MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLVIII

“Benim için her şey Sen’sin; bana bir de Sen’sin, bin de Sen’sin, Sen!..” Mevlâna

Âdem evlâdına, esmâsını bizzât gösterdi; diğer mevcûdata esmâ, Âdem’den açıldı.

Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan… şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!

Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibidir.

1940. Mustafa, “Beni görene, benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.

Bir mumdan yanmış olan çerağı gören, yakînen; o mumu görmüştür.

Bu tarzda o mumdan yakılan çerağdan başka bir çerağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve tâ yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikâl etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.

İstersen o nuru, son çerağdan al, istersen ilk çerağdan… hiç fark yok.

Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Dünyada ve ahirette, Hazreti İsa’ya, benden evlâ ve yakın hiçbir kimse yoktur. Benim ile onun arasında başka bir nebî de gelmedi. Bütün Enbiyâullah, bir babanın evlâdıdırlar. Lâkin, anaları ayrı olsa da dinleri birdir.”

“Hazreti Âdem’den bu yana ne kadar Peygamber geldiyse bu âleme, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla gelmişlerdir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve Hazreti Muhammed Efendimizin nübüvveti giydiğinde insanlık âlemine nasıl seslendiğini şöyle anlatır: “Hazreti Muhammed, kırk yaşlarında nübüvveti giydiği zaman, ‘Hem Musa ümmetine, hem Davud ümmetine, hem de İsa ümmetine kucak açmaya geldim. Bütün âleme rahmet olarak geldim’ dedi, ayırım yapmadı.”

Yüce Pîrimiz Hazreti Mevlâna da, selâm olsun üzerine, Hazreti Muhammed Efendimizin bu sözüne dayanarak şöyle buyurur: “Her ne isen yine gel, ister kâfir ol, istersen putperest ol, istersen yüzlerce sefer tövbeni bozmuş ol, yine gel. Burası umut kapısıdır, umutsuzluk kapısı değil, yine gel…” 

Hazreti Mevlâna, bütün peygamberleri, yâni yüzyirmidörtbin peygamberin hepsini birlemiştir ve hepsine ‘Ahmed’ diye hitâb etmiştir. 

‘Ahmed’ ismi, Hazreti İsa tarafından Hazreti Muhammed’e verilmiştir. Hazreti İsa demiştir ki: “Benden sonra bir prens gelecek bu âleme, ismi: Ahmed. Ona kim yetişirse benim selâmımı söylesin ve beni O’nun ümmetinden saysın.” 

Yâni, Hazreti İsa, bu beyânıyla, daha hayattayken Hazreti Muhammed’e biâd etmiştir.

‘Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan… şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!..’

Hasan Dedemiz ne güzel buyurur: “10 yazarsın ‘1’çıkar öne, 100 yazarsın ‘1’ çıkar öne, 1000 yazarsın yine ‘1’ çıkar öne… Sen o ‘1’i buldun mu, hepsini buldun demektir. Misâl olarak önünde 1000 tane mum var diyelim, sen kendindeki mumu ister baştaki mumdan, ister sondaki mumun ışığından yak; ama bunun için gerilere gitmeye gerek yok, sana yakın olan mumun ışığından yakman daha doğru olur, mantıklı olan budur; çünkü onlar sayıda fazla görünseler bile onların ışıkları yine o ‘1’dendir.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın şu şiiri ne de güzeldir…

“Bugün Ahmed benim, 

ama dünkü Ahmed değil. 

Bugün Ankâ benim, 

ama yemle beslenen kuşcağız değil. 

En’el-Hakk kadehiyle bir yudum içen sızdı, 

Tanrılık şarabından. 

Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım. 

Ben, sultanların aradığı sultan, 

ben hacetler kıblesiyim, 

gönlün kıblesiyim ben. 

Ben cuma mescidi değilim, 

insanlık mescidiyim ben. 

Ben saf aynayım, 

sırım dökülmemiş, paslanmamışım. 

Ben kin dolu bir gönül değilim, 

Sînâ dağının gönlüyüm ben. 

Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum, 

benim sarhoşluğumun sonu yok. 

Tarhana çorbası içmem ben, 

can yemeği yerim, içerim can şerbeti. 

İşte sararttı seni bir gümüş bedenlinin özlemi, 

altın hâline geldin artık. 

Sen altına aşıksın, altın benim rengime aşık. 

Gönlü saf sufîyim ben, benim tekkem âlem, 

medresem dünya benim, değilim abalı sufîlerden. 

İster yakarış eri ol sen, meyhâne eri istersen, 

bundan sanki ne çıkar? 

Yok cumartesiymiş, yok cumaymış,

bence ne farkı var? 

Gerçeğin tadını alan er, ne altına aldırış eder, 

ne kalendar tacına bakar. 

Ne tasası vardır, ne kini. 

Ey Tebriz’li Hakk Şems’i! 

Yüzünü göstermeseydin sen, 

yoksul çaresiz kalırdı kulun; 

ne gönlü olurdu, ne dini…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLVII

“Mutluluk ney’inden yine hoş bir ses geldi. Ey can! Sen, neşelen, el çırp! Ey gönül; sen de oynamaya başla!” Mevlâna

1930. O ses, Tanrı kulunun boğazından çıksa da esâsen ve mutlaka padişahtan gelmektedir.

Tanrı ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazâbınım.

