MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XX

“Ben aşkı gördüm, sarhoş bir hâlde şöyle diyordu:

Belâyım ben, belâyım ben, belâyım.

Ben oyum ki Tuvâ vadisinde,

Musa ile konuşan nurum,

Tanrıyım ben, Tanrıyım ben, Tanrıyım.

Şems-i Tebrizî dedim, sensin dedi, 

Senim ben, senim ben, senim…” Mevlâna

116. Güneşin vücuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa, güneşten yüz çevirme.

117. Gerçi gölge de güneşin varlığından bir nişân verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.

118. Gölge sana gece masalı gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır.

119. Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Bakî olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurûb etmez.

120. Güneş, gerçi dışarda tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.

121. Ama kendisinde esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.

122. Tasavvurda onun sığacağı bir yer nerde ki misli tasvir edilebilsin!

123. Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.

Abdülbâki Gölpınarlı, “Mevlâna, 116. beyitte, aşkı güneşe benzetmekte, güneşin varlığına delil nasıl güneşse, aşkın da aşka delil olduğunu söylemekte, bundan sonraki beyitlerde, güneşin meydana getirdiği gölgeyi âdetâ izâfî varlığa benzeterek, “Rabbinin işini görmedin mi? Nasıl da gölgeyi uzattı, dileseydi onu sâkin eder, uzatıp kısaltmazdı elbette; sonra güneşi delil ettik gölgeye, sonra da onu yavaş yavaş gizlice kendimize çektik, aldık” (Furkân, 45-46) âyet-i kerîmelerine işâret eylemektedir” diye açıklar.

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde, “Allah’ın, kalpleri güneşten daha parlak kulları vardır” diye buyurmaktadır.

Hasan-ı Zarîfî, insanın aslını güneşe benzetir ve aslını bulabilmesi, özündeki güneşe kavuşabilmesi için, güneşten de daha aydınlık olan mürşid-i kâmile işâret  ederek şöyle der: “Ey kabiliyetli tâlib, sen de güneşten daha aydınlıksın. Eğer sana da Allah yolunun rehberi gerekirse, güneşten daha aydınlık olan mürşid-i kâmilden yüz çevirme, onun hizmetinden uzak durma da sana rehberlik etsin.”

Bir şiirinde ne güzel seslenir bizlere Yunus Emre…

“Ey yârenler işidin! Aşk bir güneşe benzer, 

Aşık olmayan gönül, misâl-i taşa benzer. 

Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter, 

Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer. 

Aşkı olan gönül yanar, yumuşar muma döner, 

Taş gönüller, kararmış, sarp, katı kışa benzer. 

Ol Sultan kapısında, Hazretin tapusunda,

Aşıkların yıldızı, her dem çavuşa benzer. 

Geç ey Yunus endişeden, gerekse bu pişeden, 

Ere aşk gerek önce, sonra dervişe benzer…”

Nitekim, “İnsanı Allah’a aşktan başka hiçbir şey götüremez” diyor Hasan Dedemiz, “Her varlık bir koruyucu ister. Aşkınsa hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Aşk ebedîdir; yıkılmaz, sönmez, karanlık kabul etmez. Daimî bir güneştir aşk. Aşk, karanlıksız, gecesiz bir gündüzdür. Gündüz bile karanlık vardır da, aşkta yoktur. Gündüz vakti bir mağarada karanlık yok mudur? Aşkın ışığına hiçbir şey engel olamaz.”

Pîrimiz Mevlâna, “Güneş doğuverince ay yarılır” diyor.

Hasan-ı Zarîfî, manevî ayın, insanın kalbi olduğunu belirterek, “Onun yarılması, kâmil mürşid olan manevî güneşe yakınlaştığında, onun kudret parmağı, içindeki insanî karanlıkları ve kötü ahlâkı çıkarıp çeşitli faydali ilimler ve ledünnî bilgiler ile doldurmak için tâlibin kalbini yarar. Göğsün yarılması, Allah’ın şu sözüyle işâret edildiği gibidir: Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse…” diye buyurur. 

Abdülbâki Gölpınarlı ise, Mevlâna’nın bu beyitte, “Yaklaştı kıyâmet ve yarıldı ay ve onlar bir delil gördüler mi yüz çevirirler de sürüp giden bir büyü derler” (Kamer, 1-2) âyetlerine işâret etmekte olduğunu belirtir.

Nitekim, Enes bin Mâlik’ten rivâyet olunduğuna göre; Mekke’liler Hazreti Peygamber’den kendilerine bir mucize göstermesini istediklerinde, onlara ayın yarılmasını göstermiş ve Kureyş’liler, bu mucizeyi gördükten sonra Peygamber Efendimizi sihirbaz kabul etmişlerdir.

Hasan Dedemiz, “Hazreti Muhammed’in sadece dışına bakılırsa, bir yere varılmaz, onun dış kısmı bizler gibi görünür. Ama onun içi, yani hakiki yüzü, nur âlâ nurdur. O, hakiki yüzünü gösterirse yer gök yerinden oynar. Başta güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıklar ona rücû ederler. Onun yüzü bu sebeple örtülüdür” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna’nın, 123. beyitte belirttiği üzere, “Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.”

Abdülbâki Gölpınarlı, bununla ilgili olarak diyor ki: “Hakikat güneşi, gerçek yolcusunun gölgeye benzeyen varlığını yok eden güneştir. Mevlâna, bu beyitte Tebrizli Şemseddin’in adını anarak güneşten neyi ve kimi kastettiklerini açıklamaktadır.”

“Allah sende varlığını gösterdi, sen aşksın” der Hasan Dedemiz, “Aşk kemâle eriştiğinde, aşık güneşin altındaki gölge gibi kaybolur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XIX

Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi.

102. Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.

103. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arâzını ve sebeplerini de dinledi.

104. Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harâb etmişler.

105. Onlar, iç ahvâlinden haberdâr değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”

106. Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.

107. Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.

108. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu âfiyettedir, ama o, gönle tutulmuştur.

109. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

110. Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır.

111. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.

112. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcûb olurum.

113. Dilin tefsîri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.

114. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.

115.  Aşkın şerhine akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.

Hekimler vardır insanların dış hastalıklarını, yani vücutlarında meydana gelen hastalıkları tedavi ederler; bazı hekimler de vardır onlar da insanların iç hastalıklarını, yani ruhlarında meydana gelen hastalıkları tedavi ederler; bunlar mürşid-i kâmillerdir.

Bununla ilgili olarak, Hasan Dedemizin anlattığı, Hüsâmeddin Çelebi ile Mevlâna arasında geçen bir hikâyede, mecâzî yolla anlatılmak istenen çok güzel bir mânâ vardır.

Hikâye şöyledir…

Hüsâmeddin Çelebi, anne ve babasının tek oğlu; güneş parçası gibi, o kadar güzel bir çocukmuş ki, bir gün gözünde bir arpacık çıkmış, onun güzelliğini bozmuş. O sıralarda Hüsâmeddin Çelebi, ona uygun ayın ondördü gibi bir kız ile evlenmeye hazırlanıyormuş. Babası, Hüsâmeddin’i doktorlara, din adamlarına götürmüş; ne yaptıysa şifâ bulamamış. Birisi babasına ‘Sen bu çocuğu oraya buraya gezdirdin, hiç Mevlâna’ya götürdün mü, bir de ona götür’ demiş. Babası almış Hüsâmeddin’i Mevlâna’ya götürmüş. Mevlâna Hazretleri, o sırada gül bahçesinde geziniyormuş. İşe bakın ki; Mevlâna’nın da sol gözünde bir arpacık çıkmış, onbeş gündür rahatsız ediyormuş.

Gelmişler Mevlâna’nın huzuruna, elini öpmüşler.

Mevlâna, “Nedir müşkülünüz?” diye sormuş.

Hüsâmeddin Çelebi, “Bir aydan beri gözümde bir arpacık çıktı. Hiçbir doktordan, din adamından şifâ bulamadım” diye cevap vermiş.

“İlâhi Hakk!” demiş Mevlâna, “Onbeş günden beri benim de gözümde bir arpacık peydâ oldu. Ama hiç balta kendi sapını kesebilir mi? Bir nefes edeyim de ikimizden de bu arpacıklar gitsin.”

