MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIV

Elçinin, Emîrülmüminin Ömer’i -Tanrı ondan razı olsun- bir ağaç altında uyur bulması.

1412. Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.

1413. O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hâl geldi.

1414. Muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü.

1415. Kendi kendine, “Ben nice padişahlar gördüm; büyük sultanların makbûlü oldum.

1416. Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.

1417. Arslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı.

1418. Birçok savaşta bulundum; savaş başlayınca bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvâlde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.

1419. Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzâm tir tir titremekte; bu ne?

1420. Bu heybet Hakk’tan, halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.

1421. Bir kişi, Hakk’tan korkup takvâ yolunu tuttu mu; cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.

1422. Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de, “Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım, boğuldum diye bağırıyorsa buna da batmak boğulmak demezler” diye buyurur ve şu açıklamayı yapar, “Batıp boğulmak şudur: Ulu Tanrı, halkın arslandan, kaplandan, zâlimden korkmasından başka bir korkuyla erenleri, kendi zâtından korkutur; ona açar, bildirir ki korku da Tanrı’dandır, emînlik de Tanrı’dan… Zevk neşe de Tanrı’dandır, yiyip içme de Tanrı’dan. Ulu Tanrı, gözü açıkken ona, özel ve görülür duyulur şekilde bir arslan, bir kaplan, bir ateş gösterir. Bunu göstermesi de erenin, gördüğüm arslan şekli, kaplan şekli, gerçekte bu âlemden değil, gayb âlemindendir demesini, bunu anlamasını sağlamaktır. Böylece pek güzel, pek alımlı bir şekilde gösterir. Yine böyle bağlar bahçeler, ırmaklar, huriler, köşkler, yenecek içilecek şeyler, ağır elbiseler, binilecek hayvanlar, şehirler, konaklar, çeşit çeşit, renk renk şaşılacak şeyler gösterir. Gerçek olarak anlar bilir ki bunlar, bu âlemden değildir, Tanrı onları, gözüne göstermede, bu şekillere bürümede… Bütün rahatlıklar da ondandır, görülen seyredilen şeyler de. Şimdi onun korkusu, halkın korkusuna benzemez; çünkü gördüğü şeyleri delille bilmiş, anlamış değildir; çünkü Tanrı, her şeyin Tanrı’dan olduğunu ona apaçık göstermiştir.”

Beyit:

“Sevgiyi kolay sanan bir bana baksın; hâlim anlatır ona; korkutur onu elbet.”

Nitekim, elçi, ’Muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü.’

Hazreti Şems buyurur ki: “Düşün ki kıyâmet kopmuştur ve görünmeyen âlem apaçık ortadadır. Vallahi, görünmeyen artık meydandadır ve perde kalkmıştır ama yalnızca gözü açık olanlar için.”

Bir insan-ı kâmilin huzurunda bulunan her bir mürid de, gönül gözü açıksa, onun cemâlinde Hakk’ı müşâhade eder ve bu iki zıddı aynı zamanda kalbinde hisseder. ‘Bir kişi, Hakk’tan korkup takvâ yolunu tuttu mu; cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.’

Bakın ne kadar açık buyurur yüce Pîr Mevlâna ve der ki: “Şeyhte öyle bir heybet olmalı ki vursun, kırsın, geçirsin; şeytanlarla, vesveseler ordusunu bir bakışta bozguna uğratsın; serkeş bir ata benzeyen ve müridin bindiği ve onu aşağılıkların en aşağısına atmak isteyen azgın nefs atını korkutsun; onu oyluklarının altında tir tir titretsin.”

Kasîde:

“Nurlarla dolu olan o güzel gözler sevgilinin bakışı ile mest olmuş. Gözyüzü bile o gözler yüzünden tir tir titremededir. 

Bilhassa Hakk’ın huzurunda el bağlayıp namaza durduğu zaman, kendisine ihsân edilen nur, meleklerin de, insanların da kıblesi olmuştur. 

