ve velîlerin düşmanları kıyâmet gününe kadar faaliyettedir ve az da değillerdir. Bununla beraber imtihan içinde imtihan daima kalacaktır. ‘Bu çok iyi bilen azîz Tanrı’nın takdîridir.’ (Enâm, 96; Yâsin, 38; Fussilet, 11). 

Şiir: 

“Ey oğul, kapının çavuşu oldum diyen için imtihan içinde imtihan vardır.

O hâlde her devirde Peygamberin makâmında oturan bir velî vardır. Bu imtihan da kıyâmete kadar sürecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki ‘hiç bir ümmet gelip geçmedi ki, ancak ona…’ (Fâtır, 24) âyetini hatırında tut.”

Hasan Dede çok güzel söyler ve der ki: “Suların yönü denize olduğu gibi, bizim bilgilerimiz de Allah’ın zât’ına doğrudur. Akıl teslim olduktan sonra, yürüdüğümüz yol da biter. Bu suretle ‘nokta’ya varmış oluruz. Nokta, bizim gözümüz, elif ise vücudumuzdur. Gözümüze Allah için bakan da nokta olur; sesten, sözden kesilir. Vücudumuza bakanlarsa, hakkımızda çeşit çeşit söylerler. Çünkü, söyleyen tarafımıza bakarlar. Noktayı görmek için, elifi terk etmek lâzım. Hakikat zâten yokluğun arkasındadır… Oraya varmak da, ancak aşk ile olur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIV

Vezirin, hâlveti terk etmede müridleri ümitsiz bırakması.

643. Vezir içerden seslendi: “Ey müridler, benden size şu mâlum olsun.

644. Ki İsa bana ‘Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol,

645. Yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da hâlveti ihtiyâr et’ diye vahyetti.

646. Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok.

647. Dostlar elvedâ! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim.

648. Bu suretle de ateşe mensûb feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım!

649. Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsa’nın yanında oturacağım.”

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde şöyle buyuruyor…

“Sağdan, soldan çekiştirmeler, ayıplamalar duyulsa bile gönlünü bir güzele kaptırmış olan kişi aşkından dönmez! 

Aşk yüzünden kınanmak, ayıplanmak nasıl bir âdet ise, aşığın kulağının sağır olması da bir âdettir. 

Aşk uğrunda iki dünyanın yıkılması, virân olması; aslında mâmur olmaktır, yeniden yapılmak, meydana gelmektir. Aşk uğrunda, aşk yolunda bütün faydalardan vazgeçmekte fayda vardır! 

Hazreti İsa dördüncü kat gökten, ‘Haydi ey aşıklar, elinizi, ağzınızı yıkayınız! Gök sofrası kuruluyor. Mânevî yemekler yeme zamanı geldi!’ diye bağırıyor.

Yürü! Yokluk meyhânesinde sevgiliye karşı yok ol! Nerede iki sarhoş varsa, orada kavga ve gürültü vardır. 

Sen şeytanların bulunduğu yere, ‘Yardım, yardım!’ diye gelip giriyorsun. Aklını başına al da yardımı Allah’tan iste! 

Buradakilerin hepsi de insan şeklinde birer şeytan, birer ifrittir. 

O kadar çok mânâ şarabı iç ki, mest olasın da dedikodudan kurtulasın. Sen aşık değil misin? Aşk da bir meyhâne değil mi?..”

Hasan Dede de bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Feleğin çarkında meyhâne açtık, 

Bütün aşıklara dâvetimiz var, 

Gerçekleri seçmeye niyetimiz var. 

Aşık olan bu dâvete gelmeli, 

Birer mey de çarkımızdan almalı, 

Kabtan kaba konup daim kalmalı, 

Görmeli nice bin suretimiz var. 

Ya mekân var, ya Hüdâ var denecek, 

Orda yalancının mumu sönecek, 

Alnına bir damga vurulup geri dönecek, 

Şimdi böyle bir gayretimiz var. 

Ömür tamam olup vakit dolunca, 

Ecel kapımızı çalmaya gelir, 

Elinde kaderin verdiği fermân, 

Bir can borcumuz var almaya gelir. 

Hakk’tan gelen fermâna bir şey söylenmez, 

Mâdem sonu yalan minnet eylenmez, 

Hem de daha can kalıp da eğlenmez, 

Köhne kafesinden almaya gelir…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIII

“Delilik tarağı sevgilinin aşıklarını zincire vuran saçlarını taradı, onu süsledi de, biz kıskançlıktan tarak gibi şerha şerha iki başlı olduk.” Mevlâna

628. Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermâna ermiştir.

629. Kim daha ziyâde uyanıksa o daha ziyâde dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.

630. Hakk’ın cebrinden âgâh isen feryâdın nerde? Cebbârlık zincirini görüşün hani?

631. Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esîr olan, nasıl hürlük eder?

632. Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan,

633. Gayrı sen de âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazîfe âcizlerin huyu ve tabîatı değildir.

634. Mâdemki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hani gördüğünün nişânesi?

635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun.

636. Hangi işe meylin ve isteğin yoksa… Bu, Tanrı’dandır diye kendini cebrî yaparsın!

637. Peygamberler, dünya işinde cebrîdirler, kâfirler de ahîret işinde.

638. Peygamberlerin, ahîret işinde ihtiyârları vardır, cahillerin de dünya işinde.

639. Zîrâ her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!

640. Kâfirler, ‘siccîn’ cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

641. Peygamberler, ‘illiyyîn’ cinsinden olduklarından can ve gönül illiyyînine doğru gitmişlerdir.”

642. Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım.

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Yeşilliğin, lâle bahçesinin dostuyuz. Fakat kötü gözden, nazârdan korktuğumuz için yüzümüz sarardı. 

