MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXX

Ömer’in -Tanrı ondan razı olsun- ihtiyar çalgıcının nazârını varlık âlemi olan ağlamaktan mestlik âlemi olan istiğrâk âlemine çevirmesi.

2195. Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delâlet eder.

Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günâhtır.

Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Tanrı’ya perdedir, geleceğin de.

Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?

Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.

2200. Sen, kendi tarafından tavâf edip durdukça nasıl tavâfta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?

Haberlerin, haber vericiden bîhaberdir; tövbe günâhından beterdir.

Ey geçen hâllerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gâh zîr nağmesini kıble edinirsin; gâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.”

Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı.

Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi.

Mürşid-i kâmilin huzurunda bulunan, onun güzel nefesleriyle hakîkatlere vâkıf olan müridin canı dirilir; sıkıntı ve hüzünlerden, geçmiş ve gelecek kaygısından kurtulur, varlık âleminden mestlik âlemine adım atar ve Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, “Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vaktin oğludur. ‘Yarın’ demek yol şartlarından değildir” diye buyurduğu üzere, ânda yaşamaya başlar.

‘Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?’

Yüce Pîr Mevlâna’mız, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle seslenir: “Biz kendimizi tamamiyle dünya işlerine verdik. Birçok isteklere, emellere düştük. Hep dünya için çalışıyoruz; servet, şöhret, yüksek mevkî hırsıyla didinip duruyoruz. Bu yüzden de kederden, sıkıntıdan kurtulamıyoruz. Gamlardan, kederlerden kurtulmak için eşe, dosta sarıldık. Eğlencelere kapıldık. Ey def! Sen bizim şu hâlimize candan, gönülden feryâd et! Ey ney sen de ağla, inle!”

Bu yolda, yılmadan çalışıp çabalayan yolcu, aşkı ve imanı sahi ise gün gelir mutlaka varmak istediği yere ulaşır.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bir karıncadan misâl vererek şöyle bir hikâye dile getirir: “Bir karınca niyet etmiş Hacca gidecek, ona demişler, sen bu hâlinle nasıl varırsın Hacca? Karınca da demiş, bir kervan Hacca gidiyor ya, ben de o kervanda birinin heybesine takılırım, onlarla belki Hacca varırım… Bizler de ne kadar kendimizi doğru yola sevketmeye çalışırsak, bakarsın belki bir gün bir yerlere varırız.”

‘Sen, kendi tarafından tavâf edip durdukça nasıl tavâfta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?’

Hakîki Kâbe gönüldür, yâni mürşid-i kâmildir, çünkü o gönül tamircisidir, yıkık gönülleri tamir eder; hakîki tavâf ise, onun etrafını tavâf etmektir, yâni onun ilmine, feyzine ve muhabbetine nâil olup, gönül sahibi olmaktır. Âcizâne, bundan daha üstün bir tavâf da yoktur.

Nitekim Hazreti Pîr, gönül hakkında şöyle buyurur: “Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavâf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür! Cenâb-ı Hakk, görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.”

“Gönül çok mukaddes bir varlıktır” der Hasan Dede, “Fakat gönül dediğin bostanda bitmez, çarşıda satılmaz, her kula da nasîb olmaz. Bütün dâvâ gönüller sultanı Hüdâvendigâr Mevlâna’nın yolunda yürümektir. Bizim yolumuz âriflerin yoludur; irfâniyettir. İnsanı insana bildirmektir, insanı Hakk’a ulaştırmaktır, çünkü insan yaşar ve yaşatır.”

Kasîde:

“Ey gönül! Kendine gel; ‘Zahmet çekmeye gücüm kuvvetim yok!’ deme! Kendi saçma görüşlerinden vazgeç; sen, güçsüz değilsin! 

Herkesin zahmetini bol bol çekiyorsun da, sende bulunan gizli hazineyi aramak zahmetine katlanmıyorsun! Bu; tembelliktir, hasisliktir, aşağılıklıktır! 