O güzel varlığın yüzünde ilâhî nurun göz kamaştırıcı bir şekilde parladığı anda, onun ayaklarına başını koymayan, benlik yüzünden ona secde etmeyen kişinin özü gerçekten de şeytandır!

O anda o güzel yüzde ilâhî bir nur görmeyen kişi, cansız bir beden gibidir. Şeytandan da aşağıdır. 

Onun nurlu yüzü, erlerin kıblesidir. Eğer sen de er isen onun heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere ser! 

Elini sinenden çek! Ne diye şaşkın şaşkın bakıp duruyorsun? O anda sevinerek ona canını ver! Zaten isteyen de odur. 

Aklını başına al da neyin var neyin yoksa hepsini suya at! O aşk suyundaki ateşle onları temizle! Çünkü onun yüzünün ateşi, âb-ı hayatın bile secde ettiği yerdir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIII

Rum kayseri elçisinin, Emîrülmüminin Ömer’e -Tanrı ondan razı olsun- gelip Ömer’in kerâmetini görmesi.

1388. Rum kayserinden, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi.

1389. Medine halkına “Halîfenin köşkü nerdedir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.

1390. Halk dedi ki: “Halîfenin köşkü yok; Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır.

1391. Gerçi emîr diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.

1392. Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş!

1393. Gönül gözünü, kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet.

1394. Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhâl tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür.

1395. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemâlini gördü.

1396. Seni kötülüğe sevkeden vesveselere yoldaş oldukça ‘Semme vechullah’ı nasıl bilebilirsin?

1397. Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür.

1398. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür.

1399. Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsâf et!

1400. Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom nefsin parmağında.

1401. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.

1402. Nuh’un ümmeti, Nuh’a ‘Nerde sevâb?’ dediler. Nuh ‘Duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.

1403. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu hâlde görmediniz’ dedi.

1404. İnsan, gözden ibârettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler.

1405. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir.”

1406. Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyâkı arttı.

1407. Gözünü, o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.

1408. O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.

1409. “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.

1410. Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.

1411. Bir bedevî karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında” dedi.

* Halktan ayrılmış, hurma ağacının dibine varmış. Ağacın gölgesinde uyuyan Tanrı gölgesini seyret.

Abdülbâki Gölpınarlı, Hazreti Mevlâna’nın dile getirdiği bu hikâyeyi tefsîrinde şöyle anlatır: “Asıl hikâye, ikinci halîfe Ömer’in zamanında Medine’ye gelen Roma elçisinin, Ömer’i mükellef bir sarayda bulacağını sanırken ovada, bir hurma ağacının altında yatıp uyurken bulmasından meydana gelmiştir. Fakat Mevlâna bu hikâyede de tedâilerine uyup âyetlerle, hadîslerle, hâl, makam gibi tasavvuf terimleriyle yaratılışı, Allah’ın tasarruf ve tedbîrini, her varlıktaki hikmet ve kudretini, vahyi, can ve akıl gözünü, cebîr ve ihtîyarı, yaratılıştaki tekâmülü, mânânın lafza sığmayacağını, ferdîyetten geçmemenin demir bağlarla bağlanmaktan farksız olduğunu, kendisine has o fevkâlade tahkîye üslûbuyla anlatmaktadır.”

Nitekim, Kurân-ı Kerîm’de, Doğu da Allah’ındır, batı da. Artık nereye dönerseniz dönün, orada Allah’a dönmüş olursunuz. Şüphe yok ki Allah’ın lütfu, rahmeti boldur, her şeyi bilir” (Bakara, 115) buyrulmaktadır.

Beyit:

“Güzelim bana dedi ki: ‘Ben güzellerin canıyım!’ ‘Evet ey sevgili!’ dedim. ‘Ben de seni öyle görüyorum’..”

‘Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhâl tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemâlini gördü.’