Mushâf getirelim de, senden başkasının elinden şarap içmeyeceğimize dair sakîye yemin edelim. 

Kimin canı varsa, ancak o, can bahçesinden koku alır. Fakat ona sahip olan da baştan başa ondan ibâret olduğunu anlar. 

O kadeh yüzünden öyle tez canlı olmuşuz ki, gönlümüz, kuş gönlü hâlini almış da bedenimizin dışında çırpınmada. 

Biz, insan bedeni kesâfetinin, karanlıklarının perdesi arkasında oturmuşuz da seher vaktinin nuru gibi karanlık perdeleri yırtarız. 

Biz gece idik. Mânâ güneşinin nuru ile aydınlandık, sabah hâline geldik. Biz yırtıcı kurt idik, ilâhî feyizle, tanınmış bir çoban olduk. 

Tebrizli Şems, cana benzeyen yüzünü gösterdi de, ruh gibi, hepimiz, canla başla ona doğru koşuyoruz.”

Hazreti Mevlâna, “Her kuş kendi cinsiyle uçar” diye buyurduğu üzere, Hasan Dede de, “Doğanla karga beraber uçmaz. Güvercinle kumru beraber uçmaz. Serçe bıldırcınla beraber uçmaz. Hepsi kendi cinsiyle uçar” der, “Bazı kuşları da görürsün farklı cinstirler ama birarada dururlar. Onlar da sakat kuşlardır. Kiminin kanadı kırık, kiminin gözü kör, sakat oldukları için birarada duruyorlar.”

Abdülbâki Gölpınarlı, ‘siccîn’ ve ‘illiyyîn’ ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Siccîn, Arapçada zindan, hapishâne mânâsına gelen ‘sicn’ kökündendir, cehenneme denmiştir. İlliyyîn, yücelik, yükseklik mânâsına gelen ‘âlâ’ kökündendir; cennetlerin en yüce yeridir; cehennemin en aşağı, en kötü yerinin siccîn olduğu gibi. Kurân’da, Muttaffıfîn sûresinin 7-8. ve 18-19. âyetlerinde geçen bu sözler, mümînlerle kâfirlerin amel defterleridir diyenler de olmuştur ki bu takdirde, kâfirlerin amel defterlerindeki suçlar, kendilerini kötü bir zindana benzeyen cehenneme götüreceği gibi, inananların amel defterlerindeki hayır ve iyilikler de onları yücelere yükselteceği için bu adla anılmışlardır ve bu adlar sebebiyyet yoluyla o defterlere verilmiştir.”

Âriflerin Menkîbeleri isimli eserde şöyle bir hikâye rivâyet edilir:

“Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Bir gün, bir mürid, şeyh İbrâhim Edhem’den kendisine İsm-i Âzâm’ı öğretmesini ricâ etti. Şeyh emretti, onu Dicle’ye attılar. Mürid, feryâd ettikçe arka arkaya suya batırıyorlardı. Nihâyet müridin ıstırap ve sıkıntısı o dereceye ulaştı ki, ‘Allah, Allah’, demeğe başladı. Bunun üzerine su onu hemen kenara attı, o da kurtuldu. Şeyh buyurdu ki: Has olan İsm-i Âzâm, kul bunalıp ona sarıldığı vakit, onun elini tutandır. Çünkü ‘Sıkışık olan kimse dua ettikçe ona icâbet eden ve belâsını gideren’ buyurulmuştur. Zîrâ âczîyet lâyık olmanın şahididir.”

Beyit:

“Kâfir kimdir? Kâfir, şeyhin imanından haberi olmayandır. 

Ölü kimdir? Ölü, şeyhin canından haberi olmayandır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LII

“Ben ölürsem siz beni geri getirin, ölü bedenimi sevgilime teslim edin! Eğer o solmuş dudaklarıma bir öpücük kondurur, ben de hemen dirilirsem buna hayret etmeyin!” Mevlâna

610. Biz yoktuk, mücâdelemiz de yoktu. Senin lütfûn bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.

611. Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ana karnındaki çocuk gibi âciz ve eli bağlıdır.

612. Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi âcizdir.

613. Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen de insan resmi işler; gâh neşe, gâh keder nakşeder.

614. Gergefin eli yok ki onu def için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar husûsunda ses çıkarsın.

615. Sen beytin tefsîrini Kurân’dan oku Tanrı ‘Attığın zaman sen atmadın’ dedi.

616. Biz bir ok atarsak, atış bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan, Tanrı’dır.

617. Bu cebîr değil, cebbârlığın mânâsıdır. Cebbârlığı anış da, ancak Tanrı’ya tazarrû ve niyâz içindir.

618. Bizim figânımız muztâr ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyâr olduğuna delildir.

619. Yapıp yapmamada ihtiyârımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüb ne?

620. Hocaların, şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?

621. Eğer sen, ‘O, cebîrden gâfildir. Hakk’a mensûb olan ay, bulutta yüzünü gizliyor’ dersen,

622. Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdîk eder, buna tâbî olursun.

623. Hasret ve figân, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamiyle uyanıklık zamanıdır.

624. Hasta olduğun zaman günâhından istiğfâr eder durursun.

625. Sana günâhın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin.

626. Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyâr etmeyeyim diye ahdeylersin.

627. Şu hâlde bu yakînen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık bahşediyor.