Gönlünde ne varsa, o, senin sözünde, feryâdında gizlenmiştir! Onlar; sözünle, feryâdınla meydana çıkarlar ve derlenir toplanır, kıyâmeti koparırlar! 

Müridin canı da, gönlü de, benlik ve bizlik şehvetinden, ancak Senin tertemiz denizinden başka bir şeyle temizlenmez. 

Günâh işlemekten çekinenler, temiz gönüllü kişiler, sabah akşam çölde yol alırlar, Kâbe’ye gitmek isterler! Hâlbuki Kâbe, onları ziyaret etmek için onlara doğru gelir, onları karşılar! 

Ruh, ona secdeye kapanır, onun varlığına şükürler eder! Allah’ım! Ruh, Sana ibâdette baş olmuştur, yücelmiştir! 

Güneş gibi gülüşündeki lûtfa, kereme, zerre zerre her şey, bir başka çeşit şehâdette, tanıklıkta bulunur! 

Herkes, her şey, Sen’i arıyor; Sen’in mahallende itikâfa girmiş, Sen’in kereminin, lütfunun Kâbe’sine yüzlerini dönmüşler, ibâdet ediyorlar! 

Bazen çeng gibi, kapının önünde Sana rükû etmekte, bazen ney gibi, Senin nefesinin ümidi ile kamet getirmektedir! 

Yeter ey akıl! Artık, bu hüzünlü feryâdı bırak; acıklı hikâyeyi söyleme! Cesur olan her gönül, konuşarak değil, susarak hakîkatin kokusunu alır!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLX

Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu.

O, öyle bir çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hâllere düşüyorlardı.

2070. Gönül kuşu, onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.

Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.

Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.

Onun cana can katan lâtif sesi, kart eşeğin sesine benzedi.

Zaten hangi hoş vardır ki nâhoş olmamıştır? Yâhut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.

2075. Ancak sûrun üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibâret olan yüce azîzlerin sesleri, bundan müstesnâdır; onların sesleri bâkîdir.

Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.

Her fikrin, her sesin kehribârı o gönüldür. İlhâm, vahîy ve sır lezzeti yine o gönülden ibârettir.

Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde birçok defa dile getirdiği bir şiiri vardır, şöyle seslenir:

“Az yaşa çok yaşa, âkibet bir gün gelecek başa. 

Bu dünya bir değirmen taşıdır, dâim döner. 

İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. 

Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile, 

Dünya durdukça yaşam sürer.”

Ve gençlik ve zaman hakkında, “Bozulmayan, çürümeyen ve rengi değişmeyen, daima genç ve ter ü taze olan bir şey varsa, o da Allah’tır” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Bir dost dedi ki: Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasî ve velî olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır… Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir. 

Peygamber Efendimize bir soru sordular: ‘Yâ Resulallah, kâinat henüz yaratılmamışken Allah ne idi ve nerede idi?’ 

Peygamber Efendimiz cevap olarak şöyle buyurdu: ‘Allah vardı ve bu kâinat henüz ortada yokken yine vardı; kâinat yaratılmamışken bile onu gören ve bilen bir Allah vardı.’ 

Cenâb-ı Ali Keremallahu Veche Efendimiz de, ‘Aynen şu anda da böyledir’ dedi. 

Allah dışında hiçbir varlık yoktur. Bizden de dile gelen kendisidir. Allah, her zaman kemâlatıyla çıkar, olgunluğuyla çıkar ve kiminle dile gelir? Bir insan-ı kâmille dile gelir. 

Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yâni insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve varolmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz.”