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de buyurur ki: “Birisi, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa’nın zamanında, tapısına geldi de dedi ki: Senin bu dinini istemiyorum, vallahi istemiyorum, bu dini geri al. Senin dinine girdim gireli bir gün olsun, dincelmedim; mal gitti, kadın gitti, çocuk gitti; saygı görmem kalmadı, gücüm kuvvetim kalmadı, dileğim isteğim kalmadı. Mustafa, hâşâ dedi; benim dinimin şanından değildir ki bir yere gitsin, birinin gönlüne yerleşsin de o adamı kökünden söküp atmasın; evini barkını silip süpürmesin, tertemiz etmesin de geri gelsin; ‘Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilirler.’ Nasıl sevgilidir o ki sende kıl kadar bile olsa, kendini sevmek, varlığına bağlanmak varken kendisine yol versin sana. Dostun yüz göstermesi için adamın, tümden kendinden de, dünyadan da usanması, kendine düşman kesilmesi gerek. Bizim dinimiz de hangi gönülde yerleşirse o gönlü Tanrı’ya ulaştırmadıkça, gerekmeyen şeyleri o gönül ıssından ayırmadıkça ondan el çekmez.”

Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Tuba cennette bir ağaçtır. Büyüklüğü yüz yıllık yer tutar. Ve cennet elbiseleri de onun tomurcuklarından yapılır” diye buyurur. 

“Mürşid-i kâmilller de, Tuba ağacına benzerler” der Hasan Dede, “Onlar, bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın bendeleridirler. Mürşid-i kâmiller Allah’ın gölgeleridir, hepsi Tanrı’nın aletleridirler. Ağacın yaprakları, çiçekleri nasıl kökten haber verirse, insanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir. Sevgi tomurcukları sevgi ağacından yeşerir.”

‘Halktan ayrılmış, hurma ağacının dibine varmış. Ağacın gölgesinde uyuyan Tanrı gölgesini seyret.’

Kasîde:

“Ey parlak ve içli gönül, sen bütün gönüllerin emîrisin. Aşkın yakıcı güçlü ateşine karşı sabrı kalkan edindin de muradına erdin. 

Yaş olsun, kuru olsun, herkesin gözü birbirinin üstündedir. İnsanlar birbirlerine bakakalmışlardır. Senin gözün öyle değildir. Senin gözün Allah’a yönelmiştir. Bu yüzden herkesin gözü artık sana baksın. 

Senin elin, Allah’ın elidir. Senin gözün Allah’ın mestidir. Kullarının Rabbi Allah’ın gölgesi, herkesin üzerinde ebedîyyen bâkî kalsın. 

Halkın iniltisi, feryâdı senin sevgindendir. Sizinki kimdendir? Neredendir? Bütün bunlar aşktan doğdu. Acaba aşk neredendir? 

Ey Hakk’ın ve dinin Şems’i, ey varlık mülkünün sahibi, aşk dünya kuruldu kurulalı senin gibi bir padişah göremedi.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CII

“Küçük muhârebeden büyük muhârebeye döndük” sözünün tefsîri.

1371. “Ey padişahlar! Dışardaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hâsım var.

1372. Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerdeki arslan; öyle tavşan maskarası olmaz.

1373. Cehennem, bu nefstir; cehennem, bir ejderhadır ki harâreti denizlerle eksilmez.

1374. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harâreti ve coşkunluğu azalmaz.

1375. Taşlar, taş yürekli kâfirler; ağlayıp inleyerek mahcûb bir hâlde cehenneme girerler.

1376. Hakk’tan ona şu nidâ gelmedikçe bu kadar azâba da kanaat etmez.

1377. ‘Doydun mu?’ denir. O, kurt ve sırtlan gibi ‘Hayır, doymadım’ der. İşte sana ateş, işte sana harâret!

1378. Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da yine midesi ‘Daha fazla yok mu?’ diye bağırır.

1379. Nihâyet Hakk, onun üstüne lâmekân âleminden ayağını koyar da işte o vakit derhâl sakinleşir.

1380. Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüz, daima küllün tabîatındadır.

1381. Nefsi öldürecek ayak da ancak Hakk’ın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hakk’tan gayrı kim çekebilir?

1382. Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır.

1383. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul. Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok.

1384. Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum. 