Hazreti Mevlâna’nın keremi sonsuz; nefes etmiş, ikisinin de gözündeki arpacıklar geçmiş. 

Hüsâmeddin Çelebi, o günden sonra Mevlâna’nın yanında kalmış, onun evlâdı olmuş ve onu o kadar sevmiş ki bir an dahî yanından ayrılmamış.

Hasan Dedemiz, “Allah dostları ile birlikte yola çıkıldığı zaman umutlar artar, umutsuzluklar azalır” der, “mürşid-i kâmiller hep şefkattir; asla kırıcı konuşmazlar, daima yapıcıdırlar. Çünkü amaçları karşılarındakini kemâle erdirmektir. Ondaki güzelliği meydana çıkarmaktır. Ondaki ‘insan’ı meydana çıkarmaktır.”

Nitekim, hekim hastalığı gördü, gizli olan her şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve padişaha söylemedi. Halayığın hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar… Halayığın da hastalığı söylediği sözlerden, konuşmalarından meydana çıktı, anlaşıldı.

“Kişi, dilinin altında gizlidir. Tencerede ne kaynıyorsa, kapağını açtığınızda içinde ne olduğunu kokusundan anlarsınız. Bunun için tencereyi kırmaya gerek yoktur. Sarraf olan kâmil mürşid, karşısındaki kişinin nasıl biri olduğunu, kalbinin temiz mi yoksa kirli mi olduğunu, daha ağzından çıkan ilk kelimeden anlar” diye buyurur Hasan Dedemiz, “Bizler de, mademki sarraf dükkanında çalışıyoruz, toplum ne ayardadır, konuşmalarından anlarız. Fakat bizlerin önemli bir vazifesi de, onların örtülerini kaldırmadan onlara insandan söz etmektir. Böylece belki o insandan örnek alır da, bir gün gelir o da güzel bir insan olur, Hakk olur.”

“Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır” diye buyuruyor Mevlâna.

Abdülbâki Gölpınarlı da, aşk usturlâbının mânâsını verirken, “Usturlâb nasıl güneşin, yıldızların bulundukları yerleri gösterirse, aşk da mânâ güneşinin, sır yıldızlarının yerlerini bildirir” diye açıklıyor.

Aşk, kemâle erene kadar türlü hâllerden geçer. Mecâzî aşklarda çile, şüphe, hüzün, ayrılık vardır. Mecâz dediğimiz geçici aşk, Hazreti Mevlâna’nın “Mecâzî aşk bana gelmek için köprüdür” diye buyurduğu üzere bir süreçtir. 

Abdülbâki Gölpınarlı, “İrfân ehline göre aşk ikidir” diyor ve şöyle devam ediyor: “Mecâzî, yani geçici; hakiki, yani gerçek. Geçici aşk, bir güzele gönül vermek, ona vurulmaktır. İrfân ehli, geçici aşkı da mecâzî olmakla beraber birliğe hazırlık olarak kabul eder. Bu yüzden de ‘Mecâz hakikatin köprüsüdür’ demişlerdir. Geçici olan mecâzî aşk olgunlaşınca güzelden güzellere, güzellerden güzelliğe, insanlığa ve dünyaya yayılmaya başlar; böylece de sevgili, aşıkın gözünde, gönlünde bir sembol kesilir; yaratılışı, yaratılıştaki hikmetleri, kudretleri görmeye, yaratılanı sevmekten, onda fâni olmaktan, yaratanı sevmeye, onda fâni olmaya yönelir. İşte bu yöneliş, geçici aşktan gerçek aşka ulaşmaktır. Geçici aşk, burada bir köprü mâhiyetindedir. Mevlâna’nın, ’Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur’ beyiti, bu inancı, bu mânâyı dile getirmektedir.”

Hazreti Mevlâna’ya, “Allah’ı bu kadar zikrediyorsun, meth ediyorsun, ona bir şiir söyler misin?” demişler. 

“Söylerim” demiş. “Yandım ey güzel, senin aşkına harâretine. Gayrı güzel sevmeyeceğim ey Rabbim senin aşkına.” 

Ne güzel söylemiş…

“Aşık toplumda belli olur” der Hasan Dedemiz, “benzi sarı, dudakları kuru, yüzü solgundur. Çünkü gece gündüz hep sevgilisini inleyerek onun hasretiyle erimektedir. İşte aşk budur.”

Yine Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar “Aşkı bize söyler misin, aşk nasıldır?” 

“Aşk, Allah’ın elidir. Aşka tutulan Allah’a tutulmuştur.” 

“Peki aşkın ağzı var mıdır?” 

“Aşkın ağzı olsaydı, bu koskoca cihan, aşkın ağzında ancak bir zerre görünürdü.” Koskoca cihan aşkın ağzında küçücük kalıyor… 

“Aşkın kapısı var mıdır?”

“Aşkın kapısı olsaydı, bu âlemde padişahlık taslayanlar o kapıda ancak bekçilik yaparlardı.” Onların padişahlıkları, hükümdârlıkları aşkın karşısında geçerli değildir. Aşk, padişahları bile köle yapar, âciz bırakır.

Mevlâna’nın buyurduğu gibi… Aşkın şerhine gelince akıl, çamura saplanmış eşek gibi yatar kalır. Aşkı ve aşıklığı ancak yine aşk şerh eder.

Şiir:

“Aşk… bir padişahtır, bayrağı görünmez.

Aşk… Tanrı Kur’an’ıdır, âyetleri bilinmez.

Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir,

Kanlar akar durur, fakat yarası belirmez.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVIII

Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi.

93. Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının içine çekti.

94. Elini, alnını öpmeye, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.

95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihâyet sabırla bir define buldum.

96. Ey vuslatı, her sualin cevabı! ‘Sabır genişliğin anahtarıdır’ sözünün mânâsı,

97. Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hâllolur gider.

98. Sen, gönlümüzde olanların tercümânısın, her ayağı çamura batanın elini tutan sensin.

99. Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kazâ gelir, fezâ daralır.

100. Sen, kavmin ulususun, sana müştâk olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse…”

101. Ağırlama, hâl hatır sorma meclisi geçince o zâtın elini tutup hareme götürdü.

Bu beyitler, bizlere yine Mevlâna ile Şems’in buluşmalarını hatırlatıyor.

Hazreti Şems, gönlünü açacak bir mürşid bulamayınca, bir gece Allah’a, kendisine gizli velîlerinden birini göstermesi için yalvardı ve karşılık olarak başını vereceğini ahdetti. Bunun üzerine, gördüğü bir mânâ sonucunda Mevlâna’yı bulmaya yola koyuldu.

Fakat hakikatte, Şems’in Mevlâna’yı aradığı kadar, Mevlâna da Şems’i aramaktaydı.

Sonunda buluştular ve iki deniz birbirine doğru aktı. 

Mevlâna ile Şems, bir odada tam üç ay halvet ettiler. Üç ay boyunca üç simidi paylaştılar. Halvetten çıktıklarında her ikisinin de bedenleri deri ile kemik hâlini almıştı. Gönül sahibi oldukları için birbirlerine sayısız inciler döktüler, gönül sırlarını paylaştılar.

95. beyitte Mevlâna, ‘başköşe’ diye buyuruyor. Hasan Dedemiz bununla ilgili çok güzel bir hikaye anlatıyor:

“Mevlâna ile Şems’i çekemeyen halk, onları ayırmak için Mevlâna’yı bir medresenin açılışına davet ediyorlar. Mevlâna, Şems olmadan gitmek istemiyor. Şems ne kadar itirâz etse de, sonunda beraber davete icâbet edip gidiyorlar. Fakat Şems içeriye girmiyor ve medresenin dışında kaldırımda oturuyor.

Açılış yapıldıktan sonra Mevlâna’ya soruyorlar: ‘Ya Mevlâna, başköşe neresidir bir evin içinde?’

Mevlâna şu cevabı veriyor: ‘Birincisi, bir evsahibi nereye oturursa, oraya başköşe derler. İkincisi, bir ulemâ, yani bir bilgin nereye oturursa, oraya da başköşe derler. Üçüncüsü ise, Sevgili neredeyse orası başköşedir.’ Ve fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, geliyor oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna. 

