MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCII

Âdem Aleyhisselâm’ın hikâyesi, açıkça emre uyup tevîli terk etmede gözünü kazâ ve kaderin bağlaması.

1233. ‘Allemülesmâ’ya bey olan, her damarında yüzbinlerce ilim bulunan insanlar atası.

1234. Her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne olacaksa sonuna kadar da agâh olmuştu.

1235. O, eşyaya ne lâkab verdiyse değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmamıştır.

1236. Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kâfir olacak adam da ona belli oldu.

1237. Her şeyin adını, bilenden işit; ‘Allemülesmâ’ remzinin sırrını duy!

1238. Bize göre her şeyin adı, görünüşüne tâbîdir; nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Tanrı’ya göre içyüzüne, hakîkatine tâbîdir.

1239. Musa’ya göre sopasının adı âsâ; Yaratan yanında ise ejderha idi.

1240. Bu âlemde Ömer’in adı puta tapandı; hâlbuki tâ ‘Elest’te onun ismi mümindi.

1241. Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hakk yanında şu benlikle zâhir olan suretti.

1242. Bu meni, yokluk âleminde vardı; eksiksiz, artıksız aynen Tanrı’nın ilminde mevcuttu.

1243. Hâsılı Tanrı indinde sonumuz ne olacaksa hakîkatte adımız o olmuştur.

1244. Tanrı, insana akîbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!

1245. Âdem’in gözü Tanrı’nın pak nuru ile gördüğünden adların hakîkati ve içyüzü ona âyân oldu.

1246. Melekler onda Hakk nurunu görünce hepsi, ona yüzüstü secdeye vardılar.

1247. Adını andığım şu Âdem’i kıyâmete kadar övsem, vasıflarını saysam yine övmekten âcizim!

Hasan Dede, Âdem’in, yâni insanın büyüklüğünü şöyle dile getirir:

“Bir gün Hazreti Mevlâna’ya sordular: ‘Allah ne kadar büyüktür?’ Cenâb-ı Mevlâna cevap verdi: ‘Allah, Âdem’in boyu kadar büyüktür!’ Herkes şaşkınlık içerisinde, ‘Aman yâ Mevlâna, sen Âdem’in Hakk olduğunu mu söylüyorsun?’ diye sorduklarında ise, Mevlâna buyurdu, dedi ki: ‘Evet, Âdem’in Hakk olduğunu söylüyorum. Çünkü Âdem olmasaydı, Allah bilinmeyecekti, Allah’ın güzellikleri de dile gelemeyecekti.’ 

Neden böyle söyledi? Çünkü bütün varlıkları yaratan Tanrı, insanı yaratmadan önce hiçbir varlıktan dile gelemedi. İnsan dışında hiçbir varlık Allah’ı dile getiremedi. Allah, en son insanı yarattı ve insanda kendini yarattı. İnsan gözüyle yarattığı eserleri seyretti, insan diliyle eserlerini isimlendirdi ve kendi ismini de yine insandan aldı. Kendi büyüklüğünü, güzelliklerini insanla söyledi. Ve Allah, Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Allah, insanı rahmân suretinde yarattı. 

Allah’ın isimleri, Allah’ın ahlâkıdır ki, kullarına vermiştir. Öte tarafı târife gelmez. Misâl olarak, ‘Hâdi’ hidâyet eden mânâsına gelir. ‘Hakk’ Allah’a en yakın sıfattır. ‘Hakk’ öbür sıfatların hepsini içine alır. Eğer bir insanda Allah’ın nuru varsa, ona ‘Allah’ diye hitâb edilir. Bunu böyle bildikten sonra O’nun nuru olmayan bütün varlıklardan geçilir. ‘Hakk’ deyince, aklımıza çok şey geliyor. Fakat ‘Allah’ deyince akla ‘Tek’lik gelir. Allah’ın özü ruh, zuhûratı ise nurdur.