Hazreti Mevlâna, her sabah namazından sonra okuduğu duada şöyle sesleniyor içindeki Rabbine…

“Her korku anında sığındığım sığınak, söylediğim söz, ‘Allah’tan başka yoktur tapacak’ sözüdür. Her üzüntüye, mihnete karşı, ‘Allah ne dilerse o olur’ derim; her nimet için hamd Allah’a, her genişlik, ferahlık için şükür Allah’a; her şaşılcak şey için tenzîh ederim Allah’ı noksan sıfatlardan; her suç için Allah’tan yarlıganmak dilerim; her sıkıntı, her darlık vaktinde Allah yeter bana; her düşmana karşı Allah’a sığınırım; her kaza ve kader için Allah’a dayanırım; her musîbette, ‘biz, gerçekten de Allah’ınız ve gerçekten de ona dönenleriz’ derim; her ibâdete, her suça karşılık da zikrim, fikrim, ‘havil ve kuvvet, ancak çok yüce ve büyük Allah’ındır’ sözüdür.”

“İslâmiyet baştan aşağı tevazû yoludur, baştan aşağı yokluk yoludur” der Hasan Dede, “Yokluk, benlik gittikten sonra zuhûr eder. Bizler, ne kadar benlikte kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz, ıstıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Kendimizi ne kadar teslimiyete bırakırsak, o kadar teslim olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin mânevî kazançlar elde etmemizi sağlar.”

Bir gün bir bilgin Mevlâna’ya, “Yolumuz nedir?” diye sormuş. 

Mevlâna da ona, “Yolumuz, ölmek ve nakdimizi göklere götürmektir. Ölmeden eremezsin” diye cevap vermiş.

‘Ölmeden evvel ölmek’ demek, Allah’ı arayan yolcunun, yokluğunu idrâk etmesi ve kendi hiçliğini tam mânâsıyla bilmesidir. Çünkü hakikatte ölüm diye bir şey yoktur. Ölmeden evvel ölmek, Allah’ın varlığında tamamiyle yok olmak demektir.

Ne güzel söyler Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“Yine huzurunda ölmek için salına salına geldim ey defalarca beni gamdan, gussadan, sıkıntıdan kurtaran güzel. 

Ben kupkuru, şahrem şahrem yarılmış yeryüzü gibiyim, bulutum da lütfûndan, miskim de; gök gürültüsünden başka bir ses istemem, elime kıvrım kıvrım siyah saçlarından başka bir şey almam, başka bir şeye sarılmam. 

Sana tutsak olmak, beylikten, hürlükten yüz kat iyi, hele ey gönlü hasta tutsağım benim dediğin zaman…”

615. beyitte işâret edilen, “Attığın zaman sen atmadın” (Enfâl, 17) âyeti ile ilgili olarak Abdülbâki Gölpınarlı bizlere şu bilgiyi verir: 

“Bu âyet, Bedir Savaşı’nı hatırlatmaktadır. Bedir Savaşı, hicretin ikinci yılı Ramazan ayının onyedinci Cuma günü olmuştur. O gün, Hazreti Peygamber, ‘O toplum, yakında bozguna uğrayacak ve ardını dönüp kaçacak’ (Kamer, 45) âyetini okumuşlar, yerden bir avuç taş alarak müşriklere atmışlardı. Bu taşlar kime rastladıysa o savaşta öldürüldü. Lafzî iktibas yapılan âyetin meâli şudur: ‘Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü ve attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı ve böylece kendi katından, inananlara güzel bir nimet vermek, onları denemek istedi. Şüphe yok ki Allah her şeyi duyandır, bilendir.’”

617. beyitte geçen ‘cebîr’le ilgili olarak; cebr, zorlamak, zorla yaptırmak anlamına gelmektedir.

Hazreti Ali, kendisine sorulan bir soruya istinâden, “Allah, kulları işleyecekleri işte kendi başlarına bırakmadı; çünkü Allah bundan yücedir, üstündür” diye buyurunca, “Allah, kullara suç işlemek husûsunda bir ihtiyâr mı verdi?” sorusuna da şu cevabı vermiştir: “Allah böyle bir şey yapmaktan daha âdil ve hakîmdir, üstün ve ulu Allah, ‘Ey Âdemoğlu, ben senin yaptığın iyiliklere mükâfat vermede senden daha yetkili olduğum gibi sen de yaptığın kötülüklere karşılık mücâzâta uğramaya lâyıksın; sen suçları, sana verdiğim kuvvetle işledin’ demiştir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Mevlâna, ‘Biz bir ok atarsak, atış bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan, Tanrı’dır’ dedikten sonra bunları okuyanların cebîr sanmamalarını sağlamak kasdiyle bu, cebîr değil, aksine kırıkları onarışın, eksikleri tamamlayışın mânâsıdır, bu da Allah’a yalvarmak içindir, deyip bir kötülüğe uğrayınca ağlayıp inlememiz, nasıl âczimize delâlet ediyorsa kötülükte bulununca da utanmamız, bu işi kendi dileğimizle yaptığımıza delildir, diyor ve irâdemizle, ihtiyârımızla bu işi yapmasaydık bu utanmanın, bu acıklanmanın, bu dertlere düşmenin bir mânâsı olmaz; hocalar, talebeyi terbiye için sıkıştırmazlar; fikir, kuruntulardan kuruntulara düşmez buyurup, devamındaki beyitlerde de aynı esas üzerinde örnekler verir” diye açıklar.

Nitekim, Mevlâna buyurur, der ki: “Ey gönül! Vazîfeni hakkiyle yapmamaktaki kusurlarına ne özürler düşünüyorsun? Onun tarafından nice nice vefâ, senin tarafından nice nice cefâ… Onun tarafından nice nice cömertlik, bu taraftan ise azlık ve çokluk anlaşmazlığı. Onun tarafından nice nice nimetler, senin tarafından bunca hata, bunca hased, bunca iyi ve kötü hayaller… Onun tarafından nice nice lütûflar, nice nice lezzetler, nice nice vergiler… Bunca lezzetler ne için? Senin acı canının hoş olması için… Bunca lütûflar neden ötürü? Allah dostlarına ulaşma için… Kötülükten pişman olup da, ‘Allah!’ diye yalvarınca, seni O çeker, belâlardan kurtarır.”