Mevlâna için sevgilisinin olduğu yer başköşeymiş… Zaten bir Hakk aşığı, kalbinde sevgilisine en güzel yeri verirse, onu her şeyden üstün tutup kalbinin başköşesine oturtursa, bir gün gelir perdeler kalkar, hakikatlere sahip olur. O göz de anlar ki bu âlemde bir güneş var, onun yanında bu dünyadaki güneş bir muma döner.”

Aynı durum, padişah için de geçerli olmuştu. Rüyasında gördüğü ve sabırla gelmesini beklediği o hekim, yani velî sonunda gelince, onu evinin başköşesine kadar çekmişti.

Mevlâna, 96. beyitte, ‘sabır genişliğin anahtarıdır’ diye buyuruyor.

Hasan Dedemiz, “Bulut gülün dostu, sabır ziyânın dostudur” der, “her ibâdetin aslı sabırla başlar. Sabreden kişi gönlünden beklentileri çıkarıp, kendi akıl ve tedbirini bir kenara bırakabilirse Allah’tan razı olmuş demektir.”

Beyit:

“Sen nasıl rızıka düşkün bir aşıksan, rızık da rızık yiyene öyle düşkün bir aşıktır… Babam, sabır demir kalkandır. Tanrı, kalkana, ‘Zafer geldi çattı’ yazısını yazmıştır.”

“İki cihanın hakimi olan kâmil nsanın, yani mürşid-i kâmilin, bizi sevk ve idare edebilmesi için, bizim ona nedensiz, niçinsiz bir teslimiyetle tâbi olmamız şarttır” diye buyurur Hasan Dedemiz, “asıl tasavvuf, asıl manevî ve ilahî bilgi, işte bu teslimiyettir.” 

Hasan-ı Zarîfî, “Ey birlik sırlarının tâlibi ve ey samediyyet parıltılarına yönelen kişi! Allah dostlarının Hakk nuru olduğunu bil” diye seslenir.

Nitekim Hazreti Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifte, “Ben Allah’ın nurundanım. Nebîler ve velîler benim nurumdandır” diye buyurmaktadır.

Hasan-ı Zarîfî şöyle devam eder: “Evliyâ ile karşılaşan kişi, açıklamaya ihtiyaç duymadan, tüm ahiret yolundaki şüpheleri ve dinî problemlerin hepsini onlardan hâl diliyle öğrenmiş olur. Çünkü onların mârifet nurundan, tâlibin kalbine bir ışık vurur ve cehâlet karanlıklarının perdelerinden onu kurtarır, onu hikmet ve mârifetlerin kaynağı hâline getirir. Mârifet dilinin tercümânı, onların gönlünde gizli olarak bulunmaktadır… İnsanların en seçkin olanlarına müctebâ ve murtazâ denir. Onlar tâlipler üzerine yüksek himmetlerini saçtıklarında, tâlipler belâlardan emîn olur ve çeşitli fetihler elde ederler. Onlara buğz eden, düşmanlığa kalkışan kişiler ise, düşmanlıklarına son vermezlerse helâk olurlar. Sâlik ve tâliplerin yol gösterici ve önderi olan, Süleyman makâmında bulunan devrin kutbu, cihan halkının efendisidir.”

Ne güzel buyurur Pirimiz Mevlâna…

“Ümitsizlik diyârına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyârına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Âgâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVII

Muvaffakiyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakiyet ve bütün ahvâlde edebe riâyet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fenâ zararları.

78. Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lütfundan mahrumdur.

79. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.

80. Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.

81. Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “Hani sarmısak, mercimek” dediler.

82. Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.

83. Sonra İsa şefaat edince Hakk, yemek sofrası ve tabaklarla ganîmetler gönderdi.

84. Yine küstâhlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.

86. Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve hârislik etmek küfürdür” dedi.

87. O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmemiş dilencilerin yüzlerine kapandı.

88. Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır.

89. İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstâhlıktan gelir.

90. Kim dost yolunda pervâsızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, nâmert odur.

91. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır.

92. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.

Abdülbâki Gölpınarlı, edebi ve edebi gözetmeyi, “Edeb, toplumlara, zamana, mekâna nispetle riâyet edilmesi gereken âdetlerdir ki bunları gözetmek, gözetenin mevkîni, şahsını yüceltir” diye açıklıyor.

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz, “Rabbim beni edeplendirdi ve edeplendirmesini de pek güzel bir hâle getirdi” diye buyuruyor ve yine bir başka hadîs-i şerifte edeb hakkında bizlere şöyle nasihat veriyor, “Evlâdınızı üç huyla edeplendirin: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehlibeyt’inin sevgisi ve Kur’an okumakla. Çünkü Kur’an okuyanlar, bilenler, başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde, peygamberler ve seçilmiş kişilerle beraber Allah’ın manevî gölgesinde gölgelenirler.”

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle devam ediyor, “İrfân ehline göre her şey, edeple düzene girer; her şeyin bir edebi vardır. Büyüğe saygı, küçüğü esirgeyiş, kadrince hürmet, hattâ cansızlara bile sevgiyle muâmele gerektir. İbretle bakmak, hikmetle söylemek, nefse uymamak, haddini bilmek, ululanmamak, kimseye kötü muâmelede bulunmamak, gönül kırmamak, bilgiye, kudrete güvenmemek, kendini âlemin merkezi, mihveri saymamak, kendisi için değil, halk için yaşamak, kimseye yük olmamak, aksine herkesin yükünü yüklenmek, edebin başlıcalarındandır.”

Hazreti Mevlâna’ya soruyorlar, “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, ilim tahsîl ettin; ne öğrendin?”

Mevlâna, “Haddimi bildim, adımı öğrendim” diye cevap veriyor.

“Peki neymiş adın yâ Mevlâna?”

İşte Mevlâna’nın verdiği cevap… “İnsan.”

“En güzel insan, Hazreti Muhammed Efendimizdir” diyor Hasan Dedemiz ve Hazreti Muhammed’in edebin kaynağı olduğunu ve “Edeb, nefsini tanıyıp, haddini bilmektir” diyerek, insan olmanın yüceliğine erebilmenin, Hazreti Muhammed’in huylarıyla huylanmaktan ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçtiğini belirtiyor.

Ve yine buyuruyor ki: “Allah, tamamiyle aşktır, zâtını görmek isterseniz o da Hazreti Muhammed’dir. Edebi olmayanın, aşkı da olmaz. Edeb, aşktan alınır. Aşıkların ders gördükleri yer, yine aşktır. Onlara mânen ders veren de yüce Allah’tır. Bizler öğrenciyiz, onun aşkı da, tekrarlayıp durduğumuz bilgidir… Aşkta celâl bulunmaz. Aşk daima cemâlin zâtıdır. Aşksız hiçbir varlık yoktur. Ancak bu aşkı yerine sarfedemiyoruz, her birimiz bir yere harcıyoruz da onun için Allah’ı bulamıyoruz. Allah’tan başka her şey ölüdür. Ölüye sarfedilen aşk da ölüp bitiyor. Aşkın geldiği yeri bulsak da, aşkımızı oraya sarfetsek; o zaman aşkımız gittikçe artar, ne biter, ne de tükenir. Aşık zaten, daima yok olmak isteyen insandır. Aşkı olan, diridir; aşkı olmayan ise, ancak bir gölgedir.”

Hazreti Mevlâna, 88. beyitte, “Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır” diyor. 

Abdülbâki Gölpınarlı bu beyitin mânâsını şu hadîs-i şerifle açıklıyor: “Yağmur yağmadı mı, bilin ki insanlar zekâtı menetmişlerdir. Allah da katındakini onlardan menetmiştir. Vebânın yayıldığını gördünüz mü de bilin ki zinâ çoğalmıştır.”

Yağmur, rahmettir; rahmet ise, merhamet. Merhametin kaynağı, sevgidir; Allah’ın da bizlerden en çok istediği sevgidir. Sevgi, insanın içindeki güneş gibidir. Nasıl ki dünyamız güneş olmadan bir işe yaramazsa, insan da sevgisiz bir işe yaramaz.

