“Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sâfâya dalabilirim? Çan sesleri, yükleri bağlayın diye feryâd edip durmakta.” Hâfız-ı Şirâzî
Çalgıcı, Ömer’i görünce şaşırdı. Gitmek istedi, fakat titremeye başladı.
İçinden dedi ki: “Yâ Rabbi, senin elinden el amân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesîb geldi, çattı.”
Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış, çehresini sararmış görünce,
2175. “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hakk’tan müjdeler getirdim.
Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihâyet Ömer’i, senin cemâline âşık etti.
Otur şöyle önüme; uzaklaşmaya kalkışma. Kulağına devlet ve ikbâl âleminden bazı sırlar söyleyeyim.
Tanrı sana selâm söylüyor; hâlini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden ne hâldesin, buyuruyor.
Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!”
2180. İhtiyar, bunu işitince, kendini yerden yere vurup ellerini ısırmaya, elbisesini yırtmaya başladı.
“Ey nâziri olmayan Tanrı! Ziyâde utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmaya koyuldu.
Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihâyet çengi yere çalıp parça parça etti.
Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!
Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemâl sahibine karşı yüzümü kara eden!
2185. İhsân ve vefâ sahibi Tanrı, cefâlarla, suçlarla geçen ömrüme acı!
Tanrı, bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.
Bense bütün o ömrü, her nefeste zîr ü bem perdelerine harcederek yele verdim.
Âh! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.
Eyvâhlar olsun ki kûçek makâmının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.
2190. Eyvâhlar olsun bu yirmi dört makâmın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!
Ey Tanrı, bu feryâd edenin elinden feryâd! Hiç kimseden değil, bu medet isteyenden medet! Şikâyetim, ancak kendimden…
Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak, bana benden yakın olandan medet var.
Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”
Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.
Hazreti Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, bu beyitlerde ‘yirmidört makâm’ buyurmasındaki maksat, musikînin yirmidört makâmı olmakla birlikte, aynı zamanda, gündüz ve geceden oluşan yirmidört saate işârettir.
Bir insan ömrü, selâm üzerine olsun, Hasan Dede’nin dile getirdiği üzere, “Ömür bir günü andırır; aynen gündüz ve gece gibi…”
Mevlâna’mız, bir kasîdesinde şöyle der: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.”
Biz ne aramalıyız, nasıl aramalıyız?.. Mevlâna’mızın buyurduğu gibi, biz can konağını olan Allah’ı aramazsak, O’nu kendimizde var etmezsek, demek ki, hikâyedeki ihtiyar çalgıcı gibi, ömrümüzü boşa geçirmiş oluruz.
Öyleyse bizleri Allah’a ulaştıracak, O’nun güzelliklerini bizlere yansıtacak bir ayna bulmamız lâzım; yâni mürşid-i kâmili… Ona varıp, onun eteğini tutmalı ve onun kaptanlık ettiği ilâhî aşk denizine kendimizi bırakmalıyız. Çünkü aşk, Hasan Dede’nin buyurduğu gibi, bu yolda yolcuya en hızlı vasıtadır.
Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna… “Diri ve faal imam, o velîdir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey yol arayan, Mehdî de odur, Hâdî de o. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrâil’idir.”
Mevlâna’nın çok büyük bir hayrânı olan İbrahim Gülşenî de şöyle buyurur: “Biz, Cenâb-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mâdemki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, dâima O’nu isteyelim.”
“Evet, mâdemki Allah, biz ne istersek onu ihsân ediyor, o hâlde Allah’tan yalnız Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun” der Hasan Dede, “Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.”
‘Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.’
Her varlık Allah’ın kudretiyle diri, fakat malesef çoğumuz kendimizi görmekten O’nu göremiyoruz. Oysa O, bize her şeyi vermiş, sağlık vermiş, geçim vermiş, güzel dostlar vermiş; hattâ en önemlisi, kendini de bize vermiş; O’nun kudretiyle görüyor ve işitiyoruz. O hâlde, çok şükretmemiz ve kendimizi dâima yoklukta tutmamız lâzım.
Kasîde:
“Aşıkların arasına, akıllı biri gelmesin. Bilhassa bizim gönül verdiğimiz o güzelin âşıklarından uzak dursun!
Akıllılar, âşıklardan uzak olsun. Külhân kokusu, seher vaktinde esen sabah rüzgârından uzaklara gitsin.
Eğer aramıza akıllı bir kişi gelmek isterse, onu bırakmayın, ona yol vermeyin. Ama bir âşık gelirse, ona hoş geldin, sâfâlar getirdin deyin, yüzlerce merhabalar edin!
Âşıklar meclisi, bağışlayış meclisidir. Pek tutumlu olan akla uyup, aşkta cimrilik etmek vebâle girmektir.
Aklın nurundan aşk utanır. Genç yaşta ihtiyar olmak kötü bir hâldir.
Ey aşık! Vakit geçirmeden âşıklar evine dön gel! Çünkü aşksız ömür geçirmek, ömrü hebâ etmek, boş yere harcamaktır.”