Kâinat her gün kendisini yeniler durur. Fakat aşka gelince; âşıkta zaman mevhûmu yoktur. Çünkü âşık kendinden geçmiştir, onun her zerresini iman ettiği yer, yâni sevgilisi sarmıştır. Onun için gündüz olmuş, gece olmuş farketmez, her anında her nefesinde sevgilisiyle birliktedir. Sevgilisiyle öyle güzelliklere dalmıştır ki, bir an dahî o güzelliklerin dışına çıkmak istemez. İsmi âşıktır, fakat mâşukta yokolup gitmiştir. Aslında gönül âleminde ne âşık vardır ne mâşuk, sadece aşk vardır. Aşk ise ölümsüzdür, dâima gençtir.

Hazreti Muhammed Efendimizin mîracını örnek verecek olursak; Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, mîraçtan indikten sonra, ona “Allah’ı nasıl gördün?” diye sordular; Hazreti Peygamber Efendimiz, “Allah’ı nâmütenâhi bir güzellikte, şâbb-i emred sıfatında, yâni genç bir çocuk sıfatında gördüm; yaşı onyedi idi” diye cevap vermiştir.

‘Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, şöyle der: “Genç ve ter ü taze tâlihe Pîr adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pîrdir ki ibtidâsı yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esâsen kuvvetlidir, hele ‘Min ledün’ şarabı olursa…”

Kasîde:

“Şu anda öyle mestim, öyle kendimden geçmişim ki, Havvâ’yı Âdem’den ayırdedemiyorum. 

Deniz, benim coşkunluğumdan dalgalandı, köpürdü. Dünya, beni mest bir hâlde görünce o da mest oldu. 

İçtiğim şarap nasıl bir şaraptır ki, cellat onu içince mest olmuş, kendinden geçmiş, insan başı kesemez olmuş da dünya artık yastan, mâtemden kurtulmuş. 

Bu şarap haram değildir. Helâl içinde helâldir. Helâlin ta kendisidir. Allah küpünden verilen şarap haram olamaz. 

İhtiyar felek, bu genç şaraptan içseydi beli bükülmezdi. 

Eğer yeryüzü bu şaraptan içseydi, bulutlardan yağmur dilenmezdi. 

Eğer dünyada sır saklayan mahrem bir dost bulunsaydı, akılsız gönül, bu sırrı ona açıklardı. 

Eğer ayağınız sağlam olsaydı, bu şarap sizi balçıktan çeker, çıkarırdı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLIV

“Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır.” Mevlâna

O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan melâhat kazanmış, o yüzden melîh sözü fâsih olmuştur.

2000. Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul!

Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerde senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerde önü sonu düşünen can?

Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrûmsun.

Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nuranî olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.

Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pak padişahın nuruyla aç!

2005. Sen mâdemki zâhirî önü, sonu düşünmektesin… Ancak ve ancak bu gam ve neşe âlemindesin. 

Ey hakîkatte yok olan! Yok olan, nerde ön, nerde son?

Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil, Tanrı yağmurlarından.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle sesleniyor: “Herkes yarasına tuz ekilince feryâd eder. Bense onun tuzluğundan uzakta kaldığımdan ötürü, gönül yaram onun tuzundan mahrûm kaldığı için feryâd ediyorum.”

Hazreti Pîr, bu beyitinde tuzdan misâl vererek, zâhîri ve bâtıni görüşe işaret eder, zîrâ O, Hazreti Muhammed’in bendesi olarak, O’nun dışında bir nefes dahî almış değildir.

Tuzdan maksat, Hakîkat-i Muhammedîye’dir. O tuza gark olan, erir gider; onun için ne ön kalır ne art, ne alt vardır, ne üst…

Nitekim bir başka kasîdesinde şöyle buyurur: 

“Senin ayağını bastığın toprağın tozu, bizim gözümüze sürmedir; senin derdin, gönüle rahatlık getirir! Ey insan yaratan padişah; Senin eşin, benzerin yoktur! 

Seni tanıdığımdan beri tuz gibi eridim; zaten ben, zandan ve şüpheden ibâretim! Zan ve şüphe, insan ‘yakîn’e, yâni tam imana ulaşınca yok olur gider!..