1385. Biz şimdi küçük muhârebeden döndük; Peygamber’le beraber büyük muhârebedeyiz.

1386. Tanrı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu Kafdağı’nı iğne ile yerinden koparıp atayım.

1387. Şunu bil ki safları bozup dağıtan arslanla savaşmak kolaydır, asıl arslan, nefsini mağlûb edendir.”

* Bunun hakkında sen bir hikâye dinle de sözümden hisse al.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Âlem-i ahirette Rabbinizin yüzünü mehtâbı seyreder gibi seyredeceksiniz” diye buyurur.

Hasan Dede, Yunus Emre’den şöyle bir hikâye dile getirir…

“Bir gece, Yunus bir mânâ görür. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere gelir ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalır. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye sorar. Ona, ‘Burası cennet-i âlâ’dır’ diye cevap verirler. Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye sorar. O zaman Yunus’a derler ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd eder: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…”

‘Cehennem, bu nefstir; cehennem, bir ejderhadır ki harâreti denizlerle eksilmez.’

Hasan Dede, aynı zamanda nefsi, yedi başlı bir ejderhaya benzeterek şu açıklamayı yapar: “Yedi başlı ejderhanın mânâsı da şudur: İki göz, iki burun deliği, iki kulak ve bir de ağızdır. Bunlar eğer nefse yönelirse, işte her biri bir ejderha olur ve sahibini mahveder.”

Nitekim hikâyede, Yunus Emre’ye, “Sen daha ölmedin” dediklerinde, “Yedi denizi cehennem hâline geitirin, beni oraya koyun, buraya aldığınız zaman beni sevgiliyle alın” demektedir. Yâni ölmeden evvel öleyim; gözlerim sevgiliden başka bir şey görmesin, kulaklarım sevgiliden başka bir şey işitmesin, burnumda hep sevgilinin kokusu olsun, ağzım dilim hep sevgiliyi söylesin… son nefesim de beni aldığınız zaman sevgiliyle alın, sevgilime kavuşayım.

Hasan Dede, ölmenin tasavvufî mânâsını açıklarken, “Ölmekteki asıl mânâ nefsin kötü huylardan arınması, mânevî güzelliklere kavuşmasıdır” der, “Bir kişi bu şekilde ölmediyse eğer, diri sayılmaz. Benliğinde yaşamaya devam ettiği ve ikilikte kaldığı sürece diri değildir. Ne zaman ki, nefsinin isteklerinden kurtulur, çalışır, özverili bir yaşama yönelir, talep eden değil, talep edilen olursa o zaman ölümün arkasından dirilik doğar. Sen doğarsın!.. Allah’ın zâtında kaybolmayan kimse, daimi cehennemdedir. Bu cehennemin odunu, gurur ve arzularıdır. Vücut hapisanesinden çıkanlar için, azâb kalmaz. Bunları temizleyecek yegâne şey de, aşktır… Hakk aşıklarının dini de, imanı da mezhebi de Resûlallah Efendimizdir. Onlar, Resûlallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ’Bir’den konuştular.”

“Doğruluk can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur’ân’dan ‘Erler vardır ki Tanrı’yla ettikleri ahdi bozmadılar, ahidlerine doğrulukla sarıldılar’ âyetini okuyun!” diye buyuran yüce Pîr Mevlâna, bakın yine ne güzel seslenir bizlere…

“Ey gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığından duyduğum harâretimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.

Nasıl sarhoşa şarab içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar… 

Su, her zaman senin cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş. 

Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakîbimdir, onu o yere bırakamam… 

Dostlarım! şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CI

Tavşanın av hayvanlarına “Buna sevinmeyin” diye nasîhat etmesi.

1366. “Hakk, bu kuvvet kudreti zan ve yakîn ehline nöbetle göstermektedir.