Hakîkat sahibine iki âlem birdir, yâni hem bâtınî âlem hem zâhirî âlem. Neden birdir? Çünkü hiçbir varlık onun dışında değildir. Allah’ın 99 isminin yanısıra gördüğünüz bütün varlıklar da Allah’la diri oldukları için her biri kendi isimlerinin yanında ‘Allah’ okunurlar. Ama ancak Hakk ile Hakk olmuş, Allah’ta fânî olmuş bir hakîkat ehli bunu bilir, görür, çünkü onun bütün varlığı yine Allah’tır, Allah iledir. O Allah ile görür, Allah ile bilir. Allah’tan bir şey gizlenebilir mi? Gizlenemez, dolayısıyla da hakîkat ehlinden de hiçbir şey gizli kalmaz. O baktığı her şeyde, her eşyada, canlı cansız her varlıkta Allah’ı görür.

Peygamber Efendimizin ilmi de Allah ilmidir, sevgi ilmidir. O, kâinattaki her varlığa sevgi ile bakmıştır ve her bir varlık da hâl diliyle ondan dile gelmiştir. Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimizin ilminin sonu yoktur.”

Nitekim, Abdülbâki Gölpınarlı da, 1240. beyitte geçen ’elest’ bahsi hakkında açıklama yaparken şöyle der:

“Bu bahsi biraz açmamız gerek: Zaman, olayların birbiriyle zihinde kıyaslanmasından doğan mücerred ve zihnî bir mefhumdur. Dolayısıyla, mekân da kevne, yâni varlığa, var olan şeye nazaran vardır. Bir şey olmasa onun mekânı da olmaz. Geçmiş zaman, geçip gitmiştir, aklımızda ancak hâtıralar hâlinde vardır. Gelecek zamanı dondurup ona ulaşmamıza imkân yoktur; çünkü tanyeri gibi biz gittikçe o da gider. Hâl dediğimiz içinde bulunduğumuz zamansa, hiç durmaz; boyuna akar durur. Öyleyse zamanın gerçeği ancak içinde bulunduğumuz andır. İş böyle olunca da ezel, ebed zihinde vardır ancak. Ârif, vaktinin, yâni içindeki anın hükmüne uyar ki Mevlâna bunu, Çelebi Hüsâmeddin’in dilinden 133. beyitte söylemişti. 

Peki, hâl böyle olunca Elest meclisi ne vakit kuruldu? Her an kurulmaktadır. Herkes ve her şey, Allah’ın kudret ve kuvvetiyle saâdet, yâhut şakâvet yoluna gitmekte, akliyle inkâra sapan bile fiiliyle ikrâr yoluna yürümektedir. Âyette nasıl, Elest meclisinde, hayır değilsin, diyenden bahsedilmemişse, her an da kendi istidâdına, kendi mazhâriyetine itirâz eden, ona aykırı hareket eden yoktur, olamaz da.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsi-i şerîfinde şöyle buyurur:

“Allah, aklı yaratınca, ona gel dedi, geldi. Git dedi, gitti. Otur dedi, oturdu. Söyle dedi, söyledi. Sus dedi, sustu. Sonra Allah, bana senden daha yüce bir varlık yaratmadım; seninle tanınırım, seninle hamdedilir bana; seninle itaât edilir. Seninle alırım; seninle veririm; seninle cezâ veririm; sevâb da senindir; azâb da sana, buyurdu ve sana da sabırdan daha üstün bir şeyle üstünlük vermedim, dedi.” 

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCI

Karganın, Hüdhüd’ün davasını kınaması.

1221. Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a, “Hüdhüd aykırı ve kötü söyledi.

1222. Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa.

1223. Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi?

1224. Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir hâlde kafese girerdi?” dedi.

1225. Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüdhüd! Daha ilk kadehte tortu kalktı, böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?

