MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVIII

Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi.

2680. Kadın dedi ki: “Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.

O, Tanrı vekîli, Tanrı halîfesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir.

O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbâl sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?

İkbâl sahiplerinin dostluğu kimyâ gibidir. Onların nazârına benzer kimyâ nerede?

Ahmed’in gözü Ebûbekir’e değince o bir tasdîk yüzünden Sıddık olmuştur.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Allah, bir kuluna hayır vermek isterse kalbinde iki göz açar, o kul o gözlerle gayb âlemini görür” diye buyurur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir gazelinde şöyle seslenir:

“Biz dünya mârekesinden ve Mansûr’un nüktesinden evvel, can âleminin Bağdat’ında ‘Ene’l-Hakk’ nârâsını vurur idik.”

İkbâl sahibi bir Tanrı halîfesinin, yâni insan-ı kâmilin nazârına mazhâr olanlar, o nazârın kimyâsıyla, bakır iken altın hâline gelirler, derviş hırkası giyip, yokluğa ererler ve can âleminin Bağdat’ında canlar güneşini temâşâ ederler. 

Dîvân şâirlerinden Ruhî de, ruhu şâd olsun, ne güzel söyler…

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra,

Varını, yoğunu yak da gel, derviş!

Ene’l-Hakk uğrunda çekilip dâra,

Mansûr’un camını çak da gel, derviş!

Erenler bağından koku al, koku,

Ârif ol, kitab-ı elesti oku,

Mânâ tezgâhında dîbâlar doku,

Hülleyi sırtına tak da gel, derviş!

Mürşide teslîm ol mevtâlar gibi,

Sükût eyle, görme, âmâlar gibi,

Lâkin zamanında deryâlar gibi,

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!

Çıkmasın ‘Sekahüm’ remzi dilinden,

Mürşidini Hakk bil çıkma yolundan,

Koku alacaksan mânâ gülünden,

Ruhî’nin kalbine bak da gel, derviş!”

Ve Âriflerin Menkîbeleri’nde, insan-ı kâmilin nazârının vasıfları hakkında, Yüce Pîr Mevlâna’dan şöyle rivâyet edilir:

“Babamın temiz ruhuna yemin ederim ki, hakîki ve doğru şeyh, müridi farkına varmadan onun işini tamamlar, hiç bir mücâhede ve hizmet etmeden onu Tanrı’ya ulaştırır ve yine onu öyle bir mertebeye kavuşturur ki, müridin bakır vücudu baş­kalarının bakır vücudunun iksiri olur. Nihâyet o bakırları altın yapar ve kimyâ hâline getirir. Bu kuvvet ve kudret Muhammed dininden olanların ve ona uyanlarındır. 

Şiir: 

Kimya ile bakırı altın etmek tuhaftır. 

Şu bakı­ra bak ki, her an kimyâ yapıyor…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIII

“Aşk köyü sınırında kesik başlar görürsen, korkup kaçma, köyün içine gir de dikkatle bak; gör ki; öldürülenler ikinci defa dirilmişlerdir, çünkü âşıklar ölümsüz.” Mevlâna

Ulu Tanrı âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz bîçarelere zulmederler?

2350. Birisine nimet, mal, matah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı?

Böyle bir iş, Tanrı’dan, iki cihanı yaratandan umulur mu?

‘El fakru fahrî’ hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli değil mi?

Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Hâlbuki sen bana yalancı, efsuncu dedin.

Yılanı tutsam bile dişini söker, bu suretle onu başının ezilmesinden kurtarırım.

2355. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben, düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.

Ben asla tamahtan efsun okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir.

Tanrı göstermesin… Benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var.

Sen, armut ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.

Biraz dönersen başın dönmeye başlar; evi dönüyor görürsün… Hâlbuki dönen sensin!”

Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara suresinin 57. âyetinde buyrulur ki: Biz onlara zulmetmedik, velâkin onlar kendi nefslerine zulmettiler.”

İmam Ali Efendimiz de, selâm olsun üzerine, der ki: “Biz, bizim hakkımızda Hazreti Cebbâr’ın taksîmine razı olduk; bizim için ilim ve câhiller için mal vardır. Muhakkak ki mal, an-karîb (tez zamanda) fânî olur; hâlbuki ilim, lâ-yezâl olan (varlığı devam eden) bir bâkîdir.”

“Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yâl yedikleri yere dökülen tutamaç suyu” diye seslenir Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder; “Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızık için göndermişizdir. Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri…”

İki cihanın nuru Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde buyurur ki; “Yüce sultanlar, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın emînlik, yardım, lütuf, adâlet ve ihsânının gölgeleridir. Onlara hürmet gösteren, Allah’a hürmet göstermiş olur. Onlara ihânet eden, Hazreti Hakk’a ihânet etmiş olur.”

Hiçbir menfaat gözetmeden, dâima sevgi ile muhabbet sunan mürşid-i kâmilin gölgesinde oturmak, Tûbâ ağacının gölgesinde oturmak gibidir; onun sözleri irşâd eder, nefsimizde ne kadar kir varsa yavaş yavaş, hattâ biz farkında bile olmadan temizler, bizleri ruhânî güzelliklere sürükler; mürşid-i kâmil, insanı insana gösteren, Hakk’ın tertemiz, pürüzsüz aynasıdır.

Ne güzel seslenir ayn-ı hak Hasan Dede bir şiirinde, selâm üzerine olsun…

“Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost. 

Ey Hakk yolcusu! Mürşidini kendine ayna et.

Toprak beden… Kendine gel artık, 

Dünyaya meylini bırak ey dost. 

Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost. 

Ey Hakk yolcusu! 

Tertemiz aynandan başka söz etme. 

Daim O’ndan… Tanrı’dan söz et, 

Yeri göğü yaratanın sende özü var…”

İmam Ali Efendimize sormuşlar, “Sen nasıl Müslümansın, yüzlerce insanın başını kestin!”

İşte İmam Ali Efendimiz şu cevabı vermiş: “Ben onların başlarını kesmedim, nefslerini kestim.”

İmam Ali Efendimizin bu sözüne mânâ gözüyle bakacak olursak eğer; mürşid-i kâmiler de, Muhammed Ali bendeleridirler ve yolcularındaki zannı, şüpheyi gidermek isterler, fakat bunun için yolcunun da, Ruhî’nin bir şiirinde;

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra, 

Varını, yoğunu yak da gel, derviş!..

Mürşide teslim ol mevtâlar gibi,

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!” diye buyurduğu üzere, büyük bir iştiyâk ve teslîmiyetle mürşidine baş kesmesi, yâni bağlanması gerekir.

Rubaî:

“Şarap sunan sakînin gözü, su gibi olan şarabın kılıcı ile nice başlar aldı. birçok insanları mest etti, kendinden geçirdi. 

Bu işe şaşanlardan birisi der ki: ‘Bu mest oluş, bu kendinden geçiş sakînin gözlerinin güzelliğinden, onun aşkından oluyor.’ Birisi de der ki: ‘Hayır, bu iş şarabın mârifeti; şarap içmeseydi mest olmazdı.’ 

Şarap nedir? Sakî nedir? Hakk’tan başka bir şey yok.! Ne şarap var, ne de sakî! Bu mest oluş, bu kendinden geçiş, bu aşk hangi kapıdan geliyor; Allah bilir!”