“Allah, herkese bir huy, herkese bir çeşit akıl vermiştir. Bir kişiye göre doğru olan söz, öbürüne göre yanlıştır; ya da birisine bal gibidir, diğerine zehir” der Hasan Dede,  “Fakat aşığa gelince o, temizden de münezzehtir, pisten de. O, bütün ağırlıklardan kurtulmuştur. Fakat halka gelince, herkesin aklına göre söz söylemek gerekir. Çünkü herkesin aklı kendine göre en iyisidir. Bütün akıllar ortaya koyulsa ve denilse ki, bu aklın güzelidir, gelin bunu alın başınıza koyun… yine de herkes gider kendi aklını beğenir. Bir insan, büyük bir yere yönelirse, orada onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir. Mânâ, herkesin kendi aklına göredir. Aşk ise tefsîr kabul etmez, hiçbir kalıba sığmaz.”

Kasîde:

“Kıyâmeti gördüm, kendimi kaybettim, varlığım görünmez oldu; yay gibi ikiye büküldüm amma ok gibi de uçup gidiyorum. 

Ey kendisinden ayrılmama imkân bulunmayan dost, bir avuç topraktım ben, senden esip gelen yel tozuttu, havalara kaldırdı, yüceltti beni, fakat sensiz nerelere gideyim? 

Ey göz nuru, din nuru, akıllıca otur dedin, ey perdelerimi yırtan, beni kendi hâlime mi bırakıyorsun ki?..

Nasıl el çırpmayayım ki, güzelim elimde benim; nasıl ayak vurmayayım ki zîr perdem bem oldu, altüst olmuşum zaten.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LI

Vezirin “Halveti terk etmem” diye cevap vermesi.

591. Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasîhatimi, can ve gönülden dinleyiniz.

592. Emîn isem, emîn adam ithâm edilmez göğe ver desem bile!

593. Eğer ben mahzı kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor?

594. Ben bu hâlvetten çıkmayacağım. Çünkü kalb ahvâliyle meşgûlüm.”

Müritlerin vezire yalvarması.

595. Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkâr etmiyoruz, bizim sözümüz ağyârın sözü gibi değildir.

596. Ayrılığından gözyaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ah u vahlar coşmakta!

597. Çocuk, dadısıyla kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir, ne iyiyi… Fakat boyuna ağlar durur!

598. Biz çeng gibiyiz, sen mızrab vurmaktasın; inleme bizden değil, sen inliyorsun!

599. Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki sadâ senden.

600. Kazanıp kaybetmede olan satranç oyunu gibiyiz. Ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.

601. Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim!

602. Biz yokuz. Varlıklarımızı, fânî suretle gösteren, vücudu mutlak olan sensin.

603. Biz umûmîyetle arslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş arslanlar!

604. Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.

605. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umûmîyetle senin icâdındır.

606. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine aşık eylemiştin!

607. O inâm ve ihsânın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!

608. Esirgersen kim arayıp tanıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücâdele eder?

609. Bize, bizim efâlimize bakma; kendi ikrâmına, kendi cömertliğine bak!..

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle buyurur: “Mevlâna, bu beyitlerde kendisini çenge, neye, satranca benzetmekte, sesin mızraptan, soluktan meydana geldiğini, kazanıp matolmanın satranca ait bulunmadığını bildirmekte ve nihâyet ‘Biz yoklarız, bizim varlıklarımız geçici şekiller izhâr eden, Mutlak Varlık olan sensin ancak’ deyip varlıkları arslanlar, fakat bayraklardaki arslan resimleri saymakta, hareketleinin rüzgârdan meydana geldiğini anlatmakta, bir nevî Vahdet-i Vücud inancını izhâr etmektedir.”

Hasan Dede, “Vahdet-i Vücud, insanın kendisi yok olunca ortada yalnız Allah’ın varlığının kalmasıdır” der ve “Fakat bu yokluk, öbür yokluklar gibi değildir. Yok olduğumuz varlık, yâni Allah, ebedî ve ezelî olduğu için, biz de onunla birlikte ebedî ve bakî oluruz” diye açıklar.

Hazreti Mevlâna da bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Ben, bende değilim, ben elden gittim. Yoluma kadehleri koyma! Eğer korsan, üstüne ayağımı basar, hepsini kırar geçiririm. 

Gönlüm her nefeste senin hayalinin rengine boyanır. Eğer siz sevinçliyseniz ben de sevinirim, mahzûnsanız, ben de mahzûn olurum. 

Acılık ederseniz ben de acı olurum. Lütûflarda, ihsânlarda bulunursanız, ben de lütûflarda ve ihsânlarda bulunurum. 

Ey güzel yüzlü sevgili; seninle her şey hoştur, güzeldir. Asıl olan sensin, ben kimim? Ben senin elinde bir aynayım. Sen her ne gösterirsen, ben oyum…”

İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yâni demek oluyor ki, ölüm ve yaşam her anda gerçekleşiyor. 

Hasan Dede der ki: “Nefes, insanın ağzından çıkarken, ‘Ben kimim?’ diye sorar. Bizler de ruhen, ‘Rabbimsin’ deriz. O da tekrar bize geri döner. Yâni devamlı Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız.”

Beyit:

“Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen. 

Allah’ı kim tanır? 

– İnkârdan kurtulan kimse. 

İnkârdan kim kurtulmuştur? 

– Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören aşık…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/L

Müritlerin, hâlveti terk et diye tekrar ısrarla yalvarışları.

578. Hepsi dediler ki: “Ey bahane arayan hâkim, bu cefâyı bize revâ görme!

579. Hayvana tâkâti derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidârları nispetinde iş havâle et!

580. Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri yutabilir?

581. Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil!

582. Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.

583. Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur.

584. Ama kanatlanınca o kendisi teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar.

585. Senin sözün şeytanı susturur, senin lütûf ve keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehîm verir.

586. Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibârettir. Mâdemki deniz sensin, kurumuz da denizdir!

587. Ey Simâk burcundan balığa kadar her şey, kendisinden nurlanmış olan!

588. Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz. Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukâyese edilebilsin?

589. Göklerin suretâ yüksekliği var. Mânâ yüzünden yükseklik, temiz ruhundur.

590. Suretâ yükseklik, cisimlerindir, fakat mânâ huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.”

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Süt emmek, tabîatları değiştirir” diye buyurmaktadır.

İnsan, doğduğunda, büyümek için ilk olarak anne sütüne muhtaçtır ve insan, dünya üzerindeki bütün varlıklar arasında yetişmesi en meşakkatli ve uzun zaman alan tek varlıktır. 

İnsan, bu dünyaya aslında iki defa doğar. İlk doğumu annedendir; bu doğuş zâhirîdir. İkinci doğumu ise bâtınî doğumdur ki, Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, “Bir defa doğduğunuz gibi ikinci defa da dünyadan, ukbâdan ve kendinizden geçip doğuveriniz” diye buyurduğu üzere, ancak bir mürşid-i kâmilin eğitimiyle gerçekleşir.

Hasan Dede, “İnsan, yaratıldığında yabandır, çünkü kendini bilmemektedir, nefsî arzularına göre yaşamaktadır” der, “Kim onun kafasına uygun bir şey söylese, onun yolunda gider ve hayatını, kendi zannettiğinin aksine çok boş geçirir ve bu şekilde ömrünü tüketip gider. Fakat eğer kendindeki bu eksikliğin farkına varır da bir arayışa düşerse ve bir Hakk dostunun, yâni kâmil bir insanın eğitimine girerse, onun güzelliklerini benimserse, o kişi zamanla yabanlıktan çıkar, kendini bilmeye başlar ve güzel bir insan olma yoluna girer.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz diğer bir hadîsinde de şöyle buyurur: “Bir çocuk, annesinin karnından doğar doğmaz, onu şeytan mesh eder de, feryâd etmeye başlar.”

Çocuğun, suretâ büyümesi için bu feryâd gereklidir. Fakat asıl feryâd, aslından ayrı düşen ruhun feryâdıdır. Maddî varlığımız dünyevî gıda ile, mânevî varlığımız da uhrevî gıda ile büyür.

“Vücudumuz maddî olduğu için tabîatı olan dünyaya mahkumdur ve tabîattan çıkan maddî gıdalarla büyür” der Hasan Dede, “İçimizdeki hakiki varlık ise mânevî gıdayla beslenir. Bu bedenin gıdası ‘nafaka’, onun gıdası ise ‘nefhâ’dır, yâni kelâmdır.”

İnsan, kâmil bir mürşidin ilmiyle yetiştiğinde gerçek kimliğine kavuşur, insanın hakikatte ne olduğunun mânâsını öğrenir ve ‘Simâk burcundan balığa kadar her şeyin, kendisinden nurlanmış’ olduğunu görür ve bilir. Bu bilmek de, insanın tamamiyle yokluğunu bilmesinden başka bir şey değildir. 

Nitekim, ‘Göklerin suretâ yüksekliği var. Mânâ yüzünden yükseklik, temiz ruhundur. Suretâ yükseklik, cisimlerindir, fakat mânâ huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.’

“Her resim kendinin; ama hiç resmi yok. Her isim kendinin; ama hiç ismi yok” diye buyurur Hasan Dede, “Onu görmek için gözü, işte bu diri olan Muhammed’den almalı. Bizim gözümüz onu göremez, onun gözü ise Allah’ın gözüdür… Bu vücud sarayının içindeki padişah ortaya çıkınca, artık oraya kimse giremez. Mademki öyle, o hâlde hiçbir şey için endişe etmeyiz, hiçbir şeyden korkmayız. Bir padişah, bir vücud. Kesret görünenler, o bir tek varlığın görünüşleridir.”

Kasîde:

“Şu yokluk yolunda, tohum gibi yerlere dökülüp saçılırsak, bağda, bahçede ağaç gibi topraktan baş kaldırıp boy atar, kol kanat açarız. 

Biz taş gibi sert isek de, senin mühürün uğruna yumuşar, mum oluruz. Mum olunca da senin güzelliğinin nuruna pervane kesiliriz. 

Aşk aynasının yüzünü, varlık, benlik nefesi ile bulandırmayalım, kirletmeyelim. Mademki gönlümüz bir harabeye döndü, hiç olmazsa biz gizli defineye mahrem olalım.

Gönül masalı gibi elsiz, ayaksız kalalım da, aşıkların gönüllerinde masal gibi yer edinelim, konaklarda konaklayalım. 

Mustafa (sav) gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, bu ayrılıktan feryâd etsek, ağlasak, inlesek, Hannâne direğine dönsek yeridir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLIX

Vezirin müritleri defetmesi.

565. Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhirî vaazları arayanlar!

566. Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu bağını çözün!

567. O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.

568. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olun ki ‘İrcii’ hitâbını işitesiniz.

569. Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!

570. Bizim sözümüz, işimiz, hariçte yürümektedir. Batınî yürümek ise gökler üzerinde olur.

571. Cisim, kuruluğu gördü, çünkü kuruluktan doğdu; can İsa’sı, ayağını denize attı.

572. Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince; ayağını denizin ta ortasına bastı.

573. Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra…

574. Âb-ı hayatı nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?

575. Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.

