MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVII

“Benim varlığım sevgilinin elindeki kadehten başka bir şey değildir.” Mevlâna

Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi: ‘Açıkça istediğinizi söyleyin.

Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.

Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazâbımdan artıktır.

Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım.

2670. Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazâplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açmasın.

Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.

O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkîdir.’

Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.

İşte o köpük hakkıyçin, o saf deniz hakkıyçin bu söz bir sınama, bir lâf değil.

2675. Sevgiden, vefâdan, boyun büküp teslim olmadan ilerigelmiştir. Huzuruna varacağım Tanrı hakkıyçin.

Bu hevesim, sence sınamadan ibâretse bu sınamamı sına.

Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!

Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın, bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.

Fakat nasıl edeyim; elimde ne çâre var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Benim rahmetim, gazâbımı geçmiştir” diye buyurur.

Hilim, yumuşak huylu olmak, kızmamak, gücü yettiği hâlde affetmek, şefkat ve rahmet sahibi olmak anlamlarına gelmektedir. Nitekim, kâinatın nuru Peygamber Efendimizin ve Ehlibeyt Efendilerimizin hilim denizi sonsuz ve bâkîdir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bu beyitlerinde, yer, gök ve arşın yaratılmasındaki asıl maksadın insan-ı kâmil olduğuna ve bununla iligili olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerle Hazreti Allah’ın arasında geçen diyaloğa işâret eder.

“Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halîfe yaratacağım demişti. Onlar da demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede, seni kutlamadayız ya. Allah da onlara: Ben, sizin bilmediğinizi bilirim, demişti.” (Bakara, 30)

Yüce Pîr Mevlâna, Mecâlis-i Sebâ’da, beyler ve padişah arasında geçen ve Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatini dile getiren çok güzel bir hikâye anlatır:

“Bir gün padişah, pek güzel, pek nâdir avlar avlanmış, pek sevinmişti; gülüp duruyordu. Ezel ve ebed padişahının azîz avı, âşıkların gönlüdür. ‘Gerçekten de Allah, inanmış kulunun tövbe edişini sever, ondan razı olur.’ Ne rahmettir o rahmet ki kulları, gayretiyle zâtından uzaklaştırır, kendine âdetâ yabancı eder onları; sonra yine rahmetiyle avlar, kendine mâleder onları.

Beyler, padişahı neşeli görüp, rahmet kapısının açık olduğunu anlayınca hepsi önünde yere diz vurdular, ey âlem padişahı dediler, niceye bir, niceye bir bu cefâ; öldürdün bizi artık; bu senin âdetin değildi; keremine sığmaz bu iş. Bunca zamandır, gönül ipliğimize düğüm üstüne düğüm vurulmuş; dumanlara bürünmüş gecenin, kanlara bulanmış gecenin korkusundan sıtmaya tutulan kişinin koluna, boynuna bağlanan ipliğe dönmüş.

Padişah, size ne yaptım ki dedi. Dediler ki: Biz senin candan da azîz kullarınız; senin razı olmadığın hangi iş yaptık? Savaşın kızıştığı bir gün herkesin kendi canının kaygısına düştüğü çağda bizim, senin uğurunda canlarımızla nasıl oynadığımızı gördün. Böyle olduğu hâlde filân kişiyi neden bu kadar üstün tutuyorsun bizden; hangi hüneri yüzünden oluyor bu? Bizden ne kusur gördün; Bizim, buyruğuna uymada ne kusurumuz oldu? O hangi kullukta bulundu ki o kulluk pek güzel olsun da bize görünmemiş bulunsun? Padişahlık et de bize o kulluğun, hangi kulluk olduğunu birazcık haber ver. Haber ver de biz de çalışalım, hünerimizi gösterelim. 

Padişah, ne diyeyim dedi, ne söyliyeyim? Onun yaptığını siz yapamazsınız ki.

Dediler ki: Ey âlemin padişahı, bizi sına da dediğini yapamazsak, hiç olmazsa kendi kadrimizi anlayalım, onun üstünlüğünü bilelim; hasetten de kurtulalım, vesveseden de; ondan sonra da artık kendimizle savaşalım, padişahla değil.

Kim uğradığı derdi, belâyı kendinden bilirse tövbe eder; padişahı adâlet ıssı bilir, öyle över. Bu çeşit kişi aydınlanır, tez kurtulur. 

‘Ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah yüreklerinizde bir hayırlı niyet bulunduğunu bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını verir.’

Ey Muhammed, tutsaklara, gam bağlarıyla bağlanmış olanlara söyle, de ki: Hükmü yürüyen Tanrı takdîriyle bana tutsak oldunuz ya; gönlünüzde iyi bir düşünce varsa, ondan önce sahib olduğunuz ve yitirdiğiniz şeyden daha iyisini, daha güzelini verir size. 

Padişah buyurdu ki: O kulunun bir hüneri şudur; boyuna bana bakar, gözünü benden ayırmaz. 

Ey âlemin padişahı dediler, öyleyse tez söyle, bu iş kolay bir iş; bundan sonra gece gündüz boyuna sana bakalım, başka işlerin başına toprak serpelim; bundan daha hoş ne iş olabilir ki?

Bütün beyler buna sevindiler, secde ettiler, silâhlarını çözüp attılar. Kendi kendilerine, bundan böyle silâhımız senin yüzün; düzenimiz senin civârında, senin tapında bulunmak. Haccımız senin kapında, üstünlüğümüz senin tapında dediler. Hepsi de saf düzdü; padişahın yüzüne bakmaya koyuldu.

Padişah onları seyrediyor, kendi kendine diyordu ki: Bir bakır, altın yaldıza batsa da lâf etse ne fayda? A lâfazan kişi, sınayış taşını, ayar taşını gördün mü, rezil oldun gitti. Aşk dâvasında bulunmak kolay; ama ona delîl gerek, burhân gerek. 

Padişah has perdecisinin kulağına, git dedi, davulların dümbeleklerin bulunduğu yerde ne kadar davul, ne kadar dümbelek varsa dama çıkarsınlar, hepsini birden yere atsınlar. 

Buyruğunu yaptılar; âlemi birden bir gürültüdür, bir gümbürtüdür sardı; her yan titremeye koyuldu. O korkunç gürültü kopunca beylerin hepsi yüzünü padişahdan döndürdü, birbirlerine bakmaya başladılar; sanki ne oluyor sarayda diyorlardı. O kulunsa gözü, padişahın yüzündeydi, padişah ne hâl alacak, yüzü değişecek mi, ona dikkat ediyordu. 

‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Azîzim, bu hikâye padişahı anlatmıyor; maksad o değil, beylerden maksad da beyler değil. Padişahtan maksad, yüce ve kutlu üstün Tanrı’dır. Bu beylerden maksad da padişahın beyleri değildir, yedi gökün melekleridir. 

‘Allah ne buyurduysa isyân etmezler ve emredildikleri işi işlerler.’ 

Onlara, sizi yeryüzünden menettik, bu iki ıktâ’ yoluyla Âdem’e verdik diye buyruk gelince hepsi, ‘Orda bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini niye yaratacaksın? Biz sana hamdederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede; seni kutlamadayız’ dediler. Bizi menediyorsun, oysa ki biz, gece gündüz ibâdetle meşgulüz, seni tenzîh etmedeyiz, takdîs etmedeyiz dediler. 

Şânı ululansın, Tanrı buyurdu ki: Bu buyruk şu yüzden; onlardan öylesine bir hizmet meydana gelecek, onlar öylesine kullukta bulunacaklar ki siz onu başaramazsınız. 

Melekler, acaba o hizmet nedir ki tertemiz melekler onu başaramayacaklar da suçlara bulanmış Âdemoğulları başaracak dediler. 

İki âlemin Peygamberi, insanların ve göze görünmez yaratıkların öncüsü Muhammed Mustafa, Allah rahmet etsin, esenlik versin ona, Mîrac gecesi, yedi kat gökün görünmemiş şeylerini görünce, bu görünmemiş şeyler ona gösterilince, arş ve kürsî ona arzedilince hiç birine dönüp bakmadı; gözünü Tanrı cemâlinden ayırmadı. ‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Hamd önde de Allah’a, sonda da ve Allah’ın rahmeti Muhammed’e ve soyuna sopuna.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVI

“Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir arslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.” Mevlâna

Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânâya karşı suret nedir ki?

2655. Her melek diyordu ki: ‘Bizim bundan önce yeryüzüyle ülfetimiz vardı.

Hizmet ve ibâdet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık.

Gökten yaratıldığımız hâlde yeryüzüne bu alâkamız nedir?

Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur, zulmetlerle yaşayabilir mi?

Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.

2660. Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.

Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.

Yeryüzündeydik ama yerden gâfildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.

Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.

O yüzden Tanrı’ya deliller getirerek ‘Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek?

2665. Bu teşbîh ve tehlîlin nurunu, dedikoduya satıyorsun’ dedik.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde şöyle seslenir:

“Ne mutlu o kimseye ki, bizim gibi o da tamamiyle Allah’a teslim olarak onun verdiği her şeye razı oldu. Böylece cefâdan, gamdan gussadan, kurtuldu. Baştan başa neşe vefâ oldu.

Ne mutlu neşe kaynağı olana, şarapla aklını, fikrini dağıtana, aşka, deliliğe rehin olarak mânâ denizinde inci olana. 

Onun bakışı ay oldu, güneş oldu. Toprak onun bakışıyla altın kesildi. Kerem de incilerle dolu bir deniz hâline geldi. Yürüyüşte seher rüzgârı oldu. 

Aşk padişahı, onu çekti bağrına bastı. Böylece o da bütün halktan kurtulmuş oldu. Aşk bakışı onu seçti de bütün dilekleri yerine geldi. 

Yürüyüşte tıpkı, gökteki ‘ay’ gibi oldu. Geceleyin ayın ondördüne döndü. İlâhî bakışla bir anda nerelere ulaştı, nerelere gitti! 

O yeryüzü gibiydi, gökyüzü oldu. Baştan başa tat, tuz kesildi. İnsan, melek oldu; sinek de zümrüd-i ankâ.”

Melekler, insan dışında değildir…  Bu hakîkati ne güzel dile getirir Hasan Dede, selâm olsun üzerine ve şöyle buyurur: 

“İnsan, melekleri aramasın kendi dışında. Peki neden aramayacağız kendi dışımızda? Çünkü Cebrâil insanın emrinde, Mikâil insanın emrinde, İsrâfil insanın emrinde, Azrâil insanın emrinde; e diğer melekler de çoktan bizim emrimizde… Allah insandan dile geliyor, insandan konuşuyor, senden yine sana sesleniyor; yok ki insandan başka biri Allah’ı dile getiren. Ama sen yine onu bırakıp başka yerlerde arıyorsun.”

İşte Yüce Pîr yine şöyle seslenir…

“Allah’ı isteyenler kendinize geliniz, istemeye hâcet niye? İstediğiniz zaten sizsiniz, siz… Sizden bir şey kaybolmadı ki, neden arıyorsunuz? Sizden başka kimse yok ki, nerede neyi arıyorsunuz? Evde oturun, kapı kapı dolaşmayın artık. Zîrâ ev de evsahibi de sizsiniz. Siz zât’sınız, sıfatsınız, bazen gök, bazen yersiniz. Bilin ki, ‘O’ sizsiniz. Kötülüklerden arındırılmış durumdasınız. Siz harfsiniz, harflersiniz. Allah’ın kelâmı, kitabı, melekleri ve peygamberlerisiniz…”

Kasîde:

“Bu can bir kadehtir. Fakat kadeh, kendisinin can olduğunu nereden bilecek? Tertemiz birisi bu kadehi doldurmada, o da içine doldurulanı topraktan yaratılmış insana ulaştırmadadır. 

Bu can kadehi, huzur, karar bırakmayan aşkı ile kendini işe vermiş, her şeyden alıyor, ferşe yâni yeryüzüne saçıyor. 

Onun saçtığı yerden haberi olmuyor, ama ne olurdu keşke, aldığı yerden birkere olsun haberi olsaydı? 

Canların saçtıklarından, toprak, madenler gibi parlıyor. Toprağın dilleri olsaydı da bize bu konuya ait bir nükte söyleseydi. 

Dilleri olsaydı da o ormandan, o ebedî ormandan, o ormanın bizim canlarımıza neler hazırladığından bahsetseydi ne olurdu? 

Burada kaplan da, ceylân da; ‘Yâ Hu, Yâ Allah!’ diye nârâlar atıyorlar. ‘Âh’ın da sığındığı bir varlık bizi çekip götürüyor. 

Bir arslan var ki, varlığımıza, kendi sütünden başka bir şey vermiyor. Bir arslan ki, varlığımızı varlıktan kurtarıyor, bizi kendimizden halâs ediyor.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCIV

“Birisi, âşıklık nedir diye sordu; dedim ki, benim gibi ol ki, bilesin.” Mevlâna

Yâ Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyîzi ver de o eğri, yalancı alâmeti, doğrusundan ayırt edelim.

