MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXV

Yoksul Arap bedevîsinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçenler.

Bir gece bir bedevî karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki:

“Bütün bu yoksulluğu, bu cefâyı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sade biz kötü bir hâldeyiz.

Ekmeğimiz yok, katığımız dert ve zahmet… Testimiz yok, suyumuz gözyaşı.

2250. Gündüzün elbisemiz güneşin ziyâsı… Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı.

Açlığımızdan değirmi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.

Yoksullar, bizim yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.

Sâmirî’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı… Herkes, bizden kaçıyor.

Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize ‘Sus, geber, babalar çıkarasıca’ diyor.

2255. Arap’ın iftihârı, savaş ve ihsândır. Sense Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun.

Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!

İhsân nerede? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarından kan emmekteyiz.

Hele bize misafir gelsin… geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!”

Bir gün Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’da iken, Sâmirî, cemaate buzağı şeklinde bir put yaparak, “Bu sizin ve Musa’nın unuttuğu bir ilâhtır” (Tâ Hâ, 88) demiş ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırmıştır. Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’dan geri döndüğünde kavminin bu hâlini görerek hiddetlenmiş ve Sâmirî’ye, “Defol, senin için dünya hayatında ‘lâ-misâs’ olsun” (Tâ Hâ, 97) yâni, ‘Bana dokunmayın, temas etmeyin’ demek olsun diye bedduada bulunmuştur. Sâmirî, bunun üzerine oradan kaçarak uzaklaşmış ve bir kimseye rastladığı vakit “Lâ-misâs” diye bağırmıştır.

Sâmirî, nefsine uyarak, buzağıdan bir put yapmış ve buzağıyı, yâni dünyayı halkın gözünde ilâhlaştırarak, Hakk’tan uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Hazreti Musa da, onun bu kötü huyundan dolayı, insanlara zarar gelmemesi için, ona bu bedduada bulunmuştur. Ve kavmine dönerek, “Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Onun bilgisi her şeyi kuşatmıştır” diye seslenmiştir. (Tâ Hâ, 98)

Hallâc-ı Mansûr’un, selâm olsun üzerine, bir sözü vardır, der ki: “İnsanın hayatta iki rekât namaz kılması kâfîdir, ancak abdesti kendi kanıyla alması gerektir.” 

“Her an iman ettiği yere teslimiyette duran kişi derviştir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Fakat bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, iman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla gerçek kimliğine ermiş, ölmeden evvel ölmüştür. Fakat insanların kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehâlet içinde ve isyanlar içinde ikiliklerde yaşayarak hayatlarını sürdürmektedirler.”

Hazreti Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, dünya yaşamı ile ilgili bakın ne güzel seslenir bizlere…

“Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fânî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!.. 

Bütün ömrümüzün gecesi siyah, gündüzü aydınlık olarak geçer! Sen, ilâhî nurla daima aydınlık olan bir ömrü ara!.. 

Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bâkî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın! 

Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin görünür. Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar âdî gösterir… 

İşte ‘Lâ’nın mânâsı budur. Ey sığınacak yer arayan, ‘Lâ ilâhe illâ Hu’ işte budur… Ay bile sana kararmış çömlek gibi görünür! 

Âşıkın Allah’tan kazandığı sevap da Allah’tır. Âşıkların neşesi de O’dur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de. Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdâdır. 

Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar. ‘Lâ’ kılıcı, Allah’tan başka ne varsa hepsini keser, silip süpürür. Bir bak hele, ‘Lâ’dan sonra ne kalır? İllallah kalır, hepsi gider. 

Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk! Zaten evvelkiler de O’ydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör.”

Kasîde:

“Ey doğru yolda yürüyen dost, benden bir öğüt duy; ‘Dervişin işi gönül kanı ile başa çıkar, gönül kanı ile elde edilir.’

Bunu iyi bil ve inan ki, Allah gönlü yaralı dervişin duasını duyar, ve kabul eder.

Ne olduğu bir türlü bilinemeyen o padişahı gönlünde bulunca, zenginleştin, azdan çoktan kurtuldun demektir. 

Bu aşk yolunda İsmail gibi kurban ol, sen koyun değilsen bir ermişe bağlan! Ona gönül ver! 

Sen Tebrizli Şems’in havasında yetiştiğin için boş yere şu hamları düşünme, kendi hâllerine bırak!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIV

“Herkesin bildiği üzüm şarabı İsa ümmetinindir. Mansûr şarabı da Muhammed ümmetine mahsustur. Bu şarabın kadehi yoktur. Kadehsiz içilir.” Mevlâna

Bizim coşkunluğumuz gamdan, neşeden değildir; aklımız, irfânımız hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.

Nâdir bulunur bir hâlettendir; inkâr etme ki Hakk’ın kudreti pek büyüktür.

Sen bu hâli insanların ahvâline kıyas etme, cevir ve ihsân menzilinde kalma!

1800. Cevir, ihsân, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hakk onlara vâristir.

Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!

Akl-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.

Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansûr şarabını içmekteyiz.

Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!