576. Sen bu sarhoşlukta oldukça o kadehten nefret eder durursun.

577. Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edin!”

Şems-i Tebrizî Hazretleri diyor ki, “Asıl bir güzel var, ona kul ol da huzura kavuş. İnsanda ekmek ve giysi kaygısı var, hâlbuki gerçek bir kulda böyle kaygılar bulunmaz. Tanrı, senin rızkını ve giysini verir. Bir derviş, derviş olmalıdır sessiz.”

“Dudak çalışırsa kalb durur; kalb çalışırsa dudak sükûtu öğrenir, söz biter, itiraz biter” der Hasan Dede, “Mânevîyatta zevk, sükût etmesini öğrendikten sonra başlar. En büyük saadet, huzur ve gönül ferahlığı mânevî zevktedir.”

Hazreti Mevlâna da ne güzel söyler… “Topraktan biten güller, mahvolur gider. Gönülde biten güller daimîdir ve ne hoştur! Bizim öğrendiğimiz o tatlı bilgiler, bil ki o gül bahçesinden bir, iki, üç demetten ibarettir.”

İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Bedenler testi misâli ve bir gün gelecek o testi kırılacak. Her an, aslımıza doğru yolculuktayız, Allah’a yol almaktayız; testideki su, yâni ruhumuz, gün gelecek o yola dökülecek. Yol açıksa ruhumuz denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa toprağa gidecek, toprak olacak.

Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede, Mevlâna’nın babası Sultan’ül Ulemâ Hazretleri, talebelerine şöyle buyurur: “Sizi Allah’tan kim ayırdı biliyor musunuz?” 

Talebeleri cevap verir: “Bilmiyoruz Efendi Hazretleri, siz anlatırsanız bilebiliriz.” 

Sultan’ül Ulemâ Hazretleri bu cevap üzerine, onlardan bir kova su ister, onlar da getirirler. Talebelerinden birine, kovadaki suyu toprağa dökmesini emreder, o da döker. Bir kova su daha ister, onu da nehire dökmesini emreder, yine döker. Sonra şöyle buyurur: “Kovadan maksat bedeniniz, sudan maksat ruhunuzdur. Dünyaya meyil verirseniz ruhunuz toprağa gidecek, ayak altı olacaksınız. Eğer Hakk ile yaşamınızı sürdürürseniz tekrar aslınıza döneceksiniz. Allah anıldıkça siz de anılacaksınız.” 

İşte Mevlâna’nın buyurduğu üzere, ‘Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra… Âb-ı hayatı nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?..”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Âb-ı hayat, bengisu dediğimiz, içenin ölümsüzlüğe kavuşacağı sudur, yâni yaşayış suyudur” diyor, “Buna dirilik suyu anlamına gelen ‘Âb-ı Zindegânî’ de derler. Kur’an’ın Kehf sûresinin 60-65. âyetlerinde Musa Peygamberle Hızır’ın arasındaki olay anlatılır ki bu, önceki beyitlerin şerhinde de geçmişti. Musa bir kaya dibinde uyur. Yanlarındaki torbada bulunan, hattâ bazı müfessirlere göre kızarmış ve bazılarına göre bir kısmı yenmiş bulunan balık sıçrayıp torbadan çıkar, denize atılır; iz bırakarak bir müddet gider, sonra izi de yiter. Balığın dirilmesine sebep, oradaki kaynaktan abdest alan Musa’nın, yâhut arkadaşının elinden torbaya su damlamasıdır. İşte bengisu budur… Bengisu inanışı batıda da vardır. ‘Fountaine de Jovence’ yâni gençlik kaynağı bunun tıpkısıdır. Bu su cennetten çıkar. Elmaslarla, altınlarla dolu bir arktan akar. Bu sudan içenler, ölümsüzlüğe kavuşurlar. Ortaçağ’da Amerika bulununca bu kaynak, oralarda da aranmıştı. 1740 sularında bir coğrafya kitabı yazan Pausanias, Mora’da Anapoli yakınlarında Zeus’un sevgilisinin yıkandığı rivâyet edilen bir kaynaktan bahseder. Yunan mitolojisinde Jouvence, yâhut Juventa, Zeus’un sevdiği bir peridir. Zeus, onu gençlik kaynağı şekline sokmuştur. Âb-ı hayat, Doğu – İslâm edebiyatında tasavvufa dayanılarak, yâhut yalnızca mazmunlaştırılarak birçok anlamlarda kullanılmıştır ki bunları şöylece sıralayabiliriz: 1) Mânevî feyz, neşe; 2) Aşk ve irfân; 3) Ledünnî ilâhî bilgi; 4) Tanrı’ya kavuşmak; 5) Sevgiliyle buluşmak; 6) Sevgilinin ağzındaki, dudaklarındaki zevk ve neşe; 7) Gerçek erenin sohbeti; 8) Söz ve şiir; 9) Mânevî, maddî şarap; 10) Arıduru su.”

Mevlâna’mızın buyurduğu gibi, ‘kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edinelim’ de, ömür geçip gitmeden dirilik bağışlayan ab-ı hayattan su içmeye bakalım.

Bakın ne güzel seslenir Hasan Dede bir şiirinde…

“Geçince şu ömrün nev-i baharı, 

Tenlerimiz solup toprağa düşer. 

Son nefeste yâd etmezsen o Yâri, 

Aşkın kıymeti hep ayağa düşer. 

Cihan Sultanım Mevlâna’m, 

Bizi bağlamıştı bir zülfünün teli, 

Nice yıllar esti o sevdâ yeli, 

Görünmeden akan şu hayat seli, 

Ne bir deryâ ne bir ummâna düşer. 