2630. Hiç, bu temyîze nasıl mâlik olur? Tanrı nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyîzi elde eder.

Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi… Akrabalık sevgiyi bildirir.

Fakat imam ve muktedâsı Tanrı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur, ne sebeplere.

Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihâyet sevgi sahibi, eserden kurtulur.

Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi, nurunu bütün kâinata yaymıştır.

2635. Bu sözün tamamlanması için hayli tafsîlat var sen ara.

Gerçi mânâ, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânâya yakındır, bir bakımdan mânâya uzak!

Delâlet husûsunda mânâ ile suret, su ile ağaç gibidir. Mâhiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamiyle uzaktırlar.

Sen, mâhiyetleri de bırak, husûsiyetleri de… O rızık arayan karıkocanın ahvâlini anlat.

Hazreti Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Yâ Rabbi, bana eşyânın hakîkatini göster” diyerek duada bulunmuş ve her varlığa sevgi ile bakmış, her varlık da hâl diliyle O’ndan dile gelmiştir. Hazreti Peygamberimizin ilmi Allah ilmi, sevgi ilmidir, aşk ilmidir.

Hazreti Muhammed Efendimize gönlünde en güzel yeri veren, O’nu başına tâc edenler, tüm kâinata Allah’ın nuruyla, yâni Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla bakarlar ve baktıkları her yerde O’nun sonsuz güzelliklerini temâşa ederler. 

Hazreti Pîrimiz Mevlâna’nın da, selâm üzerine olsun, yukardaki beyitlerinde buyurduğu üzere, “Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihâyet sevgi sahibi, eserden kurtulur. Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi, nurunu bütün kâinata yaymıştır.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler, Allah’ı dinlerseniz, size, doğruyu yanlıştan ayırdetme kâbiliyeti veren bir nur ve furkân verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazîlet sahibidir” (Enfâl, 29) diye burulmaktadır.

Kasîde:

“Bizim ölümümüz, ebedî bir düğündür. Onun sırrı nedir? ‘O tek bir Allah’tır.’

Evlerin pencerelerinden içeri giren güneşin ışığı, her evin içine ayrı ayrı pencereden girdiği için bölünür gibi görünür. Ama bütün evlerin pencereleri kapanırsa bu bölünme, sayı ortadan kalkar.

Bir üzüm salkımının üstündeki üzüm taneleri sayılabilir. Fakat o salkım sıkılırsa meydana gelen şırada sayı yoktur.

Aslında ölüm, Allah’ın nuru ile diri olan kişinin ruhuna, beden zindanından kurtuluş yardımıdır.

Ölüp giden kişiye kötü deme, iyi de deme; çünkü onlar, iyilikten de kötülükten de kurtulmuşlardır.

Gözünü Hakk uğruna harca, herkesi kötü görme, görmediğini de söyleme, söyleme de gözüne bir başka göz, bir başka görüş verilsin.

Başkalarında ayıp görmediğin için sana verilen o göz, gözlerin de gözüdür. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. 

Bir göz, Allah’ın nuruyla bakarsa, her şeyi apaçık görür.

Her ne kadar bütün nurlar Allah’ın nuru ise de, sen hepsine birden Hakk’ın nuru deme.

Bâkî olan, sonsuz olan nur Allah’ın nurudur. Fânî olan, geçici olan nur, bedenin sıfatıdır, cismin sıfatıdır.

Ey Allah’ım, senin lütfunu, ihsânını görmüştür de onun için ‘göz kuşu’ senin aşk havanda kanat çırpmadadır.

O ötelere, göklerin de göklerine kadar yükselmiştir de seni arayıp durmadadır.

Ya ona cemâlinden bir göz ver. Yahut da bu cüreti, bu ayıbı yüzünden onu kapından kovma.

Sen, canın gözünü her an ağlat, fânî güzellerin boylarının, poslarının, güzel yüzlerinin tuzağından sen onu koru Allah’ım!

O, uykuda senin yüzünden bir uyanıklık gördü. Gerçekten de bu, bir olgunluk rüyâsıdır, doğru yolu buluş görüşüdür.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCIII

Arap’la eşine ait hikâyenin sonu.

Bir muhlîsin (Çelebi Hüsâmeddin’in) gönlü, o erkekle kadının hikâyesinin neticesini istemekte.

Erkekle kadının hikâyesi, bir masaldan ibâret… Fakat onu nefsinle aklının misâli bil.

Bu kadınla erkek nefsle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de.

2615. Bu ikisi, şu toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde.

Kadın, durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yâni eve lâzım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.

Nefs, kadın gibi her işe bir çâre bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler yücelir.

Aklınsa, bu düşüncelerden zâten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur.

Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefsle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle.

2620. Eğer yalnız mânâya ait anlatış kifâyet etseydi âlem halkı, tamamiyle işten güçten kalır, âlemin nizâmı bozulur giderdi.

Sevgi, düşünce ve mânâdan ibâret olsaydı senin oruç ve namazının zâhirî suretleri de kalmaz, yok olurdu.

Dostların birbirlerine armağan sunmaları, dostluğa nazâran ancak görünüşe ait şeylerdir.

Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şehâdet eder.

Çünkü ey ulu kişi, zâhirî iyilikler gizli sevgilere şahittir.

2625. Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoşluk, bazen şaraptan olur, bazen de ayrandan!

Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür.

O mürâî de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.

Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye alâmettir.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Müslüman’ın içi de, dışı da temiz olacak. Yalnız bir lâfla, yâni şehâdet getirmekle Müslüman olunmaz. Nefsini yenmeyi başaramazsan, gece gün zikir yapıp ibâdetle uğraşsan ancak kendini kandırmış olursun, Allah kanmaz. Misâl olarak, Kur’ân-ı Kerîm’i de aşksız, sevgisiz okursan, sadece dilde, mânâ yok, anlamıyorsun. Ne oldu? Ne Kur’ân’laşır, ne de Hakk’la Hakk olursun, zikreden de boş, okuyan da boş. Onun için hiçbir yere varamıyorsun. Fakat sevgi olursa, aşk olursa, kişilik gider, oranın güzellikleri kendini gösterir. Her şey sevgi istiyor, aşk istiyor, iman istiyor. İnsanı ‘insan’ yapacak olan o cevher, ancak aşk ve hâldir. Bu aldanma yurdu olan dünyanın kirini ancak aşk yıkar ve temizler.”