Aşk, Senin yüzünden can gibi olmuştur; akıl, Senin yüzünden okumaya başlamıştır! Mâden de, mekân da Senin kırıntılarını aramadadır! Deniz bile Senin yüzünden inci taneleri devşirmededir! 

Senin mestin olan boşboğazdır, söylenip durur! O, iki dünyadan da usanır! Aşık, Senin peygamberin olmuştur; her yerin baş tacıdır!”

İnsan, zâhirî görüşe sahipse, daima zan ve şüphe içindedir, mekâna tâbîdir; oysa zandan ve şüpheden kurtulan kişinin bakışı bâtına, yâni cana yöneliktir, ârifânedir; onların meskeni cihetsiz olan gönül âlemidir, aradıkları o yâri gönüllerinde bulmuşlardır.

Kıyısı olmayan ummân Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bakın ne güzel dile getirmiş bir şiirinde…

“Sevgilim canan olur bu gönülde. 

Yanmayız yakarız cihanı biz, 

Görürüz her adımda asumânı biz. 

Pîr aşkına dem hazanını, 

Severiz yâr ile cem baharını. 

Doldur ey Hasan kaplarını, 

Hakk aşkına aç kapılarını, 

Niyâz eyle yüce Pîr Sultanını, 

Kendinde bul sen Mevlâna’yı…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIX

“Gönül dediğin bostanda bitmez, pazarda satılmaz, her kula da nasîb olmaz.” Hasan Dede

712. Bu cisimde mânâsız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.

713. Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.

714. Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah ü figâna düşmemek için önce bir kere muayene et.

715. Eğer tahtadansa, yürü… başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!

716. Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundadır. Onları görmek, size kimyâdır.

717. Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir; bilen âlemlere rahmettir.

718. Nar alıyorsan gülen narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.

719. O ne mübârek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

720. Mübârek olmayan gülme, lânetin gülmesidir. Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.

721. Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.

722. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.

723. Temizlerin muhabbetini ta canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.

724. Ümitsizlik diyârına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var.

725. Gönül, seni gönül ehlinin diyârına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.

726. Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren!

Hasan Dede şöyle bir menkîbe dile getirir…

“Bir gün Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Hüsâmeddin Çelebi ve Sultan Veled, hepsinin selâm olsun üzerlerine, bir zenginin evine davet ediliyorlar. E şimdi davete icâbtır gidilsin. Yola koyuluyorlar gidiyorlar. 

Bir fakir de, ancak günlük kazancını elde ediyor, fazla bir kazancı yok. Onları kapısının önünden geçerken görür görmez hemen duygulanıyor ve o duyguyla içeri giriyor. Hanımı onun bu hâlini görünce diyor ki, ‘Efendi, yüzündeki bu duygusal ifâde nedir? Neye duygulandın? Ne geçti gönlünden, aklından?’

‘Ah hanım’ diyor, ‘şimdi kapımızın önünden Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebi geçtiler, filân ağanın evine davete gittiler. Gönlümden geçirdim, benim de biraz dünyalığım olsaydı, onları çağırırdım. Onlar konuşurdu, biz de onların muhabbetlerini dinleyip inciler toplardık.’

Hanımı da çok temiz kalpli olduğu için, ‘Efendi’ diyor, ‘bu akşam yemek yemeyelim, yarın sabah da kahvaltı yapmayalım, öğlen yemeğini de yemeyelim. Bunları toplayalım. Dönüşte Mevlâna’yla, Şems-i Tebrizî’yi görür görmez davet et yarın akşama, biz de olanları çıkarırız önlerine.’

‘Tamam’ diyor adam. Oruca giriyorlar karı koca…

Şimdi gelelim Şems’le Mevlâna’ya ve Sultan Veled’le, Hüsâmeddin Çelebi’ye… Ağanın evinde ağırlanıyorlar. Fakat ağa misafire söz bırakmıyor. Şu kadar hizmetkârlarım var, şu kadar hayvanlarım var, şu kadar tarlalarım var, başlıyor sayıklamaya.