Dede var gidelim, 

Cihan Sultanı Mevlâna’nın yoluna, 

Mevlâna aşkı hep kalblere dolunca, 

Mevlâna’ya lâyık bir de sevgi olunca, 

Gönül bülbül olup o bağa düşer…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVIII

Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması.

549. O vezir, kendince bir hile kurdu. Vaaz ve nasihati bırakıp hâlvete girdi.

550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün hâlvette kaldı.

551. Halk, onun iştiyâkından, hâl ve tavrıyla sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.

552. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise hâlvette riyâzâttan iki büklüm olmuştu.

553. Hepsi birden “Biz sensiz kötü bir hâle düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvâli ne olur?

554. İnâyet et. Allah için olsun, bundan ziyâde bizi kendinden ayırma!

555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.

556. Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”

557. Emîrler ricâ ve şefaate, müritler de kendilerini yermeye başladılar:

558. “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü tâlih ki sensiz gönülden de yetim kalmışsızdır, dinden de.

559. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.

560. Biz senin güzel sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.

561. Allah aşkına bize bu cefâyı yapma; lütfet, bugünü yarına bırakma!

562. Gönlün razı olur mu, aşıkların, akîbet istifâdesiz kalsınlar?

563. Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!

564. Ey zamânede nâziri olmayan zât! Allah aşkına halkın imdâdına yetiş!”

Bir rivâyete göre nefsi mahkum edip, beş bin yıl ateşe atmışlar, ateşten çıkardıklarında, nefse “Sen kimsin?” diye sormuşlar. 

“Ben benim, sen sensin” diye cevap vermiş. Çektiği cefâyı unutmuş, yine benlikle ortaya çıkmış. 

Haydi… on bin yıl daha ateşe atalım, demişler. Sonuç yine aynı. Bakmışlar ki insan olmuyor. Ne yapalım? diye düşünmeye başlamışlar. Sonra, bütün arzularını keselim, isteklerinden mahrum edelim demişler ve aç bırakmışlar.

Nefs açlığa girince, Allah sormuş: “Ben kimim?” 

Nefs, şu cevabı vermiş: “Sen Rabbimsin, ben senin kulunum.” 

Demek ki nefs, riyâzâtla kulluğa giriyor, Rabb’ini tanıyor. Ateş bile riyâzât gibi nefsi terbiye edemiyor.

Hasan Dede buyuruyor ki: “Demirciler kazma, kürek yapmak için, demiri ateşe sokar, seve seve döverler; sonra çıkarır, soğuturlar. Her vakit ateşte kalsa, olmaz. Bir içeri, bir dışarı. Böyle daha tatlıdır. Ancak Allah aşıkları, bütün bu hâlleri, ahlâkları, sevgileri, korkuları, kızmaları tepeleyip geçerler. İki kardeş bile, icâbında birbirlerine zıt olabiliyor; fakat iki Allah aşığının birbirine zıt oldukları hiç görülmüş müdür? O ister ki diğeri ihyâ olsun; diğeri de ister ki o ihyâ olsun. Onların birbirlerini sevmeleri, ebedî hayat demektir. Tapmanın özü, esası, sevmedir. Mevlâ’yı da sevgiyle buluruz, belâyı da. Onun için seveceğimiz kimseyi, iyi tâyin etmeli. Çünkü sevgi, sevdiğimiz kimsenin ahlâkını bölüşmek demektir.”

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Allah için birbirlerini seven ve birbirleriyle dürüst ve sadıkâne dostluk kuranlar, Arş-ı İlâhî’nin gölgesinde dinlenirler” diye buyurmaktadır.

Hazreti Mevlâna, “Çalışmalar çeşit çeşittir” der, “Çalışmaların en ulusu, Tanrı’ya yüz tutmuş, bu âlemden yüz çevirmiş dostlara karışmaktır. Temiz dostlarla düşüp kalkmaktan daha çetin hiçbir savaş yoktur. Çünkü onları görmek, nefsi, bedeni eritip yok etmek demektir.”

Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin bir benzetmesi vardır, şöyle seslenir: “Kimyonu Kirman’a götürmekte ne fayda var? Tanrı kapısına da canını götürsen bunun aynıdır, ne faydası var? O kapı canların yaratıldığı yerdir, oraya orda olmayan bir şey götür. Sen O’na niyâz ve yalvarma, yakarma götür. Zîrâ niyâzsız olan Allah, niyâzı sever. Oraya yokluğunu götür ki, sana lütûfta bulunulsun. O da aşktır. Bir kere aşk tuzağına düştün mü? O seni sarar gider…”

Beyit:

“Benim şarabım aşk ateşidir; hem de, bu şarabı Hakk lütfetmekte, sunmaktadır! 

Canını böyle bir ateşe odun etmediğin için yaşayış sana harâm olsun!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVII

Vezirin bu hilede ziyâna uğraması.

521. Padişah gibi vezir de cahil ve gâfildi. Varlığı vâcib olan kadîm Tanrı ile pençeleşiyordu.

522. Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.

523. Senin gözüne kendini görmek hassâsını verince nazârında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.

524. Her ne kadar dünya senin yanında azâmetli ve nihâyetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.

525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishânesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zîrâ o taraf, sizin sahrânız, mesîre yerinizdir.

526. Bu âlemin hudûdu vardır, o âlem ise esâsen hadsizdir. Nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.

527. Firavun’un yüzbinlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik âsâsıyla kırdı.

528. Yüzbinlerce Calinus’un yüzbinlerce hekimlik hünerleri vardı; İsa’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.

529. Yüzbinlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâlinde geldi.

530. Aşağılık olmayan kişi böyle gâlib Tanrı huzurunda niçin ölmesin?

531. Çok dağ gibi gönülleri kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.

532. Akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.

533. Hey gidi hey… Çok köşe bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze maskara oldular.

534. Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.

