MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIX

“Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sâfâya dalabilirim? Çan sesleri, yükleri bağlayın diye feryâd edip durmakta.” Hâfız-ı Şirâzî

Çalgıcı, Ömer’i görünce şaşırdı. Gitmek istedi, fakat titremeye başladı.

İçinden dedi ki: “Yâ Rabbi, senin elinden el amân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesîb geldi, çattı.”

Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış, çehresini sararmış görünce,

2175. “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hakk’tan müjdeler getirdim.

Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihâyet Ömer’i, senin cemâline âşık etti.

Otur şöyle önüme; uzaklaşmaya kalkışma. Kulağına devlet ve ikbâl âleminden bazı sırlar söyleyeyim.

Tanrı sana selâm söylüyor; hâlini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden ne hâldesin, buyuruyor.

Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!”

2180. İhtiyar, bunu işitince, kendini yerden yere vurup ellerini ısırmaya, elbisesini yırtmaya başladı.

“Ey nâziri olmayan Tanrı! Ziyâde utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmaya koyuldu.

Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihâyet çengi yere çalıp parça parça etti.

Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!

Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemâl sahibine karşı yüzümü kara eden!

2185. İhsân ve vefâ sahibi Tanrı, cefâlarla, suçlarla geçen ömrüme acı!

Tanrı, bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.

Bense bütün o ömrü, her nefeste zîr ü bem perdelerine harcederek yele verdim.

Âh! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.

Eyvâhlar olsun ki kûçek makâmının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.

2190. Eyvâhlar olsun bu yirmi dört makâmın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!

Ey Tanrı, bu feryâd edenin elinden feryâd! Hiç kimseden değil, bu medet isteyenden medet! Şikâyetim, ancak kendimden…

Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak, bana benden yakın olandan medet var.

Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”

Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.

Hazreti Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, bu beyitlerde ‘yirmidört makâm’ buyurmasındaki maksat, musikînin yirmidört makâmı olmakla birlikte, aynı zamanda, gündüz ve geceden oluşan yirmidört saate işârettir. 

Bir insan ömrü, selâm üzerine olsun, Hasan Dede’nin dile getirdiği üzere, “Ömür bir günü andırır; aynen gündüz ve gece gibi…”

Mevlâna’mız, bir kasîdesinde şöyle der: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” 

Biz ne aramalıyız, nasıl aramalıyız?.. Mevlâna’mızın buyurduğu gibi, biz can konağını olan Allah’ı aramazsak, O’nu kendimizde var etmezsek, demek ki, hikâyedeki ihtiyar çalgıcı gibi, ömrümüzü boşa geçirmiş oluruz.

Öyleyse bizleri Allah’a ulaştıracak, O’nun güzelliklerini bizlere yansıtacak bir ayna bulmamız lâzım; yâni mürşid-i kâmili… Ona varıp, onun eteğini tutmalı ve onun kaptanlık ettiği ilâhî aşk denizine kendimizi bırakmalıyız. Çünkü aşk, Hasan Dede’nin buyurduğu gibi, bu yolda yolcuya en hızlı vasıtadır.

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna… “Diri ve faal imam, o velîdir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey yol arayan, Mehdî de odur, Hâdî de o. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrâil’idir.”

Mevlâna’nın çok büyük bir hayrânı olan İbrahim Gülşenî de şöyle buyurur: “Biz, Cenâb-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mâdemki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, dâima O’nu isteyelim.”

“Evet, mâdemki Allah, biz ne istersek onu ihsân ediyor, o hâlde Allah’tan yalnız Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun” der Hasan Dede, “Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.”

‘Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.’

Her varlık Allah’ın kudretiyle diri, fakat malesef çoğumuz kendimizi görmekten O’nu göremiyoruz. Oysa O, bize her şeyi vermiş, sağlık vermiş, geçim vermiş, güzel dostlar vermiş; hattâ en önemlisi, kendini de bize vermiş; O’nun kudretiyle görüyor ve işitiyoruz. O hâlde, çok şükretmemiz ve kendimizi dâima yoklukta tutmamız lâzım.