Yürü! ‘Benimle duyan, benimle gören sensin.’ Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzât sır sensin.

Sen, mâdemki hayret âleminde ‘Lillâh’ sırrına mazhâr oldun, ben de senin olurum. Çünkü ‘Kim Tanrı’nın olursa, Tanrı onun olur.’

Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim.

1935. Her nerede bir çerağlıktan parlasan orada bütün bir âlemin müşkülleri hâllolur.

Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefesimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle seslenir: “Cenâb-ı Allah der ki: Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilân ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri  edâ etmesidir. Kulum bana nâfile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm; bana sığınırsa onu himâyeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim. O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38)

Ve yine bir diğer kudsî hadîste de, “İnsan, benim sırlarımdan bir sırdır” (Sırrü’l-Esrâr, s.32) diye buyurur.

“Allah için uğraşanların gayreti boşa gitmez” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Allah, alıcı değil, vericidir. O, kendisine çektikten sonra bırakması, şânından değildir. Bizim işimiz taklit değil, hakîkattir. Hakîkat ayân beyân ortadadır, Cenâb-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır. O baştan aşağı sevgidir; O baştan aşağı vericidir; O baştan aşağı ışıktır, nurdur. O karşılıksız verendir; hepimizi seven, hepimizi büyüten, besleyen, genişletendir.”

‘Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim. Her nerede bir çerağlıktan parlasan orada bütün bir âlemin müşkülleri hâllolur. Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefesimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.’

Her insanın fitili ateşlenmemiş, yağ dolu bir lambaya benzediğini söyleyen Hasan Dede, mürşid-i kâmilin bu fitili ateşleyerek lambayı uyandıran bir kıvılcım gibi olduğunu şu sözleriyle dile getirir: “Mürşid-i kâmilin vazifesi yolcunun fitilini yakmaktır. Nasıl mı? Onu uyandırır, kişilik verir, kendini tanıtır. O kendini tandıktan sonra Hakk’ı zikretmeye çıkar. Ne olur? O ateşi gördü ya, ne kadar Allah’ı zikreder ve ona yönelirse, yavaş yavaş kabı genişler ve o ışık onun vücudundan kendini gösterir, dışarı vurmaya başlar.”

Âriflerin Menkîbeleri’nde, ışığın karanlığı nasıl yutup yokettiği şöyle anlatılır: “Bir gün, ulu kişiler, Hüdâvendigâr Mevlâna’nın ziyâretine gelmişlerdi. O gün, Mevlâna bilgiler saçtığı sırada Musa’nın âsâsını anlatıyordu: 

‘Musa’nın âsâsı o dinsiz sihirbazların sapıklıklarının ve bâtıl hayallerinin eseri olup yetmiş deve yükü tutan ve dağları, sahrâları dolduran sihirlerini celâl sahibi Tanrı’nın inâyetiyle öyle yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini yuttuğu hâlde âsânın kendisinde ne bir şey arttı, ne de bir şey eksildi. Ben şimdi bu benzeri olmayan olayı nasıl anlatayım ki halkın zihnine girebilsin ve halk bunu anlıyabilsin’, dedikten sonra zekâ ve anlayış kabiliyetiyle daima Mevlâna’nın memnuniyetine mazhâr olan Sultan Veled’e dönerek, ‘Bahaeddin bunu sen söyle,’ dedi. 

Sultan Veled baş koyduktan sonra, ‘Bu tıpkı şuna benzer: Birinin büyük ve yüce bir sarayı olsa ve son derecede de bir gece karanlığı içinde bulunsa, birdenbire o sarayın içine bir mum getirseler, o mumun ışığı o kadar karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir şey kalmaz ve bu kadar karanlığı yutmaktan kendisinde ne bir şey artar, ne de bir şey eksilir,’ diye anlattı.

Bunun üzerine Mevlâna, hemen kalkıp Sultan Veled’i kucakladı, yüzünü gözünü öptü, dualar etti ve: ‘Aferin Bahaeddin! Aferin! Çok güzel hareket ettin, çok güzel söyledin, çok nâdir bir inci deldin,’ buyurdular.”

Kâinatın nuru Peygamber Efendimiz yine bir hadîs-i şerîfinde der ki: “Bir insanın evine girmek için, aydınlanmasını beklemek gerekir.”

Evden maksat gönüldür. Allah’ın konuk olacağı gönlün karanlıktan kurtulması için de, Hakk’ta tamamiyle fânî olmuş bir kâmil bir mürşidin sohbetiyle irşâd olması ve aydınlanması gerekir. Çünkü kâmil mürşidin hiçbir sözü Kur’ân dışı değildir. Onun her sözü Hakk sözüdür.

Rubaî:

“Ben bir çerağ oldum, kandil oldum, her başım da birer fitil hâlini aldı. O zaman her taraf kıvılcımlarla doldu. 

Başımın her birinden mumlu kandiller çıkmaya başladı. Bu mumlar katar katar doğudan batıya kadar her tarafı kapladı, her tarafı nurlandırdı.”