Tavşanın, av hayvanlarına “Arslan kuyuya düştü” diye müjde götürmesi.
1338. Tavşan kurtulduğuna sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu.
1339. Arslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru, döne oynaya gitmekteydi.
1340. Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş; el çırpmakta; dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.
1341. Dallar, yapraklar, toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi, arkadaşı olurlar.
1342. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın ta üstüne çıkar.
1343. Her meyve ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder.
1344. Bizim aslımızı, ihsân sahibi Tanrı yetiştirdi de, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi.
1345. Su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde,
1346. Tanrı aşkının havasında raksederler; ayın ondördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler.
1347. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma! Tamamiyle can olanlara gelince onları hiç sorma!
1348. Tavşan, arslanı zindana soktu. Arslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı.
1349. Böyle bir ayıba sahip olduğu hâlde şaşılacak şey şudur ki bir de kendisine Fahreddin lâkâbını takmalarını ister!
1350. Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir arslansın. Tavşan gibi olan nefsin, seni nasıl kahretti?
1351. Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve sefâ etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münâkaşa kuyusunun dibindesin!
1352. O arslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “Birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi.
1353. Müjde, ey zevk ü sefâya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiği cehenneme gitti.
1354. Müjde! Tanrı, o can düşmanının dişlerini söktü! Pençesiyle nice başlar ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü, gitti” dedi.
Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Derviş Tanrısal olmalı, her şeyden münezzeh olmalı, ben Tanrı’yım diyebilmeli…” diye buyurur, fakat devamında da, “İyi amma uzatma” der, “çok çok sevgiler yüzünden yok olmadın, ölmüyorsun… Yok olursan, ölürsen o zaman onun varlığıyla var olursun, onunla dirilirsin. Böyle oldun mu da varlığa bey kesilirsin, sultan olursun, bengisuya dalarsın, ebedîlik mülkünü elde edersin…”
Nitekim bir şiirinde de şöyle seslenir bizlere…
“Beri gel, daha beri, daha beri.
Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?
Bu hır gür, bu savaş nereye dek?
Sen bensin işte, ben senim işte.
Ne diye bu direnme böyle, ne diye?
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,
ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?
Zengin yoksulu hor görür, ne diye?
Sağ soluna yan bakar, ne diye?
İkisi de senin elin, ikisi de,
peki, kutlu ne, kutsuz ne?
Topumuz bir tek inciyiz, bir tek.
başımız da tek, aklımız da tek.
Ne diye iki görür olup kalmışız
iki büklüm gökkubbenin altında, ne diye?
Sen habire gevele dur bakalım,
habire ‘usul boylu birlik çam ağacı’ de,
sonu nereye varır bunun, nereye?
Şu beş duyudan, altı yönden
varını yoğunu birliğe çek, birliğe.
Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,
insanlara karıl, insanlara,
insanlarla bir ol.
İnsanlarla bir oldun mu bir mâdensin, bir ulu deniz.
Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dâne.
Erkek arslan dilediğini yapar, dilediğini.
Köpek köpekliğini eder durur, köpekliğini.
Tertemiz can canlığını işler, canlığını.
Beden de bedenliğini yapar, bedenliğini.
Ama sen canı da bir bil, bedeni de,
yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,
hani bademler gibi, bademler gibi.
Ama hepsindeki yağ bir.
Dünyada nice diller var, nice diller,
ama hepsinde anlam bir.
Sen kapları, testileri hele bir kır,
sular nasıl bir yol tutar, gider.
Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,
can nasıl koşar, bunu canlara iletir…”
“Akıl, ona derler ki gece gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düşüncelere dalar, çalışır çabalar, kıvranır durur, kararsız bir hâle düşer” der Mevlâna, “Akıl, pervâneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervâne, kendini muma vurur, yakar, helâk olur gider; fakat pervâne de ona derler ki o yanıştan zarar görse, elemlere düşse bile muma dayanamasın; kendisini atsın gitsin. Bir yaratık olsa da pervâneye benzese, fakat mumun ışığına dayansa, kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervâne değildir. Pervâne de kendisini mumun ışığına vursa da o ışık pervâneyi yakmasa ona da mum demezler. Şu hâlde Tanrıya dayanan, ona ulaşmak için çalışıp çabalamayan kişi, insan değildir; fakat Tanrı’yı anlar bilirse, o bilinen anlaşılan da Tanrı değildir. İnsan ona derler ki çalışıp çırpınır, Tanrı’nın ululuk ışığının çevresinde rahatı, kararı kalmaz.Tanrı da odur ki insanı yakar yandırır, yok eder gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz.”