MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXVI

Tâcirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması.

Tâcir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu.

1820. Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa, o dudu da, o çeşit uçtu.

Tâcir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrârını görünce bu işe şaşırıp kaldı.

Yüzünü yukarı çevirip, “Ey bülbül! Hâlini bildir, bu hususta bize de bir nâsib ver!

Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti, ‘Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak.

1825. Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı’ dedi. Bu nasihati vermek için ölmüş gibi yaptı.

Yâni, ‘Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.

Tane olursan seni kuşcağızlar, toplayıp yerler; gonca olursan oğlancıklar koparırlar.

Taneyi gizle, tamamiyle tuzak ol. Goncayı sakla, damdaki ot ol…

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde şöyle seslenir: “Can kuşunun kanatları bitip de beden yumurtası kırılınca, can Câferlik göstermek, yâni uçmak, ötelere geçmek için Câfer-i Tayyâr olur.”

Ve yine şöyle buyurur Mevlâna…

“Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, âynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinâlık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne gâlib gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Allah’ın doğruluk makâmında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!..”

“İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yâni bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan mânevî dünyaya giremezsin. 

Aşk için, ‘Aşk büyük bir kumardır’ denilir. Yâni aşka tutulan her şeyini kaybeder. Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan her şeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkânda, malda, mülkte, zâhirî arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakîkatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.”

Yüce Pîr Mevlâna, “Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zîrâ biz yine Allah’a döneceğiz” der, “Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir ândan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir.”

Şiir:

“Geçince şu ömrün nev-i baharı, 

Tenlerimiz solup toprağa düşer. 

Son nefeste yâd etmezsen o Yâri, 

Aşkın kıymeti hep ayağa düşer. 

Cihan Sultanım Mevlâna’m, 

Bizi bağlamıştı bir zülfünün teli, 

Nice yıllar esti o sevda yeli, 

Görünmeden akan şu hayat seli, 

Ne bir deryâ ne bir ummâna düşer. 

Dede der, var gidelim, 

Cihan Sultanı Mevlâna’nın yoluna, 

Mevlâna aşkı hep kalblere dolunca, 

Mevlâna’ya lâyık bir de sevgi olunca, 

Gönül bülbül olup o bağa düşer…

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXV

Tâcir hikâyesine dönüş.

Tâcir, ateşler, dertler, feryâtlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu.

1810. Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyâz eyliyor, gâh hakîkat aşkını, gâh mecâz sevdasını ifade ediyordu.

Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.

O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusundan şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.

Sevgili, bu divâneliği, bu perişanlığı sever. Beyhûde yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.

Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryâd ve figân etmesi, şaşılacak şeydir!

1815. Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n” buyurdu.

Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir ân bile boş durma!

Olabilir ki son nefeste bir dem inâyete erişirsin. O inâyet, seni sırdaş eder.

Padişahın kulağı, gözü pencerededir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun… bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Allah tembelleri sevmez” diye buyurur.

“Hazreti Muhammed Efendimizin bir ismi de, Muhammed Cabbar’dır, yâni Muhammed çalışkandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şu menkîbeyi anlatır:

“Hazreti Muhammed Efendimizin devrinde, Hasan-ı Basrî çok çalışkan. Çalışıyor ve kazandıklarıyla hem kendisini geçindiriyor, hem kardeşini hem de onun ailesini geçindiriyor. Üstü başı düzgün, temiz. Kardeşi ise çalışmıyor, beş vakit namazında, devamlı ibâdette. 

Hasan-ı Basrî’yi bir düşünce alıyor. Ben çalışıyorum bu kadar diyor, hayatım hep dünyalık peşinde koşmakla geçiyor, bu gidişle ahireti kaybedeceğim. En iyisi bırakayım işi gücü, çalışmayı, kardeşimin havasına gireyim, beş vakit namazımı kılayım, kalan ömürümü ibâdetle geçireyim.

Başlıyor bütün gününü ibâdetle geçirmeye. İyi ama, şimdi çalışmadığı için rızkı azalıyor, kardeşini de aç bırakıyor. Çalışmıyor ya, gönderemiyor dünyalık oraya. Sonra geliyor meclise, üstü başı tozlu, eski. 

Bu durum Hazreti Peygamberin dikkatini çekiyor, gidiyor Hasan-ı Basrî’ye soruyor, ‘Hasan-ı Basrî, bu hâlin nedir?’ 

Hasan-ı Basrî, ‘Düşündüm taşındım yâ Resulallah, kardeşimi daha haklı gördüm, bıraktım işi, ibâdetle meşgul oluyorum.’ 