535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca; Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.

536. Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da; balçık hâline geliş, çarpılma değil midir be inatçı?!

537. Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.

538. Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.

539. Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.

540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücûm ilmiyle uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!

541. Ey hayırsız evlâd! Nihâyet sen âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın?

542. Niceye dek “Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?

543. Dünyayı baştan başa kar kaplasa güneşin harâreti, bir görünüşte onu eritir.

544. O vezirin vebâlini de, daha onun gibi yüzbinlercesinin vebâlini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.

545. O, aslı olmayan hayalleri, tamamiyle hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet hâline getirir.

546. O zân ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn hâline getirir. Kin ve adavet sebeplerinden dostluk ve muhabbet belirtir.

547. İbrâhim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.

548. Onun sebep yakıcılığına hayrânım. Onun hayallerinde sôfistaî gibiyim!

“Kim nefsi ile barışıksa, bilsin ki Allah ile pençeleşmektedir” diye buyuruyor Seyyid Burhâneddin Hazretleri.

Ve yine şöyle diyor: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yâni nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahâbesine şöyle seslenir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.” 

“Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı verir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.”

“Nefsini bilen Rabbini bilir. Nefsinin isteklerine boyun bükmeyen Allah’ını bulur, rahata kavuşur” der Hasan Dede.

Ve bir şiirinde de,

“Her belâya göğüs germek, her erenin harcı değil ey can. 

Ejderha denilen nefsi öldürmek, her milletin kârı değil ey can. 

O nefsin zehrini panzehir yapan, hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan, 

Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan, hakikatte mahrum kalmaz ey can” diye seslenir.

Bu yolda, yâni nefsimizle mücâdelede en büyük yardımcımız, o yollardan geçmiş ve nefsin tuzaklarından haberdâr olan kâmil mürşittir. Zîrâ onun ilmiyle yolcu, çöllerden kurtulup sahrâya, mesîre yerine giden yolları öğrenir. Sahrâ ve mesîre yeri, suretten kurtulmak, özgürleşmek demektir. Nitekim, ‘nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.’

“Bunu da insana ancak aşk yaptırır” der Hasan Dede, “Ama eğer insanda aşk yok, sevgi yok ise; kendi ilmine güvenerek yola koyulmuş, kendi aklını beğenmiş ise o, ancak kendini kandırmış olur ve hiçbir yere varamaz.”

Nitekim, ’akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz; padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.’

“Edeb, aşktan alınır” diye buyurur Mevlâna.

Hasan Dede de şöyle bir misâl verir: “Aşık sevgilisi ile buluşacağı zaman, bütün gece sevgilisine sunmak için güzel şiirler düşünür. Buluştukları zaman sevgilisi güzel bir yüz tutup, aşığına öyle derinden bakar ki aşık bunu görünce bütün yazdıklarını, bildiklerini unutur. Acaba bu söz onu incitir mi? İncitirsem kaybederim, diye düşünerek, bütün gece hazırladığı güzel şiirlerden, bir tanesini dahî sevgilisine söylemekten çekinir.”

İşte, aşk insanı böyle edebe getirir; ’yüzbinlerce şiir defterleri, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâline gelir.’

“İnsan çok mukaddes bir varlıktır, fakat aczini, yâni yokluğunu bilirse” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “O büyüklük de bizim değil Allah’ın büyüklüğüdür. Mâdemki barış savaş olur, savaş da barış olur. O halde her istediğini yapan o Yüce Yaratıcının elindeki sanat kudretini bilmek gerek.”

Ne güzel buyurur Yüce Mevlâna… 

“Mânâda var ama sözde yok olanı kim görmüştür? Gönülden beliren, dilde yok olanı kim gördü? Dünyanın varlığı olup da dünyada yok olanı kim gördü? Varlıkta da yoklukta da böyle bir ‘Yok’u kim gördü?..”

535. beyitte geçen ‘kadın’ teşbihine istinâden; Peygamber Efendimiz bir hadîsinde, “Kadın, erkeğin diğer yarısıdır” diye buyurur. 

Hazreti Mevlâna da der ki: “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta, macera içinde.”

Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ki, onların gönülleri Allah’ın zikriyle huzur ve sükûna kavuşmuştur. İyi bilin ki, gönüller yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur ve huzur bulur” (Râd, 28) diye buyrulur.

Fakat malesef insan, Allah’ın yeryüzünde yarattığı bozguncu ve kan dökücü tabîatından dolayı (Bakara, 30) ‘ruh, onu en yüksek göklere çıkarırken o, en aşağılıklara, su ve çamura doğru gider; akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değişir. Himmet atını yıldız cihetine sürer, nücûm ilmiyle uğraşır da secde edilmiş Âdem’i tanımaz!..’ Yâni hakikatte ne olduğunu bilmez ve kimliğinden habersiz, ‘Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım’ der durur.

“Allah’ın özü ruh, zuhûratı ise nurdur” der Hasan Dede, “Beden uyur ama ruh uyumaz… Son perde, insanın kendisidir. Dünyanın, gaflet veren ve gönül aldatan süsünden temizlenmek gerek ki, nefsin tuzaklarına tutulup gaflete düşmeyesin. Büyük bir iman ve aşkla Hakk yoluna baş koyan kişi, insana yaraşmayan vasıflardan kurtulur, temizlenir… Aşk ne demektir? Kendinden geçmek demektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak onu bilmektir. Aşk ile kanat açan kişi lâmekana uçar, gafletlere düşmez… İnşallah hepimiz böyle aşıklar oluruz. Allah, bizleri Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, Hazreti Mevlânamızın ve Pîran Efendilerimizin muhabbetlerinden, onların aşklarından bir an dahî mahrum etmesin.”