1226. Ayran içen, kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”

Hazreti Şems şöyle buyurur: “Tabîat ehli olmamalı, gönül ehli olmalı. Gönül ara, tabîata bakma! Gönülün yeri nerede? Gönül gizlenmiştir. O Allah adamıdır, kıskançlıktan ona gönül ehli derler. Bir aralık Hakk’ın parlak ışığı gönülde yansılanırsa, gönül sevinçlidir. O ışık, bir anda kaybolur, ancak gönül, gönül olmak için çok kere böyle olur. Yanar, çok kere gönül kırılır, aradan kalkar; Allah kalır.”

“İnsanda hased var, inat var, gurur var, kibir ve öfke var… Bir insanın iç âlemi bu huylarla bozuk olunca, hiçbir şey ona huzur vermez” der Hasan Dede, “Ârif-i billâh olan Allah dostları hep vücutlarında ihtilâl yaptılar ve nefslerini bütün kötülüklerden arındırdılar.”

Nihâyetinde, karga hased edip, Padişaha, ‘Hüdhüd aykırı söylüyor, doğru söylemiyor’ deyince Padişah, ‘Ey Hüdhüd!’ dedi, ‘Daha ilk kadehte tortu kalktı, böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?’

Hazreti Mevlâna, bu beyitlerde buyurduğu teşbîhlerle, kadehle ‘kelâm’ı, şarapla ‘kelâm içindeki fikri’, tortuyla ‘fikrin yalan olması’nı işâret etmiştir.

Hüdhüd’ün karganın kınamasına cevap vermesi.

1227. Hüdhüd dedi ki: “Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanın söylediği sözü dinleme!

1228. Eğer ettiğim dâvâ yalansa işte başımı koydum, boynumu vur! Kazâ hükmünü inkâr eden karga, binlerce aklı olsa yine kâfirdir.

1229. Sende ‘kâfirler’ sözünden bir ك (kef) harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa, oyluklar arasındaki yarık gibi koku yerisin, şehvet yeri.

1230. Eğer kazâ gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm.

1231. Fakat kazâ gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.

1232. Kazânın bu çeşit hilesi nâdir midir ki? Kazâ ve kaderi inkâr edenin inkârı bile, bil ki kazâ ve kaderdendir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde, “Küfre râzı olmak küfürdür… Cenâb-ı Hakk, kazâ ve kaderime razı olmayan, benden başka bir Rabb arasın, demiştir” diye buyurur.

1229. beyitte geçen ‘Kef’, aynı zamanda yarık mânâsına gelmektedir ki, Hüdhüd, kargaya, sende kâfirlikten bir kef, yâni yarık, bulundukça etrafa pis koku yayarsın, diye seslenir.

Nitekim, Mevlâna buyurur ki: “Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku bile almamışlar. Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş olurlar, dünya saltanatını vurup kırarlardı! Fakat Allah, bu âlem dursun, mâmur olsun diye gözlerini ağızlarını kapamıştır.”

“Bir kişi Hazreti Muhammed’in izinden yürür, kabı ölçüsünde onun gibi hizmet sunmaya gayret gösterirse, ondan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar” der Hasan Dede, “Gösteriş ve menfaat uğruna yapılan hizmetler geçersizdir. Kişi herkesi, hattâ kendini bile kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Çünkü Hakk her şeye vâkıftır.”

Hazreti Mevlâna, bu hikâyede, Hüdhüd teşbîhiyle hem zâhir hem de bâtın gözü açık olan ârifleri, karga teşbîhiyle de batın gözü kör olan nefs sahibi zâhir âlimlerini işâret etmektedir.

