MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCI

“Ey Tebrizli Hakk güneşi! Sen aramıza gelirsin, seni görmezler. Çünkü sen, can gibi gelirsin, seher rüzgârı gibi renksiz esersin.” Mevlâna

2455. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece ‘Ey Rabbimiz’ diye yalvarmıyor muyum?

Yalnızken mütevâzı bir hâle geliyor, düzeliyorum. Neden Musa’ya karşı böyle oluyorum?”

Kalp altının rengi hâlis altından on derece daha parlak olsa ateşe karşı nasıl yüzü kara bir hâle gelir!

Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman beni iç hâline kor, bir zaman kabuk hâline.

Bir zaman beni ay hâline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın işi, bundan başka nedir ki?

2460. Ekin ol der, beni yeşertir… Çirkinleş der, sarartır.

Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.

Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.

Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.

Bu nükte hatırına renk, nasıl olur da kıyl ü kâlden kurtulur?

2465. Şaşılacak şey… Bu renk, renksizlik âleminden zuhûra geldiği hâlde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?

Yağın aslı sudandır, ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıd olur?

Mâdemki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıd oldu?

Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden… böyle olduğu hâlde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse, bil ki bu,

Ya hakîkatte savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır.

2470. Yahut ne savaş, ne hikmet… Hayretten ibârettir. Bu, vîrâneliktir, içinde define aramak gerek.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nahl suresinin, 40. âyetinde, “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “Ol” dememizdir. O da hemen oluverir” diye buyrulur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen” der ve şöyle devam eder: “Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse. İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören âşık… İşte o âşıktır ki, Bayezid-i Bistâmî’nin, ‘Cübbemin içinde Allah’tan başka birşey yoktur’ sözünün remizlerini anladı da o cübbeyi binlerce defa kuba, yâni mâbed-i huda gördü… O âşıkın gözünün önünde, iki cihan, sanki horozun önünde, bir buğday tanesi mesâbesinde kaldı. İşte, Kibriyâ’yı gören gözün temiz bakışı böyle olur.”

Fakat, ‘Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.’

Zîrâ Sâmirî, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu üzere, Hazreti Cibrîl’in atının bastığı mahalden bir avuç toprak alıp bir buzağı heykeli yapar ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırır. 

Bu mânâya işâreten bir ârif şu beyiti söyler: “O Musa’yı ki Cibrîl terbiye etti, kâfirdir; ve o Musa’yı ki Firavun terbiye etti, mürseldir.”

“İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve elbiselerdeki renklerden misâl vererek şöyle buyurur: “Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Hattâ birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur. Kül rengi. Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder. İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir.”

Yine mürşidim Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede Hazreti Salih’in bir boya küpü vardır; şöyledir menkîbe;

Hazreti Salih’in bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. 

Bir gün meraklı biri sordu: “Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?” 

Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.”

Zeytin yağının aslı zeytin ağacıdır; yâni “Her şeyin hayatı sudandır.” (Enbiyâ, 30)

İşte ne güzel seslenir Yüce Pîr Mevlâna…

“Subhu sâdıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki, bu sabır ve sebâtla şu yedi renkli zâhirî gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.”

Kasîde:

“Benim yolumda, yüzlerce nefsanî pusu var! Ama, benim de en ince şeyleri gören yüzlerce akıl gözüm var! 

Yüzümde yüzlerce secde izleri var! Onlar, varlığını gönlümde hissettiğim daima benimle beraber olan padişahımın izleri. 

Dünyada da gizli olan en değerli, paha biçilmez bir define benim canımda, gönlümde gömülüdür. 

Benim Cebrâil-i Emîn’den de gizli bir Cebrâil’im var! 

Devlet, zenginlik atını kesmem gerekir. Çünkü ben, aşk atına eğer vurdum, binmek üzereyim. 

Aşktan asla vazgeçmem, ayağımı diremişim. Benim demirden ayaklarım var!

İçimde mânevî bağlar, bahçeler, yaseminler var! O yüzden nefsimden sevgilimin kokusu geliyor. 

Öyle mutluyum ki, neşeden ayaklarım yerden kesilmiş. Çünkü, benim mekânsızlık âleminden yerim var! 

Haydi yürü, Tebriz şehrine git! Bu hâllerin açıklanmasını Şemseddin’den iste! Çünkü bütün bu hâllere beni Şemseddin ulaştırdı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXV

Yoksul Arap bedevîsinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçenler.