Peygamber Efendimiz, ‘Derhâl’ diyor, ‘işine sarıl, bütün zamanını ibâdetle geçirme. Senin işin de, çalışman da ibâdet sayılır, çünkü senin kazancından çok kişi faydalanıyor. O faydalanan kişiler daima sana Allah’tan rıza kılıyorlar.’ 

İşte Hazreti Resulallah Efendimiz, Hasan-ı Basrî’yi böyle tekrar işe yönlendirmiştir. Çünkü çalışmak her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde. Eğer çalışmak her şeyin üstünde olmasaydı, Peygamber Efendimizin bir adı da Muhammed Cabbar olmazdı.

Biz, Allah’ı yaşatmak için geldik bu âleme; dünya nimetleri için gelmedik. Fakat bu demek değil ki, dünyadan elini ayağını çekeceksin. Elin dünyada olsun, ama gönlüne koyma. Gönlün Allah’ta olsun. Kazandıklarınla da hayır yapmaya koş, Allah yolunda harca ki, Allah’ın rızasını kazanasın. Çünkü dünya nimetlerinin hiçbiri kabire gitmez.

Bizler ilk ve son Peygamber olan, Peygamberlerin en akllısı ve en medenîsi Hazreti Muhammed’e tâbîyiz. O hâlde O’nu kendimize örnek alalım, O’nu kendimize kıble edinelim, O’nu kendimizde ruh edinelim, O’nun gibi cabbar olalım; günümüze ve yarınlara göre O’nun fikirleriyle yola çıkalım; toplumumuzu, milletimizi aydınlıklara, güzelliklere, refâha sürükleyelim de, O’nun da ruhu bizimle şâd olsun.”

Zîrâ, “O, her ân yeni bir ilâhî tasarruftadır” (Rahman, 29) ve “Erkeklerin, kendi kazandıklarından payları vardır, kadınların da kendi kazandıklarından payları vardır. Allah’tan, lütfunu, inâyetini dileyin, şüphe yok ki Allah her şeyi tamamıyla bilir” (Nisa, 32) ve O, “Ben, erkek olsun kadın olsun sizin içinizden çalışanın işini zâyî etmem” (Âl-i İmrân, 195) buyurmuştur.

Kasîde:

“Her ân gökyüzünden gönüllere gizli olarak şöyle vahîyler gelmede: ‘Ne zamana kadar, tortu gibi yeryüzünde çöküp kalacaksınız? Göğe yükselin, göğe yükselin!’ 

Ancak tembel olanlar, ağır canlılar şarap tortusu gibi dibe çökerler. Tortudan kendini kurtaran, arınan, temizlenen ise küpün üstüne çıkar. 

Hemen balçığı, çamuru karıştırma! Suyunu bulandırma da arınsın. Tortun aydınlansın ve derdine dermân bulunsun.

İnsanda şûle gibi bir can var. Fakat onun dumanı, nurundan daha fazla. Duman haddini aşınca, gönül evinde bulunan Hakk ışığını göstermez olur. 

Eser, gönül evindeki dumanı azaltırsan, senin nurun ile her iki dünya da, bu dünya da, öteki dünya da aydınlanır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIV

“Herkesin bildiği üzüm şarabı İsa ümmetinindir. Mansûr şarabı da Muhammed ümmetine mahsustur. Bu şarabın kadehi yoktur. Kadehsiz içilir.” Mevlâna

Bizim coşkunluğumuz gamdan, neşeden değildir; aklımız, irfânımız hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.

Nâdir bulunur bir hâlettendir; inkâr etme ki Hakk’ın kudreti pek büyüktür.

Sen bu hâli insanların ahvâline kıyas etme, cevir ve ihsân menzilinde kalma!

1800. Cevir, ihsân, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hakk onlara vâristir.

Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!

Akl-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.

Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansûr şarabını içmekteyiz.

Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!

1805. Şarap, coşkunlukta bizim yoksulumuzdur; felek, dönüşte aklımızın fakîridir.

Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri balmumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır.

Bu bahis çok uzundur, tâcirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hâle geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Âyet-i kerîmede buyrulur ki: “Semâvat ve arzın mirası Allah’ındır.” (Âl-i İmrân, 180)

Belh şehrinden ayrılacakları vakit, selâm olsun üzerlerine, Yüce Pîr Mevlâna’nın babası Sultan Ulemâ Hazretlerine cemaat bir soru sorar: “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz yâ Sultan Ulemâ?”