“Nice altınları, hasetçi hırsızların elinden kurtulsun diye dumanla karartmışlardır. Nice bakırlar vardır ki aklı kıt olanlara satsınlar diye onları altın suyuna batırmışlar, altın yaldızla yaldızlamışlardır” diye buyurur Mevlâna, “Biz bütün ülkelerin iç yüzünü görenleriz… gönlü görürüz, dış yüzüne bakmayız biz! Zâhirin etrafında dönüp dolaşan kadılar, zâhiri görünüşe göre hükmederler. Birisi şehâdet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptı mı bunlar, derhâl o adamın mümin olduğuna hükmederler. Bu suretle de nice münâfıklar, zâhire sığınmışlar… böylece de yüzlerce iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.”

Rubâi:

“O padişah mukadderat kalemi ile rakamlar yazıp duruyor. Gönül, onun elinde bir kalem. Hoca sen de bir an için olsun hayattan şikâyeti bırak, kadere boyun eğ de, müslümanlığını yenile! 

Padişah, kader gereği seni imtihan için cefâ eder. Sıkıntılar verir. Sen o cefâyı padişahın elinde bir kabarcık gibi bil! Padişahın elini tutan kişi o kabarcığı öper.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XC

Kazâ gelince aydın gözlerin bile bağlanacağını bildiren Süleyman hikâyesi.

1202. Süleyman’ın büyük dîvan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler.

1203. Onu, kendilerinin dilini anlar, sırrını bilir bir zât bulup huzuruna canla başla koştular.

1204. Bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasîh bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı.

1205. Aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer.

1206. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.

1207. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir.

1208. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.

1209. Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işlerine ait şeyleri,

1210. Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için övünüyorlardı.

1211. Bu övünmek, kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye övünüyordu.

1212. Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arz eder.

1213. Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir.

1214. Hüdhüd’ün hünerini arz etme sırası geldi; sanâtını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.

1215. Dedi ki: “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”

1216. Süleyman, “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüdhüd, “Gâyet yükseklerde uçtuğum zaman, 

1217. Havadan bakınca yerin tâ dibindeki suyu görürüm.

1218. O su nerdedir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.

1219. Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tâyin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi.

1220. Süleyman da, “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.

Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme’sinde şöyle buyurur: “Rebabın söyledikleri de o bâblardan, o fasıllardandır. Her nefeste yüz türlü hikâye anlatır ki onları evde dinleyecek kimse varsa, dinler. Bazen ayrılık acısıyla inler, bazen vuslat zevkiyle sevinir. Bazen aşk ateşleri içinde yanar. Bazen aşkın verdiği zevk ile teselli bulur. Bazen cefâdan şikâyet eder, bazen de kadehlerin dönüp dolaşmasına şükür eyler. Bazen ziyândan, hüsrândan bahseder, bazen de kârla zararın uyuştuklarını haber verir. Bunlardan başka daha yüz çeşit şeylerden bahseder. Ancak sen bu sırları o kulağa söyle ki: ‘Sırlar ona ağır gelmez, yüksünmez.’ Çünkü sağır kulaklar bu seslenişlerden nasîb alamaz. Sağır kulak sesten ne anlar? Ona göre güzel veya çirkin ses eşittir. Sen, bu sırları duyup da icâbet edecek kulaklara söyle ki bu inlemelerden faydalanabilsin. Senin kulağınla senin aklından başka bu ince mânâlı sözleri dinlemeye lâyık hangi kulak vardır? Sana söylüyorum, yalnız sana. Her ne kadar sana söylerken başkaları da dinlerse de. Çünkü bu sırları anlamak zordur. Kötü ruhlu kimselere kolaylıkla nasîb olmaz. Kuşların sırrından ancak Süleyman anlar. Süleyman olmayanın kulağına kuş sesi nasıl girebilir?”

Nitekim, ‘aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.’

Hazreti Ali, “Akıllının gönlü, sırrının sandığıdır” diye buyurur.

Hasan Dede, “Güzel duygulara ancak akıldan ve kendinden geçmiş olan kimseler mahrem olabilir. Tanrı ile meşgûl olmayan akıl, akıl değildir. Ona akıl denilemez” der.