Bir gece bir bedevî karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki:

“Bütün bu yoksulluğu, bu cefâyı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sade biz kötü bir hâldeyiz.

Ekmeğimiz yok, katığımız dert ve zahmet… Testimiz yok, suyumuz gözyaşı.

2250. Gündüzün elbisemiz güneşin ziyâsı… Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı.

Açlığımızdan değirmi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.

Yoksullar, bizim yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.

Sâmirî’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı… Herkes, bizden kaçıyor.

Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize ‘Sus, geber, babalar çıkarasıca’ diyor.

2255. Arap’ın iftihârı, savaş ve ihsândır. Sense Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun.

Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!

İhsân nerede? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarından kan emmekteyiz.

Hele bize misafir gelsin… geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!”

Bir gün Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’da iken, Sâmirî, cemaate buzağı şeklinde bir put yaparak, “Bu sizin ve Musa’nın unuttuğu bir ilâhtır” (Tâ Hâ, 88) demiş ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırmıştır. Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’dan geri döndüğünde kavminin bu hâlini görerek hiddetlenmiş ve Sâmirî’ye, “Defol, senin için dünya hayatında ‘lâ-misâs’ olsun” (Tâ Hâ, 97) yâni, ‘Bana dokunmayın, temas etmeyin’ demek olsun diye bedduada bulunmuştur. Sâmirî, bunun üzerine oradan kaçarak uzaklaşmış ve bir kimseye rastladığı vakit “Lâ-misâs” diye bağırmıştır.

Sâmirî, nefsine uyarak, buzağıdan bir put yapmış ve buzağıyı, yâni dünyayı halkın gözünde ilâhlaştırarak, Hakk’tan uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Hazreti Musa da, onun bu kötü huyundan dolayı, insanlara zarar gelmemesi için, ona bu bedduada bulunmuştur. Ve kavmine dönerek, “Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Onun bilgisi her şeyi kuşatmıştır” diye seslenmiştir. (Tâ Hâ, 98)

Hallâc-ı Mansûr’un, selâm olsun üzerine, bir sözü vardır, der ki: “İnsanın hayatta iki rekât namaz kılması kâfîdir, ancak abdesti kendi kanıyla alması gerektir.” 

“Her an iman ettiği yere teslimiyette duran kişi derviştir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Fakat bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, iman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla gerçek kimliğine ermiş, ölmeden evvel ölmüştür. Fakat insanların kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehâlet içinde ve isyanlar içinde ikiliklerde yaşayarak hayatlarını sürdürmektedirler.”

Hazreti Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, dünya yaşamı ile ilgili bakın ne güzel seslenir bizlere…

“Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fânî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!.. 

Bütün ömrümüzün gecesi siyah, gündüzü aydınlık olarak geçer! Sen, ilâhî nurla daima aydınlık olan bir ömrü ara!.. 

Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bâkî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın! 

Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin görünür. Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar âdî gösterir… 

İşte ‘Lâ’nın mânâsı budur. Ey sığınacak yer arayan, ‘Lâ ilâhe illâ Hu’ işte budur… Ay bile sana kararmış çömlek gibi görünür! 

Âşıkın Allah’tan kazandığı sevap da Allah’tır. Âşıkların neşesi de O’dur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de. Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdâdır. 

Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar. ‘Lâ’ kılıcı, Allah’tan başka ne varsa hepsini keser, silip süpürür. Bir bak hele, ‘Lâ’dan sonra ne kalır? İllallah kalır, hepsi gider. 

Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk! Zaten evvelkiler de O’ydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör.”

Kasîde:

“Ey doğru yolda yürüyen dost, benden bir öğüt duy; ‘Dervişin işi gönül kanı ile başa çıkar, gönül kanı ile elde edilir.’

Bunu iyi bil ve inan ki, Allah gönlü yaralı dervişin duasını duyar, ve kabul eder.

Ne olduğu bir türlü bilinemeyen o padişahı gönlünde bulunca, zenginleştin, azdan çoktan kurtuldun demektir. 

Bu aşk yolunda İsmail gibi kurban ol, sen koyun değilsen bir ermişe bağlan! Ona gönül ver! 

Sen Tebrizli Şems’in havasında yetiştiğin için boş yere şu hamları düşünme, kendi hâllerine bırak!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVII

Hud Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi.