Ne güzel buyuruyor Mevlâna… “Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hâle gelir. Sevgiden dertler şifâ bulur. Sevgiden ölüler dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”

Sevginin olmadığı yerde kalpler hastalanır; gamdan kasavetten kurtulamaz. Nasıl güneşin olmadığı bir dünyada yaşanmazsa, insan da sevgisiz yaşayamaz.

“Dert de sende, dermân da; hastalık da sende, şifâ da” der Hasan Dedemiz, “Sen şifâya, dermâna yönel. Bil ki neye gönül verirsen, osun sen. İnsanın her dakika kendini yenilemesi, iyiliğe, güzelliğe doğru yol alması gerek. Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana lâyık bir yaşam sürelim.”

91 ve 92. beyitlerde, “Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur” diye buyuruyor Mevlâna, “Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Güneşin tutulmasının, edebe riâyet edilmemesine bağlanması şuna işaret olsa gerektir” diyor, “Ay, dünya ile güneşin arasına girince ayın gölgesi, dünyaya düşer, güneşin bir kısmı, yahut hepsi görünmez olur; bu, ay’ın edebe riâyet etmemesi suretiyle tevcîh edilmiştir.”

Hazreti Mevlâna, güneşin tutulmasını, Hakk’ın nurunu yitirmek olduğunu şu sözleriyle açıklıyor ve soruyor bizlere… “Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin? Nihâyet yine Allah tapısına yüz vurup, yâ Rabbi, o karaltıyı gider, yine nurunu ver demez misin?”

Hasan Dedemiz, “Aşk, hep hiçliktir; aşkın mâhiyeti, tamamen yokluktur… Aşksız ilmin sonu, benlik ve gurur; gururun sonucu ise azâptır…” der, “İblis’in ilk ismi Azâzil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün âzâların efendisiydi. Âdem karşısında gurura kapıldı, insanı Hakk olarak görmedi, Hakk’a karşı geldi. Cenab-ı Hakk, bunun üzerine onun ismini değiştirdi, Azâzil iken, İblis ismini aldı. Bir kişi eğer çok bilgiye sahip olur ama benliğinde yaşar ve başkalarını hor hakîr görürse, onun da İblis’ten hiçbir farkı yoktur… Öte yandan, tevâzu ve edeple yoklukta durarak, Allah’ı kendinde bulan insandan da daha mukaddes bir varlık yoktur. O, her şeyin, hatta meleklerin bile üstündedir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVI

“İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın.” (Necm, 9)

66. Vade zamanı gelip gündüz olunca… güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca.

67. Rüyada kendine gösterdikleri zâtı görmek için pencerede bekliyordu.

68. Bir de gördü ki, fazîletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş.

69. Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu hâlde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı bir hayal üzere yürür gör!

71. Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Övünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.

72. Evliyânın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.

73. Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir Pîrin çehresinde görünüp duruyordu.

74. Padişah bizzat mabeyncilerin yerine koştu, o gaybden gelen konuğun huzuruna vardı.

75. Her ikisi de aşinâlık öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.

76. Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.

77. Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğruna belime gayret kemerimi bağladım” dedi.

Bu hikâyede anlatılmak istenen, Mevlâna ile Şems’in buluşmasıdır, demiştik.

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme adlı eserinde, Mevlâna ile efendisi Şems’in buluşmalarını şöyle anlatır: “Dileyen, sevgilisine aşkı gerçekse, sonunda dileğine ulaşır. Çünkü arayan bulur; ne mutlu o kişiye ki ona kul olmuştur. Kul, gerçekse, padişah demektir; çünkü sevgili, ona aşık olur. 

Onun da Hızır’ı, Tebrizli Şems’ti; o, öyle bir erdi ki ona kavuşsan, onunla buluşsan, hiçbir kimseyi bir arpa tanesine bile almazsın; karanlıklar perdelerini yırtar geçersin… Mevlâna, Allah katında, gerçeklik, temizlik bakımından herkesten daha ileriydi, daha hastı. Allah, Şems’in ona yüz göstermesine, o suretle de yakınlığının daha da artmasına razı oldu. Diledi ki artık başkasına tamah etmesin, başkasının sevgisini gönlünden atsın; âlemde, tek kişi olsa, çağının özü-özeti bulunsa bile ondan başka hiç kimseyi aramasın; kimseye bu ihsandaki özellik nasîb olmasın, bu buluşmaya ancak o nâil olsun. 

Bir hayli bekleyişten sonra Şems’in yüzünü gördü; sırlar, ona gün gibi aşikâr oldu. Görülmesi mümkün olmayanı gördü; kimseden duyulmayacak şeyleri duydu. Niyâz ederek onun kokusunu aldı da perdesiz olarak yüzünü gördü. Ona aşık olup elden çıktı; yanında yücelikle alçaklık bir kesildi. Onu evine çağırdı; padişahım dedi, bu sözü şu dervişten işit; evim sana lâyık değil ama gerçek olarak sana aşıkım ben. Kulun nesi varsa, ne elde ederse, şüphe yok ki hepsi, efendisinindir. Bundan böyle ev, senin evin; tam bir inançla dosdoğru hareket et. Bundan sonra ikisi de hoş bir suretle yürüdüler; sevinerek, gülerek eve doğru yol aldılar…”

Kur’an-ı Kerim’de, Kehf sûresinin 90. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.”

Hasan Dedemiz, “Bu cihanın Kutbu, insanların gözbebeğidir, onu arayıp bulmak gerekir” diyor ve Pîrimiz Mevlâna da, Kutub için şöyle bir dil sarfediyor ve diyor ki: “O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığı ile geçinir. O akla benzer, halksa onun uzuvlarıdır. Kutub kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde. Hatta o, işte O’dur! Güneş, yüzünü insan sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver!..”

Padişah da, rüyasında gördüğü o zâtı beklemeye koyuldu. Sonunda beklediği o zât, uzaktan bir hilâl gibi erişmekte, yok olduğu hâlde hayal şeklinde var gibi görünmekteydi; fazîletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimseydi, gölge ortasında sanki bir güneşti…

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz, güneşi de, o gölge üzerine bir delil yaptık.” (Furkân, 45)

Hazreti Mevlâna, “Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür… Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça ‘Semme vechullah’ı nasıl bilebilirsin? Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür” diye buyurur.

Abdülbâki Gölpınarlı, “Hayal, hakikat karşılığıdır” diyor, “Gerçekte olmayan, hayal kuvvetiyle zihinde beliren, bir sebeple göze görünen şekillere denir. Hilâl, ilk gece pek ince olduğu için her göz göremez; görülse bile hayal gibi görünür. Mevhum varlığını bırakan, bu günün deyimiyle ferdîyetinden, benliğinden, bencilliğinden geçen kişiyse, kendisi için yaşamaz, onun bütün varlığı, halkındır; o, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmıştır; varlığı âlemlere rahmet olmuştur.”

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “Yüce Allah’ın öyle kulları vardır ki Allah onları, insanların ihtiyaçlarını gidermeye memur etmiştir. İnsanlar ihtiyaca düştüler mi, onlara sığınırlar; onlar Allah’ın azâbından emindirler.”

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle devam ediyor: “Bu çeşit kişiler, görünüşte vardır; fakat varlıkları, kendilerinin olmadığı için hayale benzetilebilirler. Âlem de Allah’ın hükümlerinin, eserlerinin, kudretinin, hikmetinin aynasıdır; iki yokluk arasında bir varlık gibi görülür, âdetâ hayaldir. Görünüşte vardır; gerçekteyse yoktur. Halkın barışı, savaşı, övünmesi, yerinmesi birer hayalden ibarettir.”

Bundan dolayı Mevlâna, 72. beyitte, ‘Evliyânın tuzağı olan hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir’ diye buyuruyor.

Abdülbâki Gölpınarlı, bununla ilgili olarak, “Esmâ yoluyla yol almak isteyenler, esmânın verdiği zevkle, o zevke düşkünlükle hayallere dalarlar; rüyalara kapılırlar, keşiflere, kerâmetlere ehemmiyet verirler. Fakat ehemmiyet verdikleri şeylerin hepsi de Tanrı’nın gülbahçesindeki ay yüzlülerin ışıklarının vuruşudur ancak. Maksatsa, o ay yüzlülere kavuşmak değildir. Bunların zevklerine dalanlar, gerçeğe ulaşamazlar; hattâ kendilerinden kerâmetler zuhûr ettikçe benliğe bile düşerler; bu yüzden yollarından kalırlar; hattâ Tanrı kapısından bile sürülebilirler. Müsemmâ yoluyla yol alanlarsa aşkı ve cezbeyi kılavuz edinirler; o cezbenin ateşiyle varlıklarını yakarlar; maksada ulaşırlar.”