Ve ne güzel seslenir Yüce Mevlâna bir kasîdesinde… 

“Ey aşık! Hileyi bırak! Aklı terk et, divâne ol, divâne! Ateşin tam ortasına atıl, âdetâ gönlüne gir! Pervâne ol, pervâne! 

Kendini yabancı say, kendine yabancı ol! Hem de evini yık, harâb et! Sonra gel; aşıklarla, aynı evde otur, onlarla düş, kalk! 

Git, gönlünü siniler gibi yedi kere yıka, kinden, nefretten temizlen! Sonra gel aşk şarabına kadeh ol!

Sevgiliye lâyık olmak için tamamiyle can hâlini al! Mest olanların yanına gidince sen de mest ol, mest!.. 

Güzellerin taktıkları küpelerin sohbet yeri, buluşma yeri onların yanaklarıdır. Güzel yanaklarla, güzel kulaklarla dost olmak istiyorsan; inci tanesi ol, inci tanesi! 

Düşüncen nereye giderse seni peşinden sürükler, oraya çeker götürür. Sen düşünceden vazgeç de, kazâ ve kader gibi en ileride yürü, en öne geç!

Kibire kapılmak, hevâ ve hevese meyl etmek bir kilittir ki, gönüllerimiz onunla kilitlenir. Sen anahtar ol, anahtarın dişi ol!

Mustafa (s.a.v), Hannâne direğini okşadı. Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin ya, haydi Hannâne direği ol, Hannâne direği! 

Hazreti Süleyman sana, ‘Kuş dilini duy, öğren!’ diyor. Hâlbuki sen öyle bir tuzaksın ki, kuş senden ürker kaçar; sen tuzak olma, yuva ol, yuva! 

Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol! Güzel sana karşı saçlarını serer açarsa, sen ona tarak ol, tarak!

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini!

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mâdem ki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXIX

Arslanın tavşana cevap vermesi ve onunla gitmesi.

1181. Arslan dedi ki: “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş önüme!

1182. Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün yalansa seni cezalandırırım.”

1183. Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü.

1184. Nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Arslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı.

1185. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebâz, saman altından su yürüten bir tavşan!

1186. Su bir saman çöpünü ovaya götürür, ama bir dağı nasıl sürükler acaba?

1187. Onun hile ve tuzağı arslana kementti. Ne tuhaf ki tavşan arslanı avlıyor!

1188. Bir Musa, Firavun’u askerleriyle, başındaki kalabalıkla Nil Nehri’nde öldürür.

1189. Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervâsızca başını beynini yarar.

1190. Düşman sözü dinleyenin hâli budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör!

1191. Hâmân’ı dinleyen Firavun’un, şeytanı dinleyen Nemrud’un hâli budur.

1192. Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse de sen onu tuzak bil!

1193. Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lütufta bulunursa onu kahır bil!

1194. Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.

1195. Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe, oruca devam et!

1196. “Rabbim, sen gaybleri bilirsin. Günâhtan dolayı bizden intikâm alma” diye yalvar, yakar!

1197. “Ey arslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze arslanı saldırtma!

1198. Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letâfetini verme!” diye niyâz et!

1199. Yâ Rabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen, yok olan şeylere varlık suretini verir, onları var gibi gösterirsin.

1200. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görücek derecede gözün bağlanması, görmemesidir.

1201. Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacının göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!

Akl-ı mead olan tavşan, kurduğu tuzakla nefs-i emmâre arslanını kuyuya atmayı tasarlamıştı.

Nitekim, ‘bir Musa, Firavun’u askerleriyle, başındaki kalabalıkla Nil Nehri’nde öldürür. Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervâsızca başını beynini yarar. Düşman sözü dinleyenin hâli budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör! Hâmân’ı dinleyen Firavun’un, şeytanı dinleyen Nemrud’un hâli budur.”