854. Hud, müminlerin bulunduğu yerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir hâlde esiyordu.

855. Çizgiden dışarda olanların hepsini, havada parça parça ediyordu.

856. Şeybân-ı Râi de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.

857. Cuma günü, namaz vakti cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.

858. Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

859. Tanrı erinin dairesi, hem kurdun hırs yeline set ve mânia olmuştu, hem de koyunun hırs yeline.

860. Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoş.

861. Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?

862. Din erbâbı şehvet ateşinden yanmaz; başkalarını tâ yerin dibine geçirmiş olsa da.

863. Deniz dalgası Tanrı fermânıyla koşunca Musa kavmini Kıptîlerden ayırdetti.

864. Tanrı fermânı erişince toprak, Kârun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.

865. Su ile toprak, İsa’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.

866. Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan bedeninden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibârettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.

867. Tûr Dağı, Musa nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfî oldu, noksandan kurtuldu.

868. Dağ bir azîz sûfî olursa şaşılacak ne var? Musa’nın cismi de bir kesek parçasından ibâretti.

Hazreti Mevlâna, Divân-ı Kebîr’deki bir kasîdesinde, “İlâhî nur denizinde gizlenmiş olan âriflerin nefesleri nurdandır! Onlar, hep nuru teneffüs ederler; bilgisiz karanlığı yok ederler! Buraya gelince kalem kırıldı, kağıt da yırtıldı! Lütûf sahibi Rabb’in büyüklüğünü, kudretini anlayınca dağ bile paramparça olur!” diye seslenir.

Hasan Dede, “Cuma’nın mânâsı cem olmak demektir. Yâni cemâl cemâle gelmek, hâl hatır soruşmak ve Hakk muhabbeti yapmak demektir” der ve şöyle misâl verir: “Peygamber Efendimizin zamanında, sahâbe bir pervâne gibi onun etrafında dolaşır ve ondan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşgûliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü diğerlerine sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi tâkib eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.”

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, “Koyun sürüsüne salıverilmiş olan iki kurdun sürüye verdiği zarar; insanın, mal ve mevkî hırsı ile dinine verdiği zarar kadar olamaz” diye buyurur.

857. beyitte adı geçen ve cuma namazına giderken güttüğü koyun sürüsüne kurtların saldırmamaları için etraflarına bir çizgi çeken ve bu sûretle, ne bir koyunun bu çizgiden dışarı çıkmasını ne de bir kurdun içeri girmesini tedbîr eden Şeybân-ı Râi de ulu ve ârif bir zâttır. Öyle ki, Abdülbâki Gölpınarlı, yaptığı tefsîrde, Gazâlî’nin “İhyâ’ul-Ul’um” isimli eserinde, Şâfî’nin, bu zâtın huzurunda âdetâ bir mekteb çocuğu gibi oturduğunu, ona sorular sorduğunu, bu hâle şaşanlara da, “O, Tanrı bilgisini biliyor” dediğini rivâyet ettiğini açıklar.

Beyit:

“Şems-i Tebrizî, gönül goncasının kulağına buyurdu, dedi ki: 

Nefsânî isteklerden kurtulur da, gönül gözün açılırsa; sen de bizimle beraber görülecek şeyleri görürsün.”

“İçindeki bu düşmanı, sevgin, aşkın ve bakışın daima Hazreti Muhammed’e, Hazreti Mevlâna’ya yöneldiği zaman yenebilirsin” der Hasan Dede, “Onlar insanı nefsinden arındırır. Fakat ‘Ben!’ dedik mi, bir bardak suyun içinde boğulduk demektir… İnsan, tam bir imanla Allah’a yola koyulursa, artık kendine ait birşey kalmaz ve onda varlığını gösteren tamamiyle iman ettiği yer olur. Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yâni diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, bizim İbrahim Halîlullah gibi olmamız gerekir. Onun gibi teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kâinat ona hizmettedir. Fakat bu yere akılla varılmaz; insan akla düştü mü, acaba mı, nasıl mı, neden mi, niçin mi, diye sorgu suâl etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, nefsine düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren de nefsidir.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna…

“Diken ekersen, gül devşiririm mi dersin? Gül dikmezsen, hiçbir fidan gül vermez sana. Dereler buğdaydır âdetâ bu dünya ise değirmen; fakat değirmene kerpiç götürürsen ancak toprak elde edersin.”