Kasîde:

“Aşıkların arasına, akıllı biri gelmesin. Bilhassa bizim gönül verdiğimiz o güzelin âşıklarından uzak dursun! 

Akıllılar, âşıklardan uzak olsun. Külhân kokusu, seher vaktinde esen sabah rüzgârından uzaklara gitsin. 

Eğer aramıza akıllı bir kişi gelmek isterse, onu bırakmayın, ona yol vermeyin. Ama bir âşık gelirse, ona hoş geldin, sâfâlar getirdin deyin, yüzlerce merhabalar edin! 

Âşıklar meclisi, bağışlayış meclisidir. Pek tutumlu olan akla uyup, aşkta cimrilik etmek vebâle girmektir. 

Aklın nurundan aşk utanır. Genç yaşta ihtiyar olmak kötü bir hâldir. 

Ey aşık! Vakit geçirmeden âşıklar evine dön gel! Çünkü aşksız ömür geçirmek, ömrü hebâ etmek, boş yere harcamaktır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXV

“Eğer Pîr-i Mugân sana, seccâdeni şarap küpüne daldır, derse; tereddüt etmeden seccâdeni şarap küpüne daldır.” Hâfız-ı Şirâzî

Yüzbinlerce taklit ve istidlâl ehlini, pek cüzî bir vehim, şüpheye düşürür.

Çünkü taklitleri de istidlâlleri de, hattâ bütün kolları, kanatları da zanla kâimdir.

O aşağılık şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepetakla düşerler.

İstidlâlcilerin ayakları tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek kararsızdır.

2125. Sebâtıyla dağları bile hayrân eden ve basîret sahibi olan zamanın Kutbu ise böyle değildir.

Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır, sopa.

Askerin, yâni din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir? Gören padişah!

Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine sezgi sâyesinde.

Dünyada tasavvuf ehli padişahlar olmasaydı bütün körler ölürlerdi.

2130. Körlerin elinden ne ekmek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kâr ve kazanç.

Tanrı, onlara merhamet ve inâyet kılmasaydı onların istidlâl değnekleri hemencecik kırılırdı.

Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı onlara kim verdi? Gören Tanrı?

Sopa, mâdemki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!

O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz.

2135. Ey körler gürûhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!

Sen de sana sopa verenin eteğini tut. Bak bir kere Âdem Peygamber istidlâl ve isyân yüzünden neler çekti?

Musa ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfân sahibi oldu?

Sopa yılan şekllne girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhâr için günde beş kere ilân ederler.

Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hâcet var mıydı?

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, ’Bu mucizeleri, dini izhâr için günde beş kere ilân ederler’ sözündeki maksat, günde beş kere okunan ezanlardır; ezan namaza davettir.

“Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim.

Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim.

Haydin namaza, haydin namaza.

Haydin kurtuluşa, haydin kurtuluşa.

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Allah’tan başka ilâh yoktur.”

Sabah ezanında “Hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra iki defa “Essalâtü hayrün mine’n-nevm – Namaz uykudan hayırlıdır” denir.

Günde beş sefer okunan ezanın sözlerinin derinine indiğimizde, her beş vakitte bir şehâdet getirmekteyiz; fakat düşünmemiz lâzım, bakalım şehâdetimizde yaşıyor muyuz?

Şehâdetin mânasını Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle anlatır: “Şehâdetin mânâsı: Eşhedü en lâ ilâhe illallah; yâni, şehâdet ederim bütün cihan boş, ancak sensin, o Allah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resulûhu; yine şehâdet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim, demektir. İşte sadıkların şehâdeti budur. 

Fakat malesef bugün tekbîr getirerek kardeş kardeşi öldürmektedir. İslâm olmak ne demektir? Muhammedî olmak demektir. O’nun gibi insanlara rahmet olmaya çalışmaktır, lânet değil.”