Niyâzî Mısrî,

“Âdeme eşyada esmâ görünür,

cümle esmâdan müsemmâ görünür…” 

beyitinde esmâ ve müsemmânın farkını dile getirmektedir.

“Asıl olan esmâdan hüsnâya varmaktır” diye buyurur Hasan Dedemiz ve bir hikâyede, Hazreti Şems’in bir gece yolda giderken birine rastladığını ve bu zâtın bir leğen içinde ay’ı seyrettiğini anlatır.

Hazreti Şems sorar, “Efendi, gecenin bu vaktinde leğene su koymuş bakıyorsun, ne seyrediyorsun o leğen içinde?”

“Ay’ı seyrediyorum.”

“İlâhî…” der Şems, “ensende çıban mı var da başını kaldırıp ay’ı gökyüzünde seyretmiyorsun?..”

“Hakk yolunda hakikate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur” der Hasan Dedemiz, “Hakk yolunda yürüyen aşık ilahî sevgiyi gönlünde hissedince onun için baht da budur, devlet de budur; zevk de budur, yaşayış da budur. Onun için bu aşktan, bu sevdadan başka bir alışveriş, başka bir kâr yoktur.”

Nitekim hikâyede, Padişah da bizzat mabeyncilerin yerine koştu, yani hayal perdelerini aştı ve, o gaybden gelen konuğun huzuruna vardı. Her ikisi de birbirlerine aşinâ bir tek deniz gibiydiler, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı…

“O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi.” (Rahmân, 19)

Padişahın mecazî olan aşkı ilahî aşka dönüştü, “Benim asıl sevgilim sensin, o değil” dedi ve “Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğruna belime gayret kemerimi bağladım” diyerek teslimiyetle hizmete koyuldu.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XV

Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kaldığını padişahın anlaması, Tanrı tapusuna yüz tutması ve bir uluyu rüyada görmesi.

55. Padişah, hekimlerin âciz kaldığını görünce yalınayak mescide koştu.

56. Mescide gidip mihrâb tarafında yöneldi. Secde yeri gözyaşından sırılsıklam oldu.

57. Yokluk istiğrâkından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda meth ü senâya başladı:

58. “Ey en az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.

59. Ey daima dileğimize penâh olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.

60. Ama sen ‘Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök’ dedin.”

61. Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.

62. Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir Pîr göründü.

63. Dedi ki: “Ey Padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.

64. O gelen hâzık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.

65. İlacında katî sihri gör, mizâcında da Hakk kudretini müşâhede et.”

Padişah, hekimlerin halayığın tedavisinde âciz kaldıklarını görünce, yalınayak mescide koştu. 

Buradaki ‘yalınayak’ olmayı, Hasan-ı Zarîfî, tevâzu ve edeb olarak yorumluyor ve “Zirâ, daha önceki devirlerde Beytullah’ı yalınayak tavâf etmişlerdir. Bu beyitin gerçek mânâsı, Beytullah olan kalbi dünyevî düşüncelerden boşaltmaktır” diye buyuruyor.

Bir şiirinin dizelerinde,

“Hiçbir renge mahkûm etme, Beytin olan kalbimi, 

varlığınla varlıklanan kalpte âzâb istemem…” 

diye bizlere seslenen Hasan Dedemiz, “Kalb, yani gönül, Allah’ın evidir” der.

Pîrimiz Mevlâna, gönül hakkında şöyle bir dil sarfeder ve der ki: “Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavâf et; topraktan yapılmış zannettiğin Kâbe’nin mânâsı gönüldür! Cenab-ı Hakk, görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur… Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir. Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’den de, Kalem’den de!.. Harâb gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir. Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur!..”

Nitekim, padişah da mescide koştu, mihrâba yöneldi ve secde yeri gözyaşlarından sırılsıklam oldu…

Ne güzel söyler Hasan Dedemiz… “Ağlayan aşıkları ağlatan kudreti görebilseydik, o zaman derdi verenin dermân olduğunu bilebilirdik… Allah’ı çağırın, ağlayıp inlemeyi bırakmayın ki Allah’ın merhameti sizlere erişsin.”

Sultan Veled Hazretlerinin bir duası vardır, şöyle münâcatta bulunur: “Gönülden feryâd et de Yârabbi de, gece-gündüz benimlesin, bana onlardan yüz göstermedesin; hem de soluktan soluğa, gizli-açık. Yine de lütfet de büyük velîlere gösterdiğin yüzü göster, bizi de onlara kat; bizi de dervişler bölüğüne ver de onlar gibi has olalım, o büyük kavuşma sarayında oturalım, sohbet arkadaşı olalım. Bize kendini, aşk ehline, tertemiz kullarına gösterdiğin gibi göster. Göster de o kavuşmaya şükredelim; o zan, o şüphe perdesinden çıkalım, tam inanç dünyasında yürüyelim. Köksüz-yersiz âlemde koşalım, hepimiz de can olalım, can bağışlayalım; yoksula pâhâ biçilmez defineler ihsan edelim. Kulluğu bırakalım da padişah olalım; el tutar bir hâle gelip düşenlere yardım edelim, cihanın sığındığı kişiler olalım. Felek hükmümüzde dönsün… Erlerin padişahlığı bunun da yüzlerce mislidir.”

“Dua, münâcat demektir” diye açıklar Hasan Dedemiz, “Eğer bir kişinin zihni ve kalbi bütün dünya muhabbetlerinden arınmış ise, zihni ve kalbi tamamen Allah’a yönelmiş ise o kişinin duası suret bulur, gerçekleşir.”

Abdülbâki Gölpınarlı’nın bizlere işaret etitği Kur’an-ı Kerim’deki Bakara sûresinin 186. âyetinde de şöyle buyrulmaktadır:

“Kullarım sana beni sorarlarsa bilsinler ki ben, muhakkak onlara pek yakınım, dua ettiği an dua edene icâbet ederim. Artık onlar da benim çağırmama koşsunlar, bana inansınlar da doğru yolu bulsunlar.”

Nitekim padişah, tâ can evinden coşup ağlayarak temiz bir gönülle Allah’a yönelip dualarda bulununca, bağışlama denizi de coşmaya başladı, merhamet erişti… Padişah, ağlama esnasında kendinden geçip uykuya dalınca, rüyasında bir Pîr göründü ve padişaha dileklerinin kabul olduğunun ve halayığın hastalığını tedavi edecek hâzık bir hekimin yola çıkmış gelmekte olduğunun müjdesini verdi. Onun pîrlerden olduğunu, bir yabancı olmadığını, emin ve gerçek erenlerden olduğunu bildirdi.

Hâzık hekim olan Pîr’den maksat, kâmil mürşid olan velîdir.

Zirâ, Hasan-ı Zarîfî, “Ey aziz! Bil ki, velîlere Pîr denilir. Şeyh, halîfe, önder, kutub, yol gösteren ve mehdî de denilir; zamanın sahibi, bilgin, olgun ve olgunlaştıran, cihanı gösteren kadeh de denilir” der, “O, panzehirdir, dünyayı gösteren ayna ve büyük bir iksirdir; kuşların dilini bilen Süleyman’dır; ölüyü dirilten İsa’dır. Mevlâna, ‘Onun ilacındaki mutlak sihri gör’ diyor. Mutlak sihirden murat, ilminin, hikmetinin ve bilgisinin mükemmelliğidir. Allah’ın kudreti onda görünür.”

İşte Pîrimiz Mevlâna da buyuruyor ki:

“Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslim ol… Mademki Hakk, onun eline ‘Kendi elimdir’ dedi; ‘Yedullahî fevkâ eydîhim’ hükmünü verdi; şu halde Allah eli, onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir. Bu yolu, nâdir olarak yapayalnız aşan bile yine pîrlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır. Pîrin eli, kısa değildir, gaybdekilere de erişir. Onun eli, Allah kabzasından başka bir şey değildir ki.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XIV

“Canlardan perde kalksaydı, canların her sözü mesîhane olurdu.” Mevlâna

43. Padişah sağdan, soldan hekimleri topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.

44. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermânım o.