Mânâ, suretsiz; suret de mânâsız olmaz; yâni mânâ suret olmadan meydana çıkmaz, suretin de mânâsı olmazsa bir işe yaramaz. Bu âlemde her varlık sevgi sunduğu yere doğru gitmektedir. Misâl olarak, namaz kılmayı seversin, namazın zâhirî suretini yerine getirirsin; fakat namazın sadece suretten ibâretse, mânâsına inmemişsen, bir işe yaramaz. Oruç tutmayı seversin, oruç tutarsın; fakat orucun mânâsını yaşamıyorsan, aç kalmaktan öteye gidemezsin.

Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, buyurduğu üzere, “Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür. O mürâî de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.”

Ne güzel söyler Hasan Dede… “Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur bulur ve her nefeste yine Hakk’a hizmet eder… Aklın sabahına ulaşmak için illâ gönülü bir ‘Gönül’e katmak lâzım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez.”

Kasîde:

“Yine Kâf dağından aşk ankâsı geldi. Yine candan aşkın nârâları, hey heyleri yükselmeye başladı. 

Aşk, akıl sandalını aşk denizinde kırmak için timsah gibi yine başını dışarı çıkardı. 

Yokluk temiz gönüllere göğsünü açmıştır. Sen Tûr dağının içinde, aşkın parlak sînesini gör! 

Âşıkların gönül kuşları, yine kanatlarını açtılar. Gönül kafesi içindeki uçsuz bucaksız aşk âleminde uçmaya başladılar. 

Fitne, ayaklanma, karışıklık çıkarma aklın alâmeti idi. Akıl gitti, bir tarafa oturdu. Sen şimdi her tarafta aşkın ayaklanmasını, aşkın fitnelerini gör! 

Akıl bir ateş gördü: İşte bu aşktır, dedi. Hayır! Aşkı akıl göremez, aşkı ancak aşkın uyanık gözü görür. 

Aşk ağızsız, dilsiz, sessiz sedâsız feryâd ederek dedi ki: Ey gönül! Sen yükseklerde uç da, aşkın yüksekliğini gör!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCII

Müridin küstâhlık ederek, kâmil velî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyân vermez ama hastaya ziyân verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “Liyagfire lekellahu ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhar” hâline gelmemiştir.

Velî, zehir yese bal olur, fakat tâlib yese aklı kararır zarara uğrar.

2600. Süleyman, “Rabbi hebli” demiş, yâni “Benden başkasına bu saltanâtı verme.”

Yahut, “Benden başkasına bu lütufta, bu ihsânda bulunma” diye niyâz etmiştir. Bu, hasede benzer ama değildir.

“Lâ yenbagî” nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanâtı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.

Hattâ o, saltanâtta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanâtı, kıldan kıla, baştan başa can kaygısından, baş korkusundan ibârettir.

Baş korkusuyla can ve din korkusu… Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.

2605. Süleyman gibi himmetli birisi gerektir ki bu yüzbinlerce renkten, kokudan vazgeçsin.

Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanâtın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.

Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.

Şefaat edip, “Bana verdiğin bu saltanâtı, kemâl sahibi olanlara da ver.

Bu saltanâtı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.

2610. O, benden sonra kimseye verme hükmüne dâhil değildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek, o kişi, dâvâsız, nizâsız benim” dedi.

Bunu anlatmak farzdır, ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz.

“Liyagfire lekellahu ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhar”, yâni “Allah, senin geçmişteki ve gelecekteki bütün suçlarını bağışlar” (Fetih, 2) sırrının mazhârı Mevlevî Hasan Dede, selâm olsun üzerine, sahip olduğu yeşil irşâd postu hakkında şu bilgileri verir: “Yeşil irşâd postu, Niyazi Dede’den sonra Ali Dede’ye, ondan da şeyhim Hakkı Dede’ye ve ondan da fakîre kadar gelmiştir. Yâni yeşil irşâd postunun mânevîyatı çok yücedir. Mevlevîlikte, diğer tarîkatlarda olmayan bir kural vardır. Bizde verilmez, alınır. Çünkü Hazreti Mevlâna’ya göre irşâd, kâmil yâni olgun insanın hakkıdır.” 

İrşâd postunun renginin yeşil olması da tesadüfî değildir, çünkü yeşil renk, tasavvufta ilâhî mertebeyi ve olgunluğu temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, kemâlata ermiş olgun insanı, insan-ı kâmili.

“İnsan-ı kâmilin bir ismi de mürşid-i kâmildir” der Hasan Dede, “Mürşidin mânâsı da öğretmen demektir. Mürşid irşâd eder, öğretir. Burada mürşid-i kâmilin önemini çok iyi anlamak gerekir. Bir simyâcı nasıl bir mâdeni alıp altın hâline getiriyorsa, mürşid-i kâmil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onu iyi bir insan hâline getirir. Diğer bir deyişle, değersiz bir mâdeni alıp, misâl olarak bakır gibi, kimyâsını değiştirerek, altın hâline getirir. Bir insan ancak bir mürşid-i kâmile gelir ve tam mânâsıyla kendisini verip teslimiyette durursa, onun yaşamı değişir ve insan ne demektir öğrenir. Mürşid-i kâmillerin görevi kendisine bağlanan yolcusuna kimlik kazandırmaktır, yâni insan olmanın hakîkatlerini öğretmek ve kemâlata ermesini sağlamaktır. Bü yüzden, mürşidin kesinlikle kâmil olması gereklidir; yoksa kendisi kâmil değil, yolcunu nasıl kemâlata erdirecek? Mürşid-i kâmil ile yolcusu arasında, yâni öğrencisi arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürşid eğer kâmil değilse, kendisi yolda kaldığı gibi, öğrencisini de yolda bırakır. Gerçek bir mürşid-i kâmilin bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir. Bu nedenle mürşidin bütün dünyevî isteklerden, nefsî arzulardan temizlenmiş olması ve tamamiyle yoklukta durması gerekir, çünkü aksi takdirde, o postun her bir kılı ona karşı birer kılıç olur.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yukarıdaki beyitlerde buyurduğu üzere, “Süleyman gibi himmetli birisi gerektir ki bu yüzbinlerce renkten, kokudan vazgeçsin.”

İşte Hazreti Süleyman bu imtihandan geçti de, “Kâle Rabbigfir lî veheb lî mulken lâ yenbagî li ehadin min ba’dî, inneke entel vehhâb” dedi.

“Süleyman, Rabbim dedi, beni yarlıga ve bana öyle bir saltanât ver ki benden sonra hiçbir kimse nâil olamasın o saltanâta, şüphe yok ki senin vergin, ihsânın, boldur.” (Sâd, 35)

Kasîde:

“Bizim Süleyman ile aramız pek hoş, devler, periler varsın olmasın! Güzelliğin haddi aştı. Edân, cilven olmasa ne olur? 