1367. Ey ikbâl nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük taslama!

1368. Saltanâtı nöbetten üstün olan, ikbâli ebedî bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.

1369. Nöbetten üstün olanlar, bâkî padişahlardır; onlar daima ruhlara sakîdir.

1370. Bir iki gün şu içmeyi terk edersen ağzını ebedîyet şarabına daldırır, o hakîkat şarabını içersin.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Şüphe yok ki her ümmetin bir seyahati var, benim ümmetimin seyahati de Allah yolunda savaştır… Şüphe yok ki her ümmetin bir rahipliği var, benim ümmetimin rahipliği de düşman karşısında nöbet beklemektir” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir şiirinde şöyle seslenir:

“Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar, 

İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar. 

Yaptığın işi yavaş yavaş yap, biraz sabırlı ol, 

Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler. 

Ey seher yeli! Bir semtten haberin var mı? 

Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin? 

Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı? 

Ey rüzgâr! Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!..”

“Nasıl ki, şekerin özü ve katıksız şeker olan nöbet şekerini yememiş kimseye, üzüm pekmezinin tadı ekşi gelmez” der Hazreti Şems, “Keşke üzüm pekmezi de tatlı olaydı. Hele, Balebek pekmezi daha tatlı olur. Çünkü parmakla tutabilirsin. Bir okkasını yerinden kaldırabilirsin.”

Hasan Dede, irfâniyetin iki türlü olduğunu söyler ve, “İlki, aşkla bilinen irfâniyet, diğeri ise sözle bilinen irfâniyet” der, “Elmayı sadece elma olarak bilmek, kuru kuruya irfâniyettir. Elmayı, elma olduğunu bilerek yemek ise, aşk irfâniyeti. İkisi arasındaki fark, lezzettir. Lezzet ise ancak aşktadır. Bütün dâvâ bulunduğumuz yoldur; âriflerin yoludur; irfâniyettir. Kimliğine ulaşmaktır ve kimliğinde yaşamaktır. Kuru kuruya ‘ben ârifim’ demekle ârif olunmaz.”

Sultan Veled Hazretleri de, İbtidanâme isimli eserinde şöyle buyurur: “Şıra, bir başkası için coşup köpürmez, kendi güzelliğine uyar, onun için işe girişir. Kendisinde gizli olan güzelliğin görünmesine gayret eder. Murtazâ, onun içindir ki özündeki gevheri övmeye koyuldu da, ‘Kim kendini bildiyse Allah’ı da bildi; peygamberler ne dediyse anladı’ buyurdu, Ama bu durağa dedikoduyla erişemezsin; bunun sırrını hâl yolunda ara. Bu, nefs-i emmârenin değişmesidir; böylece de yıldız, ay olur. İnsan, kendini tam bildi mi, o zaman Rabbini de bilir. Ham bakırın kimyâ yüzünden altın olması, yâhut katrenin denize kavuşması, deniz kesilmesi gibi; yeni ayın dolunay, bilgisiz kişinin bilgiyle bilgin olması gibi; yâhut koruğun olgun üzüm hâline gelmesi gibi… Anlam bakımından böylece yüceldi mi de ard, ona ön kesilir. Allah’ın üstünlüğünü ondan sonra anlar, bilir de şükür bineğini canla, başla sürer. Şükür, bağışlara değer, bunu böyle bil de geri kalanını gönül levhinden oku. İnsan, bu hâle gelmeden dâvâya kalkışırsa, bil ki dâvâsı mânâsızdır.”

Kasîde:

“Ne mutlu o gönle ki, onun derdi, düşüncesi sensin; ne mutlu o köye ki, onun vergi alıcısı sensin. 

Aşk bizim sevgilimizdir. Bizce onun şekli, kılığı yoktur. Zaten onun gönlüne karşı suretin, şeklin ne değeri vardır? 

Sevgili bana dedi ki: ‘Ben bundan sonra sinekleri şekerden kovacağım.’ Ne mutlu o sineklere ki, onları kovan sensin.

Felek bir hırsızdır. Ömür kesesini ondan koru! Onun tanesi tuzaktır. Onun dirisi de ölü olur. 

Sus artık; zaten söz herkese kolay görünür. Ama, binlerce kişi arasında onu anlayan bir kişi bile çıkmaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/C

Av hayvanlarının tavşanın etrafında toplanıp onu övmeleri.