Abdülbâki Gölpınarlı, bu beyitlerde geçen, sivrisinek ve Nemrud, Hâmân ve Firavun hakkında şu bilgileri verir: “Nemrud, İbrahim Peygamber zamanındaki padişahın adıdır. Bu adam Tanrı’lık dâvâsına kalkışmıştı. Sonunda, burnundan bir sivrisineğin girdiği, beyninde konakladığı, orada büyüdüğü, bu sebeple Nemrud’un bir baş ağrısına uğradığı, başını tokmakla dövdürdüğü, bu yüzden de kafasının yarılıp, öldüğü söylenir.

Hâmân, Kur’ân’ın Kasas sûresinin 8. âyetinde Firavun’la beraber adı geçer ve yanlış bir yol tutanlardan olduğu bildirilir. Aynı sûrenin 38. âyetinde, Firavun’un, Hâmân’a, Musa’nın mâbûdunu görmek için bir köşk, bir kule yaptırmasını buyurduğu anlatılır. Ankebût sûresinin 39. âyetinde adı, Kârun ve Firavun’la geçer. Mümin sûresinin 24. âyetinde Musa’nın, Firavun’a, Hâmân’a, Kârun’a gönderildiği, aynı sûrenin 36. âyetinde, Firavun’un ona bir kule yapmasını emrettiği anlatılır. Hâmân’ın, Firavun’un vezîri olduğu rivâyet edilir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîs-i şerifte, “Şeytan, âdemoğullarının, deminin aktığı yol olan damarlarında ceryân eder” diye buyurur.

“Şeytan, öyle dışarlarda dolaşan bir varlık değildir; her şey gibi o da insanın içindedir” der Hasan Dede.

Şeytandan maksat, nefs-i emmâredir. Nefs-i emmâreye tâbî olan kişiler saman çöpü gibi zayıftırlar. Öyle ki, nefsleri onları ordan oraya sürükler durur, akîbet sonunda bir kuyuya, yâni tuzağa düşerler. Fakat nefs-i emmârenin hilelerini bilenler, dağ gibi yerlerinde sabit dururlar, nefslerinin peşinde sürüklenmezler.

Hasan Dede, “Nefsin düşmanı Tanrı’dır, kalbine Hakk’ı koyarsan o gider” der, “Peki nefsin insandan ayrılması, bünyeden çıkması mı gerekiyor? Hayır. Nefsimizi terbiye için varız, onu atmak için değil, o son nefese kadar bizimle olacaktır. Nefs çok şey ister, onu terbiye edersen mesele kalmaz, her şey senin elindedir.”

‘Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görücek derecede gözün bağlanması, görmemesidir. Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacının göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!’

Şems-i Tebrizî Hazretleri şöyle seslenir ve der ki: “İman dolu bir gönülle bağlandığın yere, Allah’ı zikre girdiğin zaman, o nefsin kalesini yıkar.” 

“İman ne demektir?” der Hasan Dede, “Bağlandığın yere, sen benim Rabbimsin, sen benim her şeyimsin, diyebilmektir. İnsan, imanla yola koyuldu mu, nefs geri adım atar. Eğer kişi, ben çok bilirim, ben şöyleyim, ben böyleyim, diye konuşmalara girmişse, o kişi nefsinden konuşuyor demektir. Nefsinin kollarına, hilelerine düşmüştür ama farkında değildir, gaflet içindedir. Aşk ile kanat açan kişi ise lâmekâna uçar, gafletlere düşmez… Aşk şarabı hakîkatte gönüldür. İnsanın gönül verdiği yer, zaten aradığı yerdir. Biz bu aşkla dünya durdukça yanmaktayız ve biz yokuz hep o var, çünkü aradığımızı bulmuşuz.”

Kasîde:

“Kardeşim! Ben erguvan renkli şaraptan nasıl tövbe edebilirim? O şarap mekânsızlık âleminde, topraktan bitmemiş üzümden sıkılmıştır. 