Nitekim Hazreti Pîr Efendimiz de, şehâdet, yâni şâhit olmak konusunda şöyle buyurmaktadır: “Neden ezel hakiminin mahkeme koridorlarında susup duruyoruz? Biz buraya davranışlarımızla şâhitlik etmeye gelmedik mi? Neden Hazreti Muhammed’in emirlerine uyarak, insan gibi yaşayarak şâhitliğimizi, kulluğumuzu yerine getirmiyoruz?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun, bir hadîs-i şerîfinde, “Beş vakit namaz, insanın kapısının önünden akmakta olan ve her gün beş kere içine dalınıp yıkanılan nehir gibidir” diye buyurur.

Namazın hakîkati hakkında, Yüce Pîr Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh’de bakın nasıl bir dil sarfeder: “Namazın canı namazdan üstündür. Namazın canı imandır. İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi caizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiçbir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi…” 

Namaz kılmak kabullenmektir. Peki neyi, kimi kabullenmektir? Erkânın sahibini, kâinatın nuru Hazreti Muhammed Efendimizi…

Hasan Dede, “Namazsız olunur, fakat imansız olunmaz. Namazın hakîkati imandır. Fakat malesef toplum âdet yerini bulsun diye, Allah’a borç ödemeye namaz kılmaktadır” der, “Namaz kılanın gönlünde Hazreti Muhammed yok ise, o namaz da yoktur, boşuna kılınmıştır. Düşünecek olursak Allah’ın bizim namazımıza ihtiyacı var mıdır? Yoktur. Ama bizim Allah’a ihtiyacımız var. Bizim Allah’a yönelmemiz lâzım, Onu bilmemiz lâzım, kendimizde ruh etmemiz, nur etmemiz ve öyle yola koyulmamız lazım.

Tasavvuf ehli, namaza durur durmaz Hazreti Muhammed’i düşünür, kalbinde en güzel yeri ona verir. Namazda ağlar inler, beni o güzel cemâlinden mahrûm etme, bilerek bilmeyerek yaptığım hatalarımı affeyle diyerek onunla konuşur. Hep bu dünyaya ait isteklerde bulunmaz, dünyayı namazına sokmaz. Çünkü namaz mîraçtır, Resulallah ile temiz bir görüşmedir.

Bakın, namazda secdeye vardığımızda üç sefer, ‘Sübhâne Rabbiye’l-âlâ’ diyoruz. Bunun mânâsı nedir? Allah’ım senden güzel yok, senden âlâ yok, demektir. Mâdem ki, O’ndan güzel yok, O’ndan âlâ yok ve mâdem ki, senden gören O, senden duyan işiten O, senden dua eden, söyleyen O… o hâlde şimdi yüzümüzü secdeden kaldırdığımızda yine O’nun gözüyle bakalım etrafımıza, O’nun güzelliklerini dile getirelim, O’nunla çıkalım yola, O’nun dışına çıkmayalım.

İnsan aradığı ‘Kudret Sahibi’ni kendinde bulmalıdır. Allah, bizleri sevgi için, sevmek için yaratmıştır. Allah’ın en büyük mucizesi, sizsiniz, sizlersiniz…”

Kasîde:

“Nurlarla dolu olan o güzel gözler sevgilinin bakışı ile mest olmuş. Gözyüzü bile o gözler yüzünden tir tir titremededir. 

Bilhassa Hakk’ın huzurunda el bağlayıp namaza durduğu zaman, kendisine ihsân edilen nur, meleklerin de, insanların da kıblesi olmuştur. 

O güzel varlığın yüzünde ilâhî nurun göz kamaştırıcı bir şekilde parladığı anda, onun ayaklarına başını koymayan, benlik yüzünden ona secde etmeyen kişinin özü gerçekten de şeytandır!

O anda o güzel yüzde ilâhî bir nur görmeyen kişi, cansız bir beden gibidir. Şeytandan da aşağıdır. 

Onun nurlu yüzü, erlerin kıblesidir. Eğer sen de er isen onun heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere ser! 

Elini sinenden çek! Ne diye şaşkın şaşkın bakıp duruyorsun? O anda sevinerek ona canını ver! Zaten isteyen de odur. 

Aklını başına al da neyin var neyin yoksa hepsini suya at! O aşk suyundaki ateşle onları temizle! Çünkü onun yüzünün ateşi, âb-ı hayatın bile secde ettiği yerdir.”