1355. O zaman, bütün hayvanlar, sevinçli bir hâlde gülüp oynayarak, onun yüzünü öptüler.

1356. Etrafında halka oldular. O, çırağ gibi ortalarındaydı. Bütün sahrâdakiler, ona secde ettiler.

1357. “Sen gökten inen bir melek misin, yoksa peri misin? Hayır, ne meleksin, ne peri! Sen, erkek arslanların Azrâilisin!

1358. Ne olursan ol; canımız sana kurban olsun! Ona gâlib geldin, elin kolun sağ olsun!

1359. Tanrı bu suyu, senin arkından akıttı; eline, koluna aferin!

1360. Bir daha söyle! Onu hile ile nasıl inandırdın; o zâlimi, düzenle nasıl kahrettin?

1361. Bir daha söyle ki hikâyen dertlere dermân, canlara merhem olsun!

1362. Bir daha söyle ki o sitemkârın zulmünden canlarımızda yüzbinlerce yara var” dediler.

1363. Tavşan dedi ki: “Ey ulular! Tanrı yardım etti, yoksa dünyada bir tavşan kim oluyor ki?

1364. Koluma kuvvet, kalbime kudret verdi; cenneti, hûriyi kucağıma attı.

1365. Üstünlükler, Hakk’tan gelir, hâllerin değişmesi de ondandır.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hâlden hâle girerek meydana gelmiş olan kalb, geniş bir sahrâda bulunan, bir ağacın üzerine asılmış ve rüzgârın estiği yöne uyarak, arkasına ve önüne dönen bir tüy parçasına benzer” diye buyurur.

Cenâb-ı Allah, gâlibin mağlûbiyetini ve mağlûbun da gâlibiyetini âlemde devir ve nöbet ile hem zan ehline hem de müşâhade ve hakîkat ehline gösterir.

Zan ehli, buna tesâdüf derler; fakat müşâhade ve hakîkat ehli, bunu Hakk’tan görür ve zevk ederler.

Hasan Dede, “Kalb, sevgilinin en çok istediği yerdir” der, “Eğer kalbine iman ettiğin yeri koyduysan, artık sana ait bir şey kalmaz, her şey ona aittir.”

Bir kasîdesinde ne güzel seslenir bizlere yüce Pîr Mevlâna…

“Benim yolumda, yüzlerce nefsanî pusu var! Ama, benim de en ince şeyleri gören yüzlerce akıl gözüm var! 

Yüzümde yüzlerce secde izleri var! Onlar, varlığını gönlümde hissettiğim daima benimle beraber olan padişahımın izleri. 

Dünyada da gizli olan en değerli, paha biçilmez bir define benim canımda, gönlümde gömülüdür. 

Benim Cebrâil-i Emîn’den de gizli bir Cebrâil’im var! 

Devlet ve zenginlik atını kesmem gerekir. Çünkü ben, aşk atına eğer vurdum, binmek üzereyim. 

Aşktan asla vazgeçmem, ayağımı diremişim. Benim demirden ayaklarım var!

İçimde mânevî bağlar, bahçeler, yaseminler var! O yüzden nefsimden sevgilimin kokusu geliyor. 

Öyle mutluyum ki, neşeden ayaklarım yerden kesilmiş. Çünkü, benim mekânsızlık âleminden yerim var! 

Haydi yürü, Tebriz şehrine git! Bu hâllerin açıklanmasını Şemseddin’den iste! Çünkü bütün bu hâllere beni Şemseddin ulaştırdı.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIX

Tavşanın, av hayvanlarına “Arslan kuyuya düştü” diye müjde götürmesi.

1338. Tavşan kurtulduğuna sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu.

1339. Arslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru, döne oynaya gitmekteydi.

1340. Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş; el çırpmakta; dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.

1341. Dallar, yapraklar, toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi, arkadaşı olurlar.

1342. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın ta üstüne çıkar.

1343. Her meyve ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder.

1344. Bizim aslımızı, ihsân sahibi Tanrı yetiştirdi de, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi.

1345. Su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde,

1346. Tanrı aşkının havasında raksederler; ayın ondördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler.

1347. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma! Tamamiyle can olanlara gelince onları hiç sorma!