İçtiğimiz o şarabın kâselerine çok okunaklı bir yazı ile şunlar yazılmıştır, ‘Bunu içen ölümden de, aşağılık bir hâle düşmeden de kurtulur, aman bulur.’

Tebriz’de yetişir, orada olur, olgunlaşır, bir bu tarafa akar, bir de gönüllere akar.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXVIII

Tavşanın mâzeretini söylemesi ve arslana yaltaklanması.

1157. Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mâzeretim var.”

1158. Arslan, “Ey ahmaklardan arta kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman mı gelinir?

1159. Sen vakitsiz öten horozsun, başını kesmeli. Ahmağın mâzereti dinlenmez.

1160. Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehiridir.

1161. Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki bunu bana dinletesin” dedi.

1162. Tavşan, “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mâzeretine kulak ver!

1163. Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!

1164. Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır.

1165. Deniz, bu kereminden dolayı eksilmez; ihsânı yüzünden aşağılaşmaz” dedi.

1166. Arslan dedi ki: “Ben yerinde ve lâyık olana kerem ve ihsânda bulunurum; herkesin elbisesini boyuna göre biçerim.”

1167. Tavşan, “Dinle, eğer lütfa lâyık değilsem kahır ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap!

1168. Ben kuşluk vakti yola düştüm, arkadaşımla padişahıma geliyordum.

1169. Arkadaşlarım, senin için başka bir tavşanı da bana yoldaş etmişlerdi.

1170. Bir erkek arslan, kulunuzun kanına kasdetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı.

1171. Ben ona ‘Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı yoldaşıyız’ dedim.

1172. Dedi ki: ‘Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle her adam olmayanın adını anma!

1173. Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de, padişahını da paramparça ederim.’

1174. ‘Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim’ dedim.

1175. Dedi ki: ‘Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.’

1176. Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı.

1177. Arkadaşım hem şişmanlıkta ve letâfette, hem de güzellikte ve irilikte benim üç mislimdi.

1178. Bundan böyle o arslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden, Padişahım, yol bağlıdır.

1179. Bundan sonra tahsîsattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.

1180. Sana tahsîsat lâzımsa yolu temizle. Haydi gel, o pervâsızı ortadan kaldır!” dedi.

Sultan Veled Hazretleri buyurur ki: “Kendisini öldüren, öfkelenip kendi boğazını kılıçla kesen ahmağı kim görmüştür. Ahmak, başkasını yaralıyorum sanır; sonunda görür ki kendi ciğerini yaralamış.”

‘Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehiridir.’

Türkçe’de ‘Özrü kabahatinden büyük’ diye bir söz vardır. Cahilin özrünün ilmin zehiri olmasına gelince; özür, bir konu hakkında sulha varılması için söylenir; ilim de, malûma tâbî olduğundan, yersiz özür ile malûm olan birbirine karıştırılırsa hâliyle o özür ilmin zehiri olmaktadır.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, “Hırs körlüğüne özür yoktur. Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!..” diye buyurur.

“Bahçede yabanî otları temizlemeden, gülün güzelliğini göremezsin; kendi hâline bırakırsan, o gül de gül olmaz” der Hasan Dede ve bir şiirinde şöyle seslenir…

“İnsan mısın sen ey insanoğlu, 

İnsanlığını bilen gelsin Hakk meydanına. 

İnsan olmak için çok emek gerek, 

Allah yolunda emek veren gelsin meydana. 

İnsan olmak nasıldır bilir misin? 

Hakîkate gel desem gelir misin? 

İnsan sıfatında olan hayvan nefsini yener misin? 

Nefsini, hırsını yenen gelsin meydana. 

İnsanoğlu yüklenmiş nefs yükünü, 

Hiç düşünmez nerden geldiğini, 

Anî karar ile verir hükmünü, 

Sabrı bol olanlar gelsin meydana. 