Çorbalar geliyor, buyur ediyor, fakat Mevlâna kaşığını götürüyor ama almıyor çorbayı. Çünkü geçmez boğazından öylesinin çorbası. Hepsi aynısını yapıyorlar. Ağanın adamları yiyor. Arkasından baklava geliyor, onu da ağanın adamları yiyorlar. 

Yemeğin sonunda dönüp Mevlâna’ya diyorlar, ‘Ya Mevlâna, bir dua yapar mısın?’

Mevlâna diyor ki, ‘Çorba tasından, baklava tepsisine kadar bütün kapları getirin.’

Getiriyorlar. Kısa bir dua yapıyor, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne kadar mal mülk verdiysen, bir misli daha da fazla ver, ama muhabbetini verme.’ Çıkarıyor hırkasından elmasını, çorba tasına, yemek sahanlarına, hepsine dokunduruyor. Bütün kaplar altın haline geliyor.

‘Bize müsaade’ diyor Mevlâna, çünkü artık sıkılmışlar, paradan puldan, maldan mülkten muhabbet etmekten, kalkmışlar.

Yolda giderken, bekliyor onları şimdi, insanlığa saygı duyan fakir, çıkıyor önlerine, selâm veriyor. Şems-i Tebrizî, Mevlâna, hepsi selâmını alıyorlar. Fakir davet ediyor onları. Mevlâna, ‘Kısmet’ diyor, ‘yarına varsak sende misafiriz.’

Kalkıyorlar yarın akşam aynı saatte fakirin evine misafir oluyorlar. Hanımı da beyi de ayakta karşılıyorlar, hâl hatır soruşuyorlar. Sonra ağızlarını mühürlüyorlar, hiiç konuşmuyorlar. Mevlâna, Şems’e bakıyor; Sultan Veled Hüsameddin’e bakıyor. Sofra kuruluyor. Mevlâna ev sahiplerini de buyur ediyor sofraya. Adam, ‘Biz’ diyor, ‘lokma etmiştik, tokuz, buyrun siz yiyin.’

Allah ne verdiyse lokma ediyorlar, sofrayı kaldırıyorlar. Bir giriyorlar muhabbete Şems-i Tebrizî ile Mevlâna, başlıyorlar incileri dökmeye. Ev sahibiyle hanımı hem dinliyorlar hem gözyaşları döküyorlar. Artık sabah ezanları okunuyor, muhabbet o zamana kadar uzuyor.

Şems-i Tebrizî dönüp Mevlâna’ya, ‘Ya Hüdâvendigâr’ diyor, ‘bir dua da burda yap.’

Kaldırıyor ellerini Mevlâna, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne fazla ver ne eksik, bunu bu karar bırak.’ ‘Amin’ diyorlar, sonra müsaade isteyip kalkıyorlar. 

Yolda şimdi soruyorlar Mevlâna’ya, ‘Sen zengine öyle bir dua yaptın, bir de elmas vurdun kaplarına, kapları altına çevirdin. Bu zâtın hiçbir şeyi yok, oruç tuttular bize bir sofra kurmak için. Kalkıp dedin duada, Allah’ım bu zâtı bu karar bırak, ne fazla ver ne eksik. Neden böyle bir dua yaptın?’

İşte Mevlâna şu cevabı veriyor, ‘Yaratıcıdan isteseydim malk mülk, korkardım gözü gönlü kaçmasın mala. Deseydim, bunu da al bu zâttan, korkardım Allah’ı benden daha çok sevecek… Bu yüzden duayı bu şekil yaptım.’

Bizim bulunduğumuz yol teferruat yolu değildir, gönül yoludur. Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bizden ne can ister ne mal ister. Onun bizden istediği tek bir şey vardır, o da gönüldür…”