1805. Şarap, coşkunlukta bizim yoksulumuzdur; felek, dönüşte aklımızın fakîridir.

Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri balmumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır.

Bu bahis çok uzundur, tâcirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hâle geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Âyet-i kerîmede buyrulur ki: “Semâvat ve arzın mirası Allah’ındır.” (Âl-i İmrân, 180)

Belh şehrinden ayrılacakları vakit, selâm olsun üzerlerine, Yüce Pîr Mevlâna’nın babası Sultan Ulemâ Hazretlerine cemaat bir soru sorar: “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz yâ Sultan Ulemâ?”

Sultan Ulemâ Hazretleri onlara şu cevabı verir: “İn Allah min Allah… Allah’tan geldik Allah’a gidiyoruz; Âdem’den geldik Âdem’e gidiyoruz.”

“Âdem’den maksat insandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “İnsan, bu âlemde Allah’ın kendisine bahşettiği yaşamın sonunda, yine ait olduğu yer olan vatanına, yâni aslına dönecektir. Bizim ruhumuzun vatanı, Sevgilimizin vücududur. Fakat aynı zamanda Sevgilinin de vatanı seveninin vücududur.”

Ulu Ârif Çelebi, selâm olsun üzerine, Dîvân’ında şöyle buyurur: 

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır. 

Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa acizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. 

Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha suresini okumaktadır. 

İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

‘Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!’

Hüsâmeddin Çelebi Hazretleri, efendisi Mevlâna’yı taparcasına severdi, gece gündüz yanından ayrılmaz, Mevlâna’nın dilinden dökülen şiirleri, kasîdeleri, gazelleri kaleme alırdı. Zîrâ, Mesnevî’nin yazılmasına da Hüsâmeddin Çelebi sebep olmuştur. 

Hazreti Mevlâna, “Ruhumun mertebesi” diye hitâb ettiği Hüsâmeddin Çelebi hakkında şöyle bir dil sarfeder: “Ey benim gözümün nuru Hüsâmeddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nuru hemen alsın.”

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme isimli eserinde, Mevlâna ile Hüsâmeddin Çelebi arasındaki muhabbeti, dostluğu şöyle dile getirir:

“Şeyh’in çağında, Şeyh’le, Şeyh’in evinde, gönüldeşti: onunla oturup kalkardı. Arılıkta, vefâda ikisi de solukdaştı: bütün ashâb da gamsız gussasız, sevinçliydi. İkisinin bağışı da herkeseydi; herkes, o ikisinden hem bilgin bir hâle gelmedeydi, hem kulluğa koyulmada. Herkes, aşk bahçesinde ağaçlara dönmüştü; Şeyh’le nâib de o bahçede bahar yeliydi sanki, esip duruyordu. Herkesin fidanı onların suyuyla diriydi; herkes hâl bakımından kavuşmaya erişmişti, güzelleşmişti. Her birine gelir, kadrince, incitmeksizin gelirdi; her birine, lâyığınca lütuflarda bulunulurdu. Her bir ağaca, bir başka şekil verilirdi; her birinin meyvaları şekerden de tatlıydı. Birine o ışıkla hurma verirdi; birine cana canlar katan nar. Melek gibi her biri, burçları geçer, yücelere ağar, yedi göğü aşardı. Böylece beraber olarak on yıl tertemiz, aparı, duru su gibi yaşadılar.”

Kasîde:

“Bana senin akîk renginde olan dudakların gerek; şeker ne işe yarar? Bana senin yüzün gerek; parlak, nurlu yüzün varken ayın bana ne faydası olacak? 

Senin mahmur gözlerin olmayınca şarap bana zevk vermez, beni mest edemez. Sen benim yol arkadaşım olmazsan ben o yolculuğu ne yapayım? 

Senin güneş gibi nurlu olan yüzün olmayınca güneşin ışığı benim ne işime yarar? Gördüğüm sen değilsen bana görüşün, gözün ne faydası vardır? 

Seninle buluşmadıktan sonra ömrün sürüp gitmesinde ne kâr vardır? Sana sığınmadıktan sonra kalkanın ne faydası vardır. 

Gecem kıyamet günü gibi uzadı, gitti. Ama gönlüm sana secde etmek istiyor. Seher vaktini beklememe lüzum var mı? 

Ayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar ne yapabilir? Kuşun başı olmadıktan sonra iki kanadı ne işe yarar? 

Sen benim ruhum olmadıkça ben ruhtan ne elde edebilirim? Sen bana gönül gözü bağışlamadıkça ben bu baş gözünü ne yapayım? 

Dünya bir ağaca benzer. Yaprağı, meyvesi senden biter, senden gelir. Yaprağı ve meyvesi olmayan bir ağaç ne işe yarar? 

Ey gönül; beşeriyet hâlinden, insanlıktan vazgeç de melek ol! Melek huylu olmazsa insanın hayvandan ne farkı vardır? 

Mâdemki haber ona mahrem değil! Hiçbir şeyden haberin olmasın; mest ol kal! Zaten haber vericisi sen olmadıktan sonra, haberden ne fayda beklenir?”