Ey ömrümün hâsılı, ey benim varım, yoğum! Senin sevgin gönlümün sağlığıdır. Altın gibi değerli olan canım bana yeter. Altın mühürüm varsın olmasın, ne çıkar?

Herkesin gönlüne gelen aşk nasıl bir ateştir? Ona kul köle olmak ne kadar da güzeldir, ne kadar da hoştur. Mülküm, saltanâtım yokmuş, olmasın ne çıkar? 

Sen istersen elini birdenbire işten çek, sözden vazgeç! Dudağını istersen kuru bırak, varsın ıslaklığı hiç olmasın, ben sana minnet etmek istemiyorum. 

Benim canım aşkın canının yüzünden baştan başa aşk mâdeni kesildi. Aşk yolunda yürüyenlere yol arkadaşı olan erkek de, kadın da olmasa ne çıkar? 

Gölgen önümde, arkamda canıma yardımcıdır. Fidanın gölgesi yeter. Meyvesi yokmuş, varsın olmayıversin!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCI

“Elbette geçeceksiniz bir hâlden bir hâle; artık ne oluyor onlara ki inanmıyorlar?” (İnşikâk, 19-20)

Her otun, her şekerin zamânede bir oluş müddeti vardır.

Lâlin, güneşin tesîriyle renk, parlaklık ve letâfet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.

Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.

2590. Yüce ve ulu Tanrı, bunun için eceli, yâni her şeyin müddetini En’âm suresinde anlatmıştır.

Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin… Bu duyduğun âb-ı hayattır, âfiyet olsun!

Bu söze söz deme, âb-ı hayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.

Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık meydandadır, hem de gâyet inceden inceye gizli.

Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gâyet tatlı ve lezzetli bir hâle gelir.

2595. Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç… Bir yerde küfürdür, bir yerde tam lâyık ve yerinde.

Orada cana zarar verir, ama burada dermân kesilir.

Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.

Sonra küpün içine girince acır, harâm olur… Sirke olunca ne güzel katıktır!

“Tohum toprağa ekildiği zaman, mevsimi gelince çiçekler, ekinler, meyvalar şeklinde suretini verir” diye buyurur Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve insan tohumunun da yetişip olgunlaşmasını ve sonrasındaki vazîfesini şöyle dile getirir: “İnsan olanın vazîfesi, bu âlemde kişiliğini bulup sevenlerine insanlık tohumu atmaktır. İnsanlık tohumunu attığı zaman kendisini onlarda ekmiş olur ve bu âlemden göçtükten sonra, sevgiyle rahmetle anılır. Bir insan dünyaları kazansa böyle bir sıfata bürünemedikten sonra bütün kazançları boştur.

Hazreti Muhammed, Hüdâvendigâr Mevlâna, Evliyâullah ve bütün Pîrân insanlık tohumu attılar. Kim gönül verip imanla baktı ise, oranın vârisi oldu. Bütün amaç, biraz edebîyata yönelmek, insanlık terbiyesi alarak, insan gibi yaşamak, insan gibi konuşmak, insan gibi bu âlemden göç ettikten sonra rahmetle anılır olmaktır.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun: “Bizim aslımızı, ihsân sahibi Allah yetiştirdi, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de, su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde, Allah aşkının havasında raksederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma!.. Tamamiyle can olanlara gelince; onları hiç sorma anlatmaya imkân yok!..”

Yüce Pîr, Fîhi Mâ-Fîh’de yine şöyle seslenmektedir: “‘Artık nereye dönerseniz dönün, Allah’ın zâtına dönersiniz.’ Bu, boyuna böyledir, tecellî hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta fedâ etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan başkalarıysa en’âm, yâni yayılan hayvanlara benzerler.

Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar. Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu varlığa getirdi. Varlık tavlasından cansızlar arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler tavlasına, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan insanlığı, insanlıktan da melekliğe getirdi; bunun da sonu yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu çeşit pek çok, birbirinden yüce tavlaları olduğunu ikrâr etmen için gösterdi.”

Nitekim, “O, öyle bir Tanrı’dır ki sizi balçıktan yaratmıştır da ölüm vaktini takdîr etmiştir ve kıyâmetin kopacağı zamana ait bilgi de O’ndadır, O’nun katındadır, fakat yine de şüphe edersiniz siz.” (En’âm, 2)

Rubaî:

“Şu hem gizli, hem apaçık olan meydanda bulunan aşk, ne kadar kan dökücüdür, ne kadar zâlimdir? 

Onun eliyle öldürüldüğün gün, yaşamaya kavuşacaksın. Yaşayan kişiler kimlerdir; aşk yüzünden ölen kişiler! 

Aşkın gizli kalmasına imkân yok! Âşık olanın bütün sırlan meydandadır. 

Aşk yoksa, zevk veren güzellik de yoktur! Bu ne güzelliktir; bu güzelliği alkışlayınız!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CC

“Tanrı iki deniz yarattı, birbirlerine kavuştukları hâlde aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar” âyetlerinin mânâsı.

Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.

Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır, ama aralarına Kaf dağı çekilmiştir.

2570. Bunlar, mâdende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır, ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!

Bu, bir dizide hakîki inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.

Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak; diğer yarısı, yılan zehri gibi acı, lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.

Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.

Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhûru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.

2575. Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir. Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.

Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.

Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı?

Acı tatlı; bu gözle görünmez. Basîret ehli, onları, akîbet penceresinden görmeyi bilir.

Akîbeti gören göz, doğruyu görebilir. Ahırı gören gözse gururdan, körlükten ibârettir.

2580. Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir.

Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder.

Şeytan “Yiyin” diye bağırır, ama o adamın dudağı, zehri, boğazına varmadan reddeder.

Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar.

Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman zaman ciğerini delen acı peydâ eder.

2585. Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve sûr üfürüldükten sonra meydana çıkar.

Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azâb ederler.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Şüphe yok ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır” diye buyurur.

Nitekim, Yüce Pîr Mevlâna da, selâm üzerine olsun, “Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur. Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır” der.

Hakîkatte cennet de, cehennem de buradadır; Hasan Dede, selâm olsun üzerine, cenneti Allah’a yakın olmaya, cehennemi ise Allah’tan perdeli kalma azâbına benzetir ve “Bu âlem zıtlar âlemidir” der, “İnsanlar mânâ ehli ile beslenmeyip kâl ehli ile beslendiler. Kâl ehli insanlara güzel gıda veremedi, insanlar iyi eğitilmediğinden dünya maddeye yöneldi, insanlar topraklaştı… Fakat bir Allah dostundan mânevî gıda alanlar, onun gibi, her zerresi ile diri olurlar. Bütün her şey onun hükmünde ve emrinde olduğundan, her şey onun olduğundan o, her zerreden görünür. Çünkü o, her şeye kadirdir, muktedîrdir.”