45. Kim benim canıma dermân ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı o aldı.”

46. Hepsi birden dediler ki: “Canımızı fedâ edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.

47. Bizim her birimiz bir âlem mesîhidir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”

48. Kibirlerinden Allah isterse (inşallah) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.

49. “İnşallah” sözünü terk ettiklerini söylemekten maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızî bir hâlet olan inşallahı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.

50. Hey gidi hey, nice inşallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşallah”la eş olmuştur.

51. İlaç ve tedavi nevînden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı.

52. O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı gözyaşı ırmağa döndü.

53. Kazara sirkencebin safrayı arttırdı. Bademyağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.

54. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

Padişah, yani Hakk’ı arayan yolcu (mürid) nefsine uyup dünyaya meyledince kalbi hastalandı, sıkıntıya düştü, çareler aramaya koyuldu. Bunun için türlü hekimlere başvurdu; yani derdine dermân olması, kalbini ferahlatıp sükûna erdirmesi için bazı mürşidlerden medet umdu. Fakat her mürşid kâmil olmadığından, yolcunun derdine de dermân olamadılar. 

Bir deyiş vardır: Kendisi himmete muhtaç dede, kime himmet ede?..

Yani, kendisinden beklenen devâ bulma kadrine, kabiliyetine sahip olmak bir yana, bizâtihî kendisi yardıma, devâya muhtaç olan, nasıl bir başkasına yardım edebilir, derdi olana devâ olabilir?..

“Hazreti Mevlâna’ya göre irşâd, kâmil yani olgun insanın hakkıdır” der Hasan Dedemiz ve şöyle devam eder, “Kâmil olmayan mürşidlere inanmamalıdır. Onların kâmil olmadıkları meydana çıkıncaya dek arayış içindeki yolcunun ömrü tükenir. Bu gibi mürşidler halkı aldatmak için dükkan açıp oturmuş kişilere benzer. Onlardan hiç farkları yoktur. 

Kâmil insan, yani mürşid-i kâmil, yolcusunun mantığına hitâb eder, ruhuna hitâb eder, gönlüne hitâb eder; yolcu bu dört yerden gıdasını alır ve orda kendini yetiştirmeye çalışır. Eğer bulduğu mürşid aklına hitâb edemiyorsa, ruhuna hitâb edemiyorsa, gönlüne hitâb edemiyorsa orada hiç durmasın. Neden? Çünkü her saniyesi zâyî oluyor, boşa gidiyor demektir.”

Sultan Veled Hazretleri, Maarif isimli eserinde kâmil mürşid hakkında der ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibadetten daha üstündür. Onun gölgesinin altında oturmak, Hakk’ın yanında oturmaktır.”

“İnsan olmadan, ney nasıl kendi kendine ses çıkaramazsa, mürşid-i kâmilden de seslenen Allah’tır” der Hasan Dedemiz, “Yani onun sözleri, doğrudan doğruya Allah’ın sözüdür. Allah’ı bulmak için mutlak ve mutlak onu bulmak lazımdır.”

Nitekim, Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Danışılan kişi, güvenilen bir kimse olmalıdır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Mesîh kelimesinin, bir şeye el sürmek mânâsında ‘mesh’ten geldiğini söyleyenler vardır” der ve “Mesîh, İsa Peygamberin lâkâbıdır ve Kur’an-ı Kerim’de birçok sûrede ‘Meryemoğlu Mesîh’ diye geçer. Yani doğuştan kutlu olmak, bereketle meshedilmiş ve suçlardan arınmış olmak mânâsındadır” diye buyurur.

Beyit:

“Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, 

Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!”

Hasan Dedemiz, “Kendisine kıyâmda bulunulmasını isteyen kişide kibir vardır. Kıyâm ancak Allah’ın huzurunda yapılır. Kibire kapılıp ‘Benim’ diyen benliğe düşer. Benlikten konuşan kişi gerçekte âcizdir. Fakat ‘Ben Allah’ınım!’ diyen ve bütün varlığını, benliğini, Allah’ın varlık deryâsına atan ise, Allah’ın her şeyi çevreleyen sıfatına mazhâr olur. O, her şeyi kapsıyor demektir” der.

Ve Kur’an-ı Kerim’de, “Hiçbir şey hakkında, bunu mutlaka yarın yapacağım deme; ancak Allah dilerse yaparım de ve bir şeyi unutunca Rabbini an ve de ki: Umarım, Rabbim beni bundan daha ziyâde hayra ve doğruya yakın bir şeye erdirir ve bana başarı verir” (Kehf, 23-24) diye buyrulmaktadır.

Abdülbâki Gölpınarlı, ‘İnşallah’ yani ‘Allah dilerse’ sözünü Mevlâna’nın görüşü üzere şöyle açıklıyor: “Mevlâna, ‘Allah dilerse’ sözünün, ağızdan denmesini yeter bulmuyor, gönülden Allah’a sığınmak gerektiğini, hattâ gönlüyle Allah’a dayanan, onun irâdesine bağlanan kişinin bu sözü demese bile, demiş sayılacağını bildiriyor; Allah’ın kudretine sığınmayan adamın, gönlünün kapalı, mühürlü olacağını anlatıyor. Gerçekten de kendisini Tanrı kudretine veren, ona sığınıp dayanan kişi, irâde kudretine, azme sahip olur ve dilediği işi, bu gayretle başarır; kendi kudretine güvenense çok defa hüsrâna uğrar.” 

Nitekim, Hazreti Mevlâna, “Sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde de Allah dilerse sözünü söyleyin. Çünkü O, gönüle her zaman başka bir meyil verir, her an gönüle başka bir dağ vurur” diye buyurur.

Sonuç itibâriyle, hikâyenin devamında, halayığı tedaviye gelen hekimler, olgunluğun kemâline ve irşâd derecesine ulaşamamış olmalarından dolayı, hastalığı iyileştirmede âciz kaldılar. Hattâ uyguladıkları reçetelerle, fayda vermek bir yana, hastalığı daha da arttırdılar. Sirkencebin safrayı arttırdı. Bademyağı da kuruluk tesiri gösterdi. Karahelile kabza sebep oldu, ferahlık gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

Halayığın hastalığı artınca, padişah da daha çok ağlayıp inlemeye, kanlı gözyaşları dökmeye başladı.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XIII

“Onun sıfatlarını bugün burada, 

zâtıını ise yarın görebilirsin.” Gülşen-i Râz (Şebüsterî)

41. Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış.

42. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!

Hasan-ı Zarîfî şöyle buyuruyor: “Tembel insanlardan olan dünyanın abdalları, dünyada bulundukları müddette kendi kıymetli ve emsâlsiz ömürlerinin kıymetini bilemediler ve onu zâyi ettiler, amelleri ve mârifeti terkettiler. Sonra uhrevî âleme gidince, ahiret yüceliğinin ilim ve amelle ilgili olduğunu gördüler. İlim ve amelde çalışıp çabalamayı amaçladılar ama tâkât bulamayıp feryâd ü figân ettiler. Şöyle dediler: Bir daha bu ateşten çıkmaya yol var mıdır?”

Nitekim, Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Dünyanın süsü malla, ahiretin süsü amellerledir.”

Ve bir diğer hadîs-i şerifte de şöyle der: “Şu beş cevherin kıymetini bilin: Ölmeden önce hayatın kıymetini, yaşlanmadan önce gençliğin kıymetini, hastalanmadan önce sağlığın kıymetini, fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin kıymetini.”

O halde, bu cevherlerin kıymetini bilememek şu şekildedir: Testi varken su bulamadı, su bulunca da testi kırılmıştı. 

“Susamış kimse Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da İnsan-ı Kâmil’dir. O, susamış kişiye âb-ı hayattır” der Hasan Dedemiz. O halde, vakit geçirmeden insan-ı kâmili bulmak ve testiyi âb-ı hayatla doldurmak gerek.  