Sultan Ulemâ Hazretleri onlara şu cevabı verir: “İn Allah min Allah… Allah’tan geldik Allah’a gidiyoruz; Âdem’den geldik Âdem’e gidiyoruz.”

“Âdem’den maksat insandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “İnsan, bu âlemde Allah’ın kendisine bahşettiği yaşamın sonunda, yine ait olduğu yer olan vatanına, yâni aslına dönecektir. Bizim ruhumuzun vatanı, Sevgilimizin vücududur. Fakat aynı zamanda Sevgilinin de vatanı seveninin vücududur.”

Ulu Ârif Çelebi, selâm olsun üzerine, Dîvân’ında şöyle buyurur: 

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır. 

Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa acizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. 

Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha suresini okumaktadır. 

İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

‘Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!’

Hüsâmeddin Çelebi Hazretleri, efendisi Mevlâna’yı taparcasına severdi, gece gündüz yanından ayrılmaz, Mevlâna’nın dilinden dökülen şiirleri, kasîdeleri, gazelleri kaleme alırdı. Zîrâ, Mesnevî’nin yazılmasına da Hüsâmeddin Çelebi sebep olmuştur. 

Hazreti Mevlâna, “Ruhumun mertebesi” diye hitâb ettiği Hüsâmeddin Çelebi hakkında şöyle bir dil sarfeder: “Ey benim gözümün nuru Hüsâmeddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nuru hemen alsın.”

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme isimli eserinde, Mevlâna ile Hüsâmeddin Çelebi arasındaki muhabbeti, dostluğu şöyle dile getirir:

“Şeyh’in çağında, Şeyh’le, Şeyh’in evinde, gönüldeşti: onunla oturup kalkardı. Arılıkta, vefâda ikisi de solukdaştı: bütün ashâb da gamsız gussasız, sevinçliydi. İkisinin bağışı da herkeseydi; herkes, o ikisinden hem bilgin bir hâle gelmedeydi, hem kulluğa koyulmada. Herkes, aşk bahçesinde ağaçlara dönmüştü; Şeyh’le nâib de o bahçede bahar yeliydi sanki, esip duruyordu. Herkesin fidanı onların suyuyla diriydi; herkes hâl bakımından kavuşmaya erişmişti, güzelleşmişti. Her birine gelir, kadrince, incitmeksizin gelirdi; her birine, lâyığınca lütuflarda bulunulurdu. Her bir ağaca, bir başka şekil verilirdi; her birinin meyvaları şekerden de tatlıydı. Birine o ışıkla hurma verirdi; birine cana canlar katan nar. Melek gibi her biri, burçları geçer, yücelere ağar, yedi göğü aşardı. Böylece beraber olarak on yıl tertemiz, aparı, duru su gibi yaşadılar.”

Kasîde:

“Bana senin akîk renginde olan dudakların gerek; şeker ne işe yarar? Bana senin yüzün gerek; parlak, nurlu yüzün varken ayın bana ne faydası olacak? 

Senin mahmur gözlerin olmayınca şarap bana zevk vermez, beni mest edemez. Sen benim yol arkadaşım olmazsan ben o yolculuğu ne yapayım? 

Senin güneş gibi nurlu olan yüzün olmayınca güneşin ışığı benim ne işime yarar? Gördüğüm sen değilsen bana görüşün, gözün ne faydası vardır? 

Seninle buluşmadıktan sonra ömrün sürüp gitmesinde ne kâr vardır? Sana sığınmadıktan sonra kalkanın ne faydası vardır. 

Gecem kıyamet günü gibi uzadı, gitti. Ama gönlüm sana secde etmek istiyor. Seher vaktini beklememe lüzum var mı? 

Ayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar ne yapabilir? Kuşun başı olmadıktan sonra iki kanadı ne işe yarar? 

Sen benim ruhum olmadıkça ben ruhtan ne elde edebilirim? Sen bana gönül gözü bağışlamadıkça ben bu baş gözünü ne yapayım? 

Dünya bir ağaca benzer. Yaprağı, meyvesi senden biter, senden gelir. Yaprağı ve meyvesi olmayan bir ağaç ne işe yarar? 

Ey gönül; beşeriyet hâlinden, insanlıktan vazgeç de melek ol! Melek huylu olmazsa insanın hayvandan ne farkı vardır? 