Hazreti Peygamberi kendine bende etmiş, Hakk’ta tamamiyle fânî olmuş bir mürşid-i kâmilin sohbeti yolcunun basîret gözünü, yâni kalb gözünü açar ve artık doğruları görmeye başlar. Çünkü insanı vuslata götürecek yegâne yol, muhabbettir; insan muhabbetle aydınlanır; acılıktan kurtulur, şeker gibi tatlılaşır.

Zîrâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Mevlâlarına iman edip, edeb ile gönülden itaat edenler işte onlar cennet ehlidirler ve hep orada kalacaklardır” (Hud, 23) diye buyrulur ve bir diğer âyette de, “Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rab’lerine hamd ederek tesbih edenler inanırlar” (Secde, 15) diye buyrulmaktadır.

Yüce Pîrimiz der ki: “Yol gösteren şeyh, yeryüzünde âdetâ göğe mensûb bir çırağ gibidir. Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açar. Peygamber, ‘İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer’ demiştir.”

‘Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder…’

Kasîde:

“Dün gece can gökyüzüne diyordu ki: ‘Ey sonsuz, ey pek büyük gökyüzü! Ne de çok dönmede, takla atmadasın. Karnında sayısız yıldızların ışıkları parlıyor. 

Suçsuz günâhsız olduğun hâlde, sonu gelmez bir dönüşe mahkum edilmişsin. Haklı olarak sızlanıyorsun, şikâyet ediyorsun, feryâd ediyor, gürlüyorsun. Mavi renkte mâtem elbiselerine bürünmüşsün. 

Görünüşte korkunçsun, bazen insanlara yıldırım okları atmadasın, fakat içyüzünden de dertlisin, değirmen gibi dönersin, alaca yılan gibi kıvranır durursun.’ 

Mukaddes gökyüzü cevap verdi de dedi ki: ‘Ben insanoğlundan nasıl olur da korkmam? Yeryüzüne sürgün edildiğinden beri o, dünya cennetini cehenneme çevirmiştir.’

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk insanı insan şeklinde hayvan olarak değil de, insan olarak kendisine ibâdet etsin, iyilikler yapsın diye yaratmıştır. O büyük yaratıcının avucunda toprak muma döner. O toprağı zenci şekline kor, yine o, topraktan Rum ülkesi halkı gibi güzel birini yaratır. O doğan kuşu yapar, baykuş yapar. O topraktan hem zehirli, hem şekerli bitkiler bitirir. 

Ey dost! O gizlidir de kendisi gizli kalsın diye bizi böyle apaçık ortaya atmıştır.

Senin topraktan yaratılmış olan şu bedenin, suya benzeyen canının üstünde perdedir. Can düğünde, neşeli gününde gamlı kederli olduğu zaman da bedeni perde olarak, duvak olarak kullanır. 

Duvak altında sert huylu, ters yeni bir gelin var. Dünyanın iyisi ile de, kötüsü ile de alay edip duruyor. 

Toprak onun yüzünden yeşermiş, çayır, çimen olmuş, gökler onun yüzünden kararsız hâle gelmiş, her tarafta onun yüzünden bütün kötülüklerden kurtulmuş bir talihli var. 

Akıl ondan tam bir iman istemede, sabır ondan yardım beklemede, aşk onun yüzünden gizli şeyleri bilmede, toprak onun yüzünden insan şekline bürünmede.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCIX

“Kur’ân, Rabbinizden gelen, kalp gözünü açan beyânlardır; inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir. Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” Hazreti Muhammed (A’raf, 203-204)

2555. Sâlih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryâd eden, onlar feryâd etmeye değmez!

Ey Kur’ân’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?”

Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.

Gözyaşı damlaları yağmur gibi yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katreler, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katreleriydi.

O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak revâ mı?

2560. Niye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü habis topluluğa mı?

Onların paslı, karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?

Onların Segsarlarınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?

İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!

Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri…

2565. Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl Pîrinin başına ayak bastılar.

Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısıyla hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.

Tanrı, cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi…”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Cenâb-ı Allah, yağmur katrelerinin, gökteki yıldızların, yelin savurduğu tozların bile sayılarını bilir, hiçbir şey ondan gizli kalmaz; düz ve sert taşın üstünde yürüyen karıncanın yürüyüşünü bilir; karanlık gecede, küçücük karıncanın dinlendiğini görür. Ağaçlardan düşen yaprakları, bilgisi kavrar; gözlerin gizli bakışını görür, duyar.”

Ahmed Avni Konuk, ruhu şâd olsun, son beyitin şerhinde buyurur ki: “Enbiyâ ve evliyâ, Yüce Hakk’ın gözbebeği mesâbesindedir. Onun için ‘insan-ı kâmil’ derler. Ve insan-ı kâmilin bir mânâsı da, kâmil olan ve tamamiyle gören gözbebeği demektir.”

Nebîler ve velîler rahmet sahibidirler; onlar, Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, “Biz bu âleme rahmetten nasîbi olmayanlara, Allah’ın rahmetini ulaştırmak için geldik; başka bir işimiz yok” sözünün delilleridirler.

“Rahmet herkesin anlayacağı bir dille merhamet demektir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Fakat bu kuru bir acıma veya merhamet etme anlamında değil, yardıma muhtaçlara, maddî mânevî her türlü yardımı yapmaya kâdir bir merhamet sahibi olma anlamındadır. Rahmet, Allah’ın sıfatlarındandır; hayırları yerine ulaştırmayı, şerleri de önlemeyi istemek demektir. Peygamber’in mânâsı, Allah’tan pey veren ve O’nun güzelliklerini insanlara müjdeleyerek, onları o güzeliklere davet eden demektir.”

Demek oluyor ki, insan-ı kâmiller, canlı Kur’ân’dır.  

Zîrâ, “Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nurdur” der Hasan Dede, “çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Kur’ân baştan sona nasihattir ve dünyadaki varlıkları söyler. Kur’ân’da insanı irşâd etmek için sayısız teblîgat var ama, insanın Kur’ân’ı anlayabilmesi ve ruhunun arınabilmesi için sadece Kur’ân’ı okuması yetmez. Kişi ancak canlı bir Kur’ân’ı örnek alıp, onun hâline bürünmeye gayret ederek yol alabilir.”