Nitekim, Mevlânamız şöyle seslenir bizlere, der ki: “Kendine gel ey yolcu! Kendine gel! Akşam oldu; ömür güneşi batmak üzere… Gücün kuvvetin varken; şu iki günceğizde olsun cömertlikte bulun, iyi işler yap… Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son senelerini iyi ek, iyi harca da; şu iki nefeslik ömürden uzun bir ömür elde edesin…

Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da fitilini düzelt, çabucak yağını koy. İyi işler yaparak son günlerini amel ve ibadetle geçir, gönül kandilini uyandır. Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tövbe ve istiğfâr ile işe başla ki, ekin mevsimi, iyilik günleri büsbütün geçmesin. Öğüdümü dinle, beden güçlü bir bağdır. Bizi iyilikten alıkor. Hakk yolunda sana engel olur. Yenileşmek, kendini tamir etmek istiyorsan, eskiyi çıkar at; bedene ait isteklerden vazgeç; ruhanî zevkleri, manevî heyecanları ara…”

Hazreti Şems-i Tebrizi’ye kulak verelim, o da diyor ki: “Akıllı insan gerektir ki, bir defa pişman olsun, ömründe bir kere tövbe etsin; bu bir defalık tövbe ve pişmanlık da ona çok utanç versin. Her şeyi kendinde görsün.”

Asıl meselenin, bir şeye hem içiyle hem dışıyla yakın olabilmenin ve onu hem yakından, hem de uzaktan görebilmenin ancak Allah görüşüyle olduğunu söyleyen Hasan Dedemiz şöyle sesleniyor bizlere: “Vücudumuz maddî olduğu için tabiata mahkûmdur ve tabiattan çıkan maddî gıdalarla büyür. İçimizdeki hakiki varlık ise ne yer, ne de içer… Bu bedenin gıdası ‘nafaka’, onun gıdası ise ‘nefhâ’dır, yani kelâmdır.”

Bir gün Hüdâvendigâr Mevlâna’ya, “Allah katına nasıl çıkılır?” diye sormuşlar, onlara şu cevabı vermiş: “Yoklukla çıkılır.” 

Hasan Dedemizin Hakk aşıklarına güzel bir seslenişi var…

“Ey Allah’a gönül veren Hakk aşığı! 

Sen cevher aramaktasın, cevher yokluktadır. 

Yokluktan başka bir şey ararsan, 

Bil ki hüzündür, tasadır. 

Yokluktur şifâ, yokluktan başka ne varsa, 

Bil ki hastalıktır, illettir. 

Dünya tümden bir başağrısı, 

Dünya tamamen bir aldanıştır. 

Yokluk ise dünyada definedir, 

Maksat odur, o da Allah’tır. 

Onu ara bul, ona koş, 

O da Mevlâna’dır…”

“Bizlerdeki bütün varlık, dirilik hepsi Allah’a aittir. Bize ait hiçbir şey yoktur” diyor Hasan Dedemiz, “Göz onun kudretiyle görüyor, dil onun kudretiyle konuşuyor, kulak onun kudretiyle duyuyor, burun onun kudretiyle koku alıyor. Yok eğer bunlar senin elindeyse, o zaman hastalanma ya da yaşlanma bakalım. Bunlara hakim olamadığına göre, demek ki kudret sahibi biri var. O kudret de sana ait değil; o kudret sahibi, bir olan Allah’tır… Çalış, her zerren göz olsun; çalış, her zerren kulak olsun. İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık hiçbir şey gizlenmez; güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o artık her şeyden haberdârdır, her şeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir.”

Niyâzî Mısrî bir şiirinde şöyle seslenmiş…

“Hakk ilmine bu âlem bir nüshâ imiş ancak, 

Ol nüshâda bu Âdem bir nokta imiş ancak. 

Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ, 

Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XII

Hasan Dedemizin lütfu, feyizleri ve keremleriyle Pirimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’nın, insanı insana söyleyen, yüce mânâlarla dolu, ölümsüz eseri Mesnevi’nin ilk hikâyesi olan “Padişah ve Halayık”la yolculuğumuza devam ediyoruz. 

Bu hikâyenin baş kahramanları, bir Padişah, bir halayık (câriye), kuyumcu ve Lokman hekim…

Hasan-ı Zarîfî’nin şerhine göre, Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek sâlikin (müridin) kalbi; halayıktan maksat, onun kuyumcuya, yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsi; Lokman hekimden maksat ise müridin nefsini terbiye edecek olan manevî rehber, yani mürşid-i kâmildir.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın şerhine göre, “Bu hikâyede anlatılmak istenen Mevlâna ile Şems’in buluşmasıdır.

Hikâyede geçen ilahî hekimin gelişi, Padişahla buluşması, Tebrizli Şemseddin’in Konya’ya gelip, Mevlâna ile buluşmasını hatırlatır. Esasen hikâyenin 143. beyiti, “Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizi’den bundan fazla bahsetme” diyerek Şemseddin’i birinci planda tutar. Hikâyenin 123. beyitinde, “Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi” ve 142. beyitinde de, “Bu âlemi aydınlatan güneş” ithâfıyla Şemseddin’in adı geçer.

Hikâyede Mevlâna âdetâ, Şems gelince geçici aşktan gerçek aşka, zahitlikten ârifliğe, maddeden mânâya, ilimden irfâna, aşıklıktan maşukluğa ulaştığını ve vehme dayalı olan bağımlı varlığının yok olduğunu anlatmaktadır.”

Hasan Dedemiz bir sohbetinde, “Hüdâvendigâr Mevlâna, Peygamber Efendimiz gibi ümmî değildi, bir çok bilgilere sahipti. Fakat Şems-i Tebrizi’yle buluşunca bütün bilgilerini bir kenara bıraktı” der ve “Hüdâvendigâr Mevlâna, babası Sultan’ül Ulemâ’dan zahiri bilgileri, ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Efendi’den batınî bilgileri öğrenmişti. Şems-i Tebrizi’yle buluşunca ondan ledünnî bilgileri elde etti ve artık zahirî ilme el atmadı, her yere içinden gelen ilhamlarla, o güzel duygularla baktı, sevgiyle aşkla ortaya çıktı. Mevlâna, Şems’i bulana kadar ümmî değildi, ama Şems’i bulduktan sonra ümmî oldu… Hüdâvendigâr Mevlâna, zahirî ilmi bırakıp aşk ilmine geçince, câmiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk âleminde yaşamaya başladı” diye anlatır.

Hikâye

Padişahın bir halayığa aşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbîri!

35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bugünkü hâlimizdir.

36. Bundan evvelki bir zamanda bir Padişah vardı. Hem dünya, hem din saltanatına malikti.

37. Padişah, bir gün hususî adamlarıyla av için hayvana binmiş, gidiyordu.

38. Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.

39. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.

40. Onu alıp arzusuna nâil oldu. Fakat kazârâ o halayık hastalandı.

Hasan Dedemiz, “Her gün aslında bugündür” der, “dün ve yarın diye bir şey yoktur, dünü bugünü tâyin eden güneştir. Batmayan güneşi bulanlar için, zaman diye bir şey kalmaz.”

“Bu hikâye temsil yoluyla anlatılmıştır, onu gönül kulağıyla dinlemek gerekir, inkâr edenlerin kulağıyla değil” diyor Hasan-ı Zarîfî ve ekliyor, “Ey ilahî sırlara tâlip olan, sonsuz makamları arayan kişi! Bu hikâye senin tarîkat yolunun anlatılışıdır. Bil ki bu, velîlerin tarîkat yolunun açıklanmasının temiz hikâyesinden başka bir şey değildir.”

Tekrar hatırlayalım… Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek müridin kalbiydi.

Bu kalb, evvelki bir zamanda, ruhun vücud bulmadan önceki hâli gibi tertemizdi, hem dünya hem din saltanatına sahipti.

Hasan Dedemiz der ki: “Ruh, bedene intikâl etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, ruh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “İnsanoğlunun bedeninde bir et parçası vardır. O et sağlıklı olunca bütün beden sağlıklı olur, hastalanınca bütün beden hastalanır. Dikkat edin, o et parçası kalptir” diye buyurur. 