Mâdemki haber ona mahrem değil! Hiçbir şeyden haberin olmasın; mest ol kal! Zaten haber vericisi sen olmadıktan sonra, haberden ne fayda beklenir?”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIII

“Güneş, Hazreti Mustafa’nın yüzünü gördü de utandı. Gök de gönül gibi yarılmıştı, parçalanmıştı.” Mevlâna

Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pâre pâre olan canı şerh et, onu anlat, dedim.

1790. Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu.

Kanımı bile dökse ona helâl ettim. Helâl sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı.

Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?

Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmakta, zuhûr etmekte buldu.

Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divânene ne bahaneler buluyorsun?

1795. Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hâle gelmiş olan tenden çıkan feryâd ve figânı işit!

Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün hâlini anlat!

“Aşk yanmaktır” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine ve şöyle devam eder: “Sevgili, aşığına her dakika değişik bir yüzle zuhurunu gösterir ve onu yakar.”

Zîrâ, her yerde Allah’ı görmek aşıka mahsustur. 

Selâm olsun üzerine, Derviş Mustafa Dede’nin yazmış olduğu semâ âyin-i şerîfinin dizelerinde de şöyle söylemektedir:

“Aşıktan kaçan ey efendi, gör ki nasıl pişman olur.

Senin destini taşıyan, sonunda senin işret haremine sultan olur.”

‘Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?..’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Tanrı’nın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde Hakîkat-i Mutlak nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır” diye buyurur.

Şems-i Tebrizî Hazretleri de diyor ki, selâm olsun üzerine, “Mevlâna, Ay’dır, benim Güneş gibi vücuduma gözler dayanamaz. Ay, Güneş’e ulaşamaz ama Güneş, Ay’a ulaşır.”

Kur’ân’da buyurulduğu gibi, “Gözler onu görmez ama, o gözlerin gördüklerini görür.” (Enâm Suresi, 203) 

Yine Hazreti Şems diyor ki, “Her âyet-i kerîme bir mesaj, bir aşk mektubu gibidir. Kur’ân’ın gerçek anlamını Hakk aşıkları bilir. ‘Enel Hakk’ sözünün anlamı, Tanrı’yı tanımaktır, yâni ‘Ben Tanrı’nın tefsîriyim’ demektir.”

Hasan Dede, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsı hakkında şöyle buyurur: “Kurdu bir ân, içini kerâmetlerle doldurdu.”

Yine âyin-i şerîfte şöyle söylemektedir Derviş Mustafa Dede:

“Gönül, usturlâb gibi yedi göğün delili oldu.

Ahmed’in sırrını anlatmaya yedi kitap yazıldı.”

“Rabb-ül âleminin mânâlar denizi olan dinin şeyhi: ‘Mânâ yok mu? İşte O, Allah’tır’ dedi” diye buyurur Mevlâna ve şöyle der: “Ben yaşadıkça Muhammed Muhtâr’ın ayağının tozuyum; eseri Kur’ân-ı Kerîm’in de kölesiyim.”

Ve, Kur’ân-ı Kerîm’in derin mânâsı ile ilgili şöyle seslenir: “Bendeniz, Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetine mânâ vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben mânâyı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mânâ bitmedi.”

Bir mecliste Mevlâna’ya sordular: “Bize Allah’ın sırrından bahseder misin?”

Mevlâna onlara şu cevabı verdi: “Allah’ın sırrı insandır. Allah, insanı yarattı, insanda kendini yarattı ve insanda sırlandı… Ben insanı anlatmaya kalksam kıyâmete kadar anlatamam.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, diyor ki: “Kur’ân’ın sırrı Fâtiha, Fâtiha’nın sırrı Besmele, Besmele’nin sırrı altındaki noktada gizlidir.”

Ne güzel buyurur Hasan Dede… “Nokta, elif oldu. Elif, gökte güneş oldu, ay oldu, yıldız oldu, dünya oldu. Elif, Allah oldu, Muhammed oldu, hep o Elif yazıldı. Hep sensin, hep insandır.”

Rubâi:

“Gönül dün gece geldi de, canın kulağına dedi ki: Ey adını söyleyemeyeceğim, eşsiz varlık! 

Ey adını açıkça söyleyeni parçalayan, gizlice söyleyeni yakıp yandıran güzel!

Ey can! Bilinemeyeni, tarif edilemeyeni anlatmaya kalkışan ne özür getirebilir? Ne bahane bulabilir?