Kasîde:

“Kim, o güzel yüzün aşkından tövbe ederse, dilerim tövbesi kabul edilmesin.

Allah’a binlerce hamd, binlerce şükür ki, senin aşkın bütün dünyaya kanat açtı. 

Senin güzel yüzünün sabahına kavuşmak için, ihtiyar dünya, bir ömürdür seher vaktinde evrâd okuyor. 

İşitmiştik ki; Hazreti Yusuf tam on yıl, geceleri uyumamış da, Cenâb-ı Hakk’tan kardeşlerinin affedilmelerini niyâz etmiş. 

“Allah’ım!” dermiş; “Onların günâhlarını affetmezsen, bu dua kapısını yüzlerce feryâtlarla sarsar yıkarım, şu âleme velveleler salarım. 

Allah’ım; onların günâhlarına bakma, düşünmeden işledikleri hata yüzünden çok pişman oldular.” 

Geceleri hep ayakta durup yalvardığı için, tabanları şişmiş, gözleri yanmaya, ağrımaya başlamıştı. 

Derken, melekût âlemine bir feryâd düşmüş. Melekler feryâda başlamışlar. Nihâyet lütuf denizi coşmuş, zorluklar çözülmüş. 

İşte ermişlerin, velîlerin, gece gündüz çalışıp çabalaması böyle olur. Halkı belâlardan, bozgundan, bunalımdan onlar kurtarırlar. 

Bitmeyen hazineler bağışlarlar. Sonu gelmeyen dertleri, kökünden giderirler; yırtık, pırtık eski hırkaları soyarlar, atlas elbiseler giydirirler.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCVIII

“Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu, Kaf dağının bile belini çeker bükerim.” Mevlâna

“Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin cevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş, ağlamıştım.

2545. Tanrı, bana ‘Onların eziyetlerine sabret; onlara nasîhat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı’ demişti.

Ben, ‘Cefâları, eziyetleri yüzünden onlara nasîhat edemiyorum. Nasîhat sütü sevgiden, saflıktan çoşup akar’ demiştim.

Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasîhat sütü damarlarımda dondu.

Tanrı, bana ‘Ben sana lütuf ve inâyet eder, o yaralara merhem koyarım’ buyurdu.

Hakk, gönlümü gök gibi saf bir hâle getirdi. Gönlümden, sizin cefâlarınızı sildi, süpürdü.

2550. Yine size nasîhatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye, sözler söylemeye başladım.

Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.

O sözler, size zehir gibi tesîr etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibârettiniz.

Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.

Gamın ölümüne ağlayıp feryâd eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”

Hazreti Sâlih’in bu hitâbı, helâk olan kavminedir ki, Hazreti Muhammed Efendimiz de, selâm olsun üzerine, Bedir Savaşı’ndan sonra harp meydanında dolaşırken Kureyş müşriklerinin ölü vücutlarını gördüğünde, onlara hitâben, “Biz Rabbimizin vaad ettiği şeyi dosdoğru bulduk; siz de Rabbinizin vaad ettiği şeyi dosdoğru buldunuz mu?” diye buyurur; o sırada yanında bulunan Hattapoğlu Ömer, “Yâ Resulallah, niçin ölülere hitâb buyuruyorsunuz, onlar işitirler mi?” diye sorar. Bunun üzerine Hazreti Muhammed Efendimiz, “Onlar sizden daha iyi işitirler; velâkin cevap veremezler” der.

Tanrı’nın inâyeti Hazreti Sâlih’e erişince, gönlü tekrar saf bir hâle geldi ve kavminin cefâlarından dolayı gönlünde vukû bulmuş olan gam baş aşağı yuvarlanıp gitti.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Tanrı’nın inâyeti ve yardımı ile ilgili olarak, Mecâlis-i Sebâ’da bir su katresinden misâl vererek şöyle seslenir:

“Allah ona rahmet etsin, esenlik versin, Allah elçisi, o önüne ön bulunmayan âlemin tercümanı, o Arabın, Acemin en fâsihi, o ilim ve kerem mâdeni, o davulsuz, bayraksız padişahlar padişahı, o kâinatın ulusu, varlıkların ve var olanların sultanı, müşkül durumda ve çâresiz olanlara, cevap verdi de buyurdu ki: Ey gerçek dostlar, ey uygun bir inançla benimle görüşüp konuşanlar, düşüp kalkanlar, bilin ki hani sel, bütün kuvvetiyle dağlardan, tepelerden âşıkçasına, coşa köpüre denize koşar; ırmaklar, coşa köpüre denize akar; binlerce elle, binlerce ayakla denize ulaşır ya, çünkü sular, birbirinin eli ayağı, bineği durağı kesilmiştir; birbirine kuvvet destek olmuştur su katreleri; bu kuvvetle dağlardan akar, ovalardan geçer, asılları olan denize ulaşırlar; her katre, ‘Dön Rabbine ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak’ diye nâra atar; bu neden şaşılacak bir şey olsun? Asıl şaşılacak şey, asıl görülmemiş şey, asıl sarp ve güç iş şudur: Bir dağlıkta, yahut bir mağranın içinde, yahut da amân vermez bir ovada bir katre, tek başına kalır; o katrenin madeni, aslı denizdir; onu arzular; o elsiz ayaksız katre, eli yokken ayağını atar; denizin özlemiyle elini uzatır; ne sel yardım eder ona, ne de bir dostu vardır. Öyle olduğu hâlde düşe kalka yuvarlanmıya koyulur; özlem ayağıyla denize koşar; zevk bineğine biner, yol almaya koyulur. 

Ey çâresiz katre, toprak senin düşmanın, yel senin düşmanın, güneşin ıssısı senin düşmanın. Ulaşmayı dilediğin deniz de çok uzak. Ey elsiz ayaksız katre, bunca düşman arasından denize nasıl varacaksın sen? Ama o katre, hâl diliyle der ki: Ben bir katreyim ama uçsuz bucaksız denizin yardımıyla içimde bir özlem var. ‘Biz emâneti yükledik insana; şüphe yok ki o, çok zâlim oldu, çok bilgisiz bir hâle geldi’ hükmünce zayıfım; ‘Şüphe yok ki biz, arzettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara; derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular’ hükmünce bu çölde seller bile yol alamamaktan korkup titremektedir; bu amânsız çölün tehlikesinden gökler bile titremektedir; dağlar bile Rabbimiz, biz bu emâneti yüklenemeyiz, gücümüz yetmez diye feryâd etmededir; yeryüzü bile ben o yol alanlara toprak kesilmişim ama canımda o güç, o kuvvet yok demededir; fakat bir katreden ibâret olan insanın canı, hizmete bel bağlamıştır da der ki:

Zayıfım, arığım, çâresizim ama değil mi ki can kulağıma ‘Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün ettik’ sesi ulaştı, o sesin inâyet eserlerini duydum; ne zayıfım, ne arığım, ne de çâresizim; dünyanın çâresini bulurum ben. Kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe zayıfım, gücüm kuvvetim yok; bütün zayıflardan da daha zayıfım; bütün çâresizlerden de daha çâresizim. Ama bakışımı, görüşümü değiştirdim de kendimi görmedim, senin lütfunu, senin yardımını gördüm mü, ‘O gün yüzler parlar, güzelleşir ve Rablerinin lütfunu bekler’ hükmünce niçin zayıf olayım; niçin çâresiz olayım; niçin çâresizlere çâre bulmayayım? Niçin insan olmayayım; niçin o soluğun o zamanın mahremi kesilmeyeyim?”

“Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki, ben kim olabilirim ki? 

Zâti ben kendimden geçtiğim zaman var olurum. 

Bende bir kâr, bir varlık görürsen, bil ki o kâr, o varlık, odur. 

Benden bir gölge görürsen bil ki o gölge benim. 

Bana, o söz söylerse, Yusuf gibi ‘Size ne paylama var, ne kınama’ hükmü zuhûr eder. 

Fakat ben ona söz söylersem, Musa gibi ‘Beni kesin olarak göremezsin’ hükmü zâhir olur. 

Söz hem gizlidir, hem meydanda; fakat o, daha fazla sever bana söz söylemeyi; o bana söz söyledi mi orda ben, söz kesilir giderim.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCVII

“Kendine gel ey insan da pişman olmaksızın varlığını ver, ver de bir damlaya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!” Mevlâna

Sâlih’ten bu bulanık vaadi duydukları gibi azâba göz dikip beklemeye başladılar.

Birinci gün, yüzlerinin sarardığını gördüler, ümitsizlikle soğuk soğuk âh etmeye başladılar.

İkinci gün, hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.

2535. Üçüncü gün, hepsinin yüzü kapkara kesildi. Sâlih Peygamber’in hükmü; cenksiz, cidâlsiz doğru çıktı.

Hepsi de ümitsiz bir hâle gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstüne çöktüler.

Cibrîl-i Emîn, bu diz çökmeyi Peygamber’e “Casimin” âyetini getirerek Kur’ân’da anlattı.

Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yâni belâ gelmeden diz çök!

Sâlih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler; o kahır ve azâb da gelip o şehri yok etti.

2540. Sâlih, hâlvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.

Onların hâk ile yeksân olmuş cüzlerinden bile feryâd ve figânlarını duyuyordu; feryâd duyulmaktaydı ama ortada feryâd eden yok!

Kemiklerinden iniltiler, sızıltılar duydu; canları çiy taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.

Sâlih, bunu duyup ağlamaya başladı; feryâd edenlere feryâd etmeye koyuldu.

“Zulmedenleri o korkunç uğultulu ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöküp (casimin) kaldılar.” (Hûd, 67)

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Aşk seçkin erler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nâdirdir, çoğu zaman kurtulur. Aşkın yüzlerce nazı, edâsı, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir. Aşk vefâkâr olduğu için vefâkâr olanı satın alır. Vefâsız adama bakmaz bile…”

“Nefsine gâlib gelen, imanı sağlam bir kişi, misâl olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahî, kesinlikle batmaz. Fakat imanından tâviz verip nefsine uyduğu takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahî artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsanî duygulardan uzak durması ve iman ettiği yere sımsıkı bağlanmasıdır.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “İnsan kendi aklının kını gibidir, kılıcı olmayan bir kından ne hayır vardır?” der. 

Aslında her nefeste her an ölüyor ve diriliyoruz. Yâni ölüm şimdi, şu anda gerçekleşmektedir. Nefes, insanın ağzından çıkarken ‘Ben kimim?’ diye sorar; bizler de ruhen deriz ki: ‘Rabbimsin.’ O da tekrar bize geri döner. Yâni her an ve daima Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız.

Hazreti Ali Efendimiz yine şöyle buyurur: “Haber vermediler bu âleme gelişine, haber vermezler gidişine, dâim hazır ol.” 

Hazreti Pîr de, Hazreti Ali Efendimizin bu sözlerinden ilhâm alarak şöyle buyurur: “Ey insan, bu beden bir mektuptur, postalanmış Padişaha, lâyık ise postala, lâyık değil ise yırt, yenisini yaz, çünkü zaman az…” 

“Padişah’tan maksat Allah’tır” der Hasan Dede, “Bizler daha doğar doğmaz yola çıktık, gidiyoruz Allah’a… Bu yüzden her dâim hazır olmalıyız. Ne kadar hazır durursak kazanırız, ama ne kadar boşverirsek, o gün geldiğinde pişman oluruz ama artık geri dönüşü olmaz.”

Tanzîmat Edebiyatı öncülerinden Pertev Paşa, ruhu şâd olsun, ‘Ruhun Ölümsüzlüğü’ adındaki manzûmesinde şöyle seslenir…

“Bu hayat ızdıraplarla dolu bir rüya gibidir. 

Ne yazık ki biz ölmek için dünyaya gelmişiz. 

Yâni anamızdan doğduğumuz andan itibaren ölüme doğru gideriz. 

Dünyada az da olsa zevkler vardır, fakat o zevkleri dünyanın kahrı burnumuzdan getirir. 

Bizler hayat yollarında bilgisizlikle, gafletle, hasretle ölüm girdabının derinliklerinde kaybolur gideriz. 

Akla gelmez çeşitli mihnetlerle, bin türlü meşakkatle dünya bizi mahveder, geçer gideriz. 

Adımız bile anılmaz olur. Hâlbuki bizler ölümü düşünmeden, kâinatın nasıl yaratıldığına dâir sebepler ararız. 

Yaratıcıyı, yaratılmışları, yaratılmanın sırlarını arar dururuz. 

Biz kendi hâlimize bakmadan her şeyi bilmek isteriz. 

Fakat ruhumuz beden karanlıklarından sıyrılarak geldiği yere ruh âlemine kendi asıl vatanına gidince, o zaman şüphelerden ve zanlardan kurtulur.

Hayatın ne olduğu belli olur.”

Rubaî:

“Aşk, Allah ile insan arasında bir peygamber gibidir. İkisinin arasında gelir gider, birbirinden haberler getirir götürür. Yeter artık sus, bunu âyet âyet okuma, zaten âyeti de aşk tefsîr eder.”