Hasan-ı Zarîfî, 37. beyitte geçen padişahın ‘hususî adamlarıyla, av için’ tanımlamaları hakkında, hem zahirî özellik ve kuvvetlerle hem de batınî hisler ve kuvvetlerle, kutsal ilhamları ve gözlemlenen tecellîleri avlamak olduğunu vurguluyor, ki Hasan Dedemiz de, insandaki nefsin, gönlü maddî isteklere ve arzulara doğru çektiğini; gönlün ise asıl yurduna iştiyâk duyduğunu, mânâya doğru aktığını söyler ve insanın göstermesi gereken asıl gayretin mahîyeti ile ilgili şöyle misâl verir: “Asıl gayret, Allah’a kavuşabilmek için gösterdiğiniz gayrettir. Bu neye benzer; sen türlü yollarla elinden geleni yapıyorsun, çapa elinde denize yol açıyorsun. İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yani ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak…”

Nitekim, padişah da doğru yolda giderken, yolda bir halayığa rastladı ve onun kölesi oldu; yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsine uydu, hakikatinden uzaklaştı.

Hasan Dedemiz, bedenleri bir kafese benzetir ve “Eğer kendimizi, ruhaniyeti zenginleştiren davranışlarla, hizmetlerle beslersek, kafesimiz türlü güzellikte kuşlarla süslenir. Ama gayretlerimiz hep dünya ve dünya kazançları için olursa, kafesimiz bize zindan olur, bizi güzelliklerden uzaklaştırır. İnsan aslını arayıp bulursa en büyük zenginliğe kavuşur ama aslını bulamazsa ömrünü boşuna geçirmiş olur” der.

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, “Kendilerine ilahî kelâmı emanet ettiklerimizden bilgili kimseler önce onu gerçek mânâda anlayarak gönüllerine indirerek okurlar. İşte ona iman edenler onlardır. Her kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara uğrayanların kendileridir” (Bakara, 121) diye buyrulmaktadır.

Padişah da nefsinin arzusunu yerine getirince, halayığın hasta olduğunu gördü, mal verdi fakat karşılığında zarara uğradı.

Hasan Dedemizin buyurduğu gibi, “Maddî âlemde yaşayan bir vücud, gıda alamayınca nasıl hastalanır ve ölürse, bizdeki manevî varlık da, aşk gıdası alamayınca hastalanır ve ölür.”

Beyit:

“Peygamberlerin tâcirleri kazanç elde ettiler; renk ve koku tâcirleriyse ziyân! Yılan, güzel mal gibi görünür. İki gözünü de oğuştur da iyice bak! Bu alışverişe gıpta ile bakma, Firavun’la Semud kavminin ziyânını gör!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XI

“Aşksız ve sevgisiz geçen ömrü, ömürden sayma.” Mevlâna

27. Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, ney gibi ben de söylenecek sözler söylerdim.

28. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.

29. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

30. Her şey maşuktur, aşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur, aşık ölüdür.

31. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!

32. Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrâk edebilirim.

33. Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?

34. Aynan, bilir misin, neden gammaz değil? Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!

‘Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, ney gibi ben de söylenecek sözler sözlerdim’ beyitinin mânâsını Hasan-ı Zarîfî şöyle yorumluyor, “Bu beyitin mânâsı tâlib olanla ilgilidir. Çünkü Mevlâna bu beyiti tâlibin dilinden söylemektedir. Tâlibin hakikati hâl diliyle şöyle konuşur: Eğer biz de kendi sırdaşlarıyla buluşan velîler gibi olursak onların güzel kelâmlarını ve bilgilerini izhâr edebiliriz. Bu beyitin hakikati, tâliplerin Mevlâna tarafından eğitilmeleri, isteklendirilmeleri ve teşvik edilmeleridir. Mevlâna, bu beyitiyle şöyle demektedir: ‘Ey tâlipler! Mürşid-i Kâmil’in hizmetine çalışınız, onların sohbetinden geri kalmayınız çünkü onların sohbeti sizin için muazzam bir iksir olur, sizi mükemmeleştirir.”

Nitekim, Hasan Dedemiz, “Bizler içimizdeki Kitap’tan konuşuyoruz; yani O ne buyurursa sizlere öyle hitâb ediyoruz. Genelde sohbetler akıla hitâb eder, fakat bizim sohbetlerimiz hem akıla hem de gönüle hitâb eder. Peygamberler, evliyâlar menfaatsiz dostturlar. Onlar bu dünyaya insanları irşâd etmek, gel benim gibi ol, demek için geldiler. Sevdiler, hep sevgiden söz ettiler, hiç usanmadan cemaatlerinin yanlarında bulundular. Onların sözleri ferahlık verip, huzura kavuşturdu. En sonunda gözler açıldı, gönüller büyüdü, ruh ferahlığa kavuştu ve oraya imanla baktılar. Onların gövdeleri kalktıktan sonra kim oraya tam vekâlet ettiyse aynını söyler” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar: “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu güzel gül soldu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” 

Hazreti Pir hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” diye cevaplamış.

Hazreti Mevlâna, büyük bir aşıktı, her zerresi aşktan sarhoştu; gönül sakası, efendisi Şems’de tamamiyle yok olmuştu. Ondan görünen Şems’di. 

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı masivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hüdâ sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilahî saka geldi… Şems geldi.”

Bir sohbet esnasında, Mevlâna, efendisi Şems’i methederken, dinleyenlerden bir zât ağlayarak, “Ah keşke Şems’i tanımış olsaydım, onu görmüş olsaydım” dediğinde, Hazreti Mevlâna cezbeli bir şekilde, “Yazıklar olsun! Benim yüzümdeki sakalın her kılı bir Şems’tir. Sen, Şems’i benim dışımda mı arıyorsun?” diye seslenmiştir.

“Aşık yoktur bu alemde, her zaman varolan maşuktur” der Hasan Dedemiz, “Aşık, maşukta ölmüştür. Eğer ki bizler hem aşık hem maşuk var dersek, ikilik yaratmış oluruz. Bu nedenle, aşık olan kişinin ismi aşıktır ama sureti maşuktur.”

Hasan-ı Zarîfî, “Aşıklar kendi irâdeleriyle ölümü seçenlerdir, maşukun aşkıyla canlıdırlar. Kendi benliklerinden kurtulurlar, maşukun benliği, onların benlikleri hâline gelir” der ve yine şöyle devam eder: “Aşkın, aşıkların kanadı olduğunu bilmek gerekir. Sâlikin, aşkın tâlibi olması ve ilahî aşkın derdiyle sıkıntı çekmesi gerekir, çünkü Allah yolunda aşksız gidilemez. Aşk, sâliklerin ve tâliplerin kanadıdır. Bir kimsede aşk üzüntüsü olmayınca kanatsız kuş gibidir.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna da, “Piri seçip ona teslim oldun mu, nâzik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir halde bulunma. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?” der.

Ne güzel söylemiş Pirimiz Mevlâna… 

Hazreti Ali Efendimiz de, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurmuştur. Şöyle bir deyiş de vardır: “Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme.”

Hasan Dedemiz der ki: “Allah, sadece bizim kendisinde yok olmamızı bekliyor. İnsan olabilmek için bir İnsan-ı Kâmil’i kendine ayna etmek gerektir. Şimdi herkes ayna oldum diye dışarı çıkıp, aynada kendi yüzünü seyretmeye koyuldu. İnsan tahtada yüzünü seyredebilir mi? Sen önce gönül aynandan kendini sil ki, Allah, senin gönlünde kendisini seyretsin. Bir insan kendisini unutmadıkça aynada kendisini tanıyamaz. Halbuki aynada gördüğü kendisi midir ki? Yine O’dur…”

“Aşk, aşıkların aynasına bakmak ister” diyor Hasan-ı Zarîfî ve aşkın ve aşıklığın hikayesinin aynadan ortaya çıktığını ve aşk sözünün sesinin bu şekilde dünyada yayıldığını vurguluyor.

Nitekim, bir kudsî hadîste, “Bana bir karış yaklaşana, ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşana da bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene koşarak giderim” diye buyrulmaktadır.

“Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır” der Hasan Dedemiz, “Hakk’ı bilen, bilmek için canından vazgeçer. Ne kadar emek çeker, ne cefâlara katlanır. Eğer canından eser kalsaydı, onun o güzel cemâlini görebilir miydi?..”