İnsanların nakışı hak, doğruluktur, 

Gittiğin yol yanlış ise geri dur, 

Bir söyle iki dur, üçte kulak ver, 

İstidâdın varsa gel gir bu meydana. 

Hasan, sen yolculara nasîhat edersin, 

Sabırla nefslerini yenmelerini dilersin, 

Hakk uğruna başını verirsin, 

Başını Hakk’a veren gelsin meydana…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXVII

Tavşanın, arslanın huzuruna gelmesi, arslanın ona kızması.

1150. Arslanın kzgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor.

1151. Korkusuz ve çalımlı bir tavırla, hiddetli, kızgın, suratı asık bir hâlde koşmakta.

1152. Çünkü müteessîr ve zebûn bir hâlde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.

1153. Arslanın hizâsına yaklaşıp ilerleyince arslan bağırdı: “Bre adam evlâdı olmayan!

1154. Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek arslanların kulağını burmuşum.

1155. Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına alsın!

1156. Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!”

Hasan Dede, “Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir” der, “Eğer sen güçlü bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır ve korkunun yerini cesaret alır. Yüzmeyi bilmeyen hâliyle sudan korkar ama öğrendiği zaman bütün denizler onundur. Yaşamın ve ölümün hakîkatine ulaşan kişinin de defterinden korkular silinir. Hayatını cesaretle, kalbinde taşıdığı iman ve güvenle sürdürür.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmrân, 139) diye buyrulmaktadır.

Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme adlı eserinde, “Arzunu, canın arzusu tarafına döndürürsen, kötüden iyiye geçmiş olursun. Birkaç gün gayret eyle, tembellik etme, dine meyil ver ki sonunda dinden olmayasın. Cennetlerin en iyisine karşılık olarak ebediyyen hayatta kalasın. Bu suretle dine sarılınca da kibirden, kinden, hasetten temizlenirsin! İnsanlık dindir, dinden başkası hevâ ve hevestir. Onları bırak da dine sarıl!” diye buyurur, “Havasın hası olan Cenâb-ı Mevlâna buyurmuşlardır ki: ‘Ey kardeş, sen düşüncenin aynısın. Yoksa, kemikten, sinirden başka değilsin. Eğer düşündüğün gül ise gülşensin; dikense, külhâna lâyıksın! Eğer gül suyu isen, herkes seni bağrına basar; idrar isen dışarıya atarlar.’ O din sultanının esrârını dinle ki, inkârdan, şüpheden kesin bilgiye doğru gidesin. Endişe, din endişesidir. Başkası kabuktur. Eğer sen iyi kimse isen iç olmaya çalış! Dost tarafına yollan! Dine doğru gidersen canını geçicilikten kurtarırsın! Din, sana ebedîlik diyârında yüzlerce cihan bahşeder. Orada her şeyin sonsuza dek olduğunu görürsün. Hazineleri zahmetsiz elde edilir, emniyetlerinin sonunda korku yoktur. Doğru yol, benim öğütlerimdir. Benim şekerimden yiyenlere ne mutlu! Şekeri yemek için tûti lazımdır. Kargaya yedirmek için kimse şeker almaz.”

Halk arasında, ‘tavşan uykusu’ diye bir tâbir vardır. Tavşan uyurken gözlerini kapatmaz, uyanık görünür ama gerçekte uyumaktadır. 

Yüce Pîr Mevlâna, 1156. beyitte, tavşan gibi uyuyanlara, “Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!” diye seslenir.

Kasîde:

“Şu dumanlarla dolmuş evde bir pencere açtılar da, duman çıktı gitti; eve, güneşin nuru doldu! 

O ev nedir; neyin temsîlidir? O ev, gönül evidir; içeri dolan duman da, üzüntülerimizi, kederlerimizi göstermektedir! Aslında, boş düşüncelerimiz, endişelerimiz, bizim mânevî