1348. Tavşan, arslanı zindana soktu. Arslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı.

1349. Böyle bir ayıba sahip olduğu hâlde şaşılacak şey şudur ki bir de kendisine Fahreddin lâkâbını takmalarını ister!

1350. Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir arslansın. Tavşan gibi olan nefsin, seni nasıl kahretti?

1351. Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve sefâ etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münâkaşa kuyusunun dibindesin!

1352. O arslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “Birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi.

1353. Müjde, ey zevk ü sefâya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiği cehenneme gitti.

1354. Müjde! Tanrı, o can düşmanının dişlerini söktü! Pençesiyle nice başlar ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü, gitti” dedi.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Derviş Tanrısal olmalı, her şeyden münezzeh olmalı, ben Tanrı’yım diyebilmeli…” diye buyurur, fakat devamında da, “İyi amma uzatma” der, “çok çok sevgiler yüzünden yok olmadın, ölmüyorsun… Yok olursan, ölürsen o zaman onun varlığıyla var olursun, onunla dirilirsin. Böyle oldun mu da varlığa bey kesilirsin, sultan olursun, bengisuya dalarsın, ebedîlik mülkünü elde edersin…”

Nitekim bir şiirinde de şöyle seslenir bizlere…

“Beri gel, daha beri, daha beri.

Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?

Bu hır gür, bu savaş nereye dek?

Sen bensin işte, ben senim işte.

Ne diye bu direnme böyle, ne diye?

Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?

Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,

ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?

Zengin yoksulu hor görür, ne diye?

Sağ soluna yan bakar, ne diye?

İkisi de senin elin, ikisi de,

peki, kutlu ne, kutsuz ne?

Topumuz bir tek inciyiz, bir tek.

başımız da tek, aklımız da tek.

Ne diye iki görür olup kalmışız

iki büklüm gökkubbenin altında, ne diye?

Sen habire gevele dur bakalım,

habire ‘usul boylu birlik çam ağacı’ de,

sonu nereye varır bunun, nereye?

Şu beş duyudan, altı yönden

varını yoğunu birliğe çek, birliğe.

Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,

insanlara karıl, insanlara,

insanlarla bir ol.

İnsanlarla bir oldun mu bir mâdensin, bir ulu deniz.

Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dâne.

Erkek arslan dilediğini yapar, dilediğini.

Köpek köpekliğini eder durur, köpekliğini.

Tertemiz can canlığını işler, canlığını.

Beden de bedenliğini yapar, bedenliğini.

Ama sen canı da bir bil, bedeni de,

yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,

hani bademler gibi, bademler gibi.

Ama hepsindeki yağ bir.

Dünyada nice diller var, nice diller,

ama hepsinde anlam bir.

Sen kapları, testileri hele bir kır,

sular nasıl bir yol tutar, gider.

Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,

can nasıl koşar, bunu canlara iletir…”

“Akıl, ona derler ki gece gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düşüncelere dalar, çalışır çabalar, kıvranır durur, kararsız bir hâle düşer” der Mevlâna, “Akıl, pervâneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervâne, kendini muma vurur, yakar, helâk olur gider; fakat pervâne de ona derler ki o yanıştan zarar görse, elemlere düşse bile muma dayanamasın; kendisini atsın gitsin. Bir yaratık olsa da pervâneye benzese, fakat mumun ışığına dayansa, kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervâne değildir. Pervâne de kendisini mumun ışığına vursa da o ışık pervâneyi yakmasa ona da mum demezler. Şu hâlde Tanrıya dayanan, ona ulaşmak için çalışıp çabalamayan kişi, insan değildir; fakat Tanrı’yı anlar bilirse, o bilinen anlaşılan da Tanrı değildir. İnsan ona derler ki çalışıp çırpınır, Tanrı’nın ululuk ışığının çevresinde rahatı, kararı kalmaz.Tanrı da odur ki insanı yakar yandırır, yok eder gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz.”