Gül bahçesinde geçen sırrı, gizli şeyi bir gül bilir bir de hazin hazin ağlayan, feryâd eden bülbül bilir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXII

“Gam ve keder halk-ı cihanındır, aşıkta gam keder neyler?” Şeyh Gâlib

Ey doğruların medâr-ı iftihârı! Doğrulukta bulun. Ey başköşe! Ben senin kapında eşiğim. 

Mânâ âleminde başköşe nerde, eşik nerde? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerde?

Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!

1780. Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.

Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.

Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umûmiyetle bir can hâline gelirler, sonunda da sevgiliye müstâğrak olurlar.

Hülâsa söylediklerimin hepsi vardır. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!

Ten gözü seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi?

1785. Gama, neşeye merbût olan gönüle, onu görmeye lâyıktır, deme!

Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki âriyet vasıfla yaşar.

Hâlbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var!

Aşıklık bu iki hâlden de daha yüksektir; baharsız, hazansız ter ü tazedir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Sen bizimle beraber olunca, hakîkati görürsün. Yalnız dudaklarınla değil, gül gibi bütün bedeninle gülmeye başlarsın. O zaman ayaklarındaki dünyaya ait istek bağları çözülür, hayrete kavuşursun ve her şey sana apaçık gösterilir” diye buyurur.

Hasan Dede, selam olsun üzerine, aşıka göre başköşenin sevgilisinin yanı olduğunu söyler ve şu menkîbeyi anlatır:

“O devirde, halk, Mevlâna’yı Şems’ten ayırmak istiyorlar, bir medrese meydana getirmişler. Mevlâna’ya haber gönderiyorlar, gelsin açılışını yapsın. İllâ bir sebep bulacaklar. 

Mevlâna, Şems’e diyor, ‘Kalkın efendim, davetliyiz.’ 

Şems, ‘Davetli olan sensin, beni ne diye davet ediyorsun’ diyor. 

Mevlâna, ‘Ama sen biliyorsun ki, ben sensiz gitmem’ diyor. 

‘Peki…’ Kalkıp gidiyorlar.

Mevlâna, açılışı yapıyor, hayır duası ediyor, sonra ‘Bize müsaade biz gidelim’ diyor. 

‘Yok’ diyorlar, ‘bizim birkaç sorumuz var. İçeriye buyurmaz mısınız?’ 

Şems diyor, ‘Sen git, ben burda otururum.’ 

Nerde oturdu Şems-i Tebriz… medresenin kaldırımında. Bakın, yerde oturuyor.

Mevlâna giriyor içeriye, ‘Nedir sorunuz?’ diyor. 

‘Sorumuz’ diyorlar, ‘Baş köşe neresidir bir evin içinde?’ 

Cenâb-ı Mevlâna, ’Birincisi, bir evsahibi nereye oturursa, oraya baş köşe denir. İkincisi, bir Ulemâ, bir bilgin nereye oturursa, oraya da baş köşe derler. Üçüncüsü ise,’ diyor, ‘Sevgili nerdeyse orası baş köşedir.’ Fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna.

Sevgilisinin yanı baş köşe…

Mânevî aşk ne beden bırakır, ne akıl bırakır. Aşık olan kişide tamamen kendi varlığını gösterir. Bu kişinin nazârında dünya bir rüya âlemidir, hiçbir bekâsı yoktur. Onun bekâ âlemi ancak sevgilisinin yanıdır, diğer taraflar hep boştur.”

Kasîde:

“Bize Hakk yolunda ‘biz’siz olarak bir yolculuk nasîb oldu. O yolculukta ‘biz’siz olduğumuz için gönlümüze bir ferahlık geldi. 

Daima bizden gizlenen o gerçek sevgili, o ay yüzlü güzeller güzeli, orada ‘biz’siz olarak yanağını yanağımıza koydu. 

Biz o dostun gamı ile can verdik de onun gamı, bizi, bizden kurtardı, ‘biz’siz olarak doğurdu. 

Biz her zaman aralıksız şarap içmeden mest olanlardanız. Biz daima ‘biz’siz olarak neşelenir, mânevî zevkler duyarız. 

Siz sakın bizi yâd etmeyin, buna lüzum yok. Çünkü biz ‘biz’siz olduğumuzdan kendimiz rüzgâr kesilmişiz de her yerde eser dururuz. 

Biz ‘biz’siz kalıyoruz da, her zaman sevinç içindeyiz, mutluyuz. Bu sebeple daima ‘biz’siz olalım, ‘biz’siz kalalım diyoruz. 

Kapıların hepsi de yüzümüze kapanmıştı. Biz, bizden kurtulunca, kapıların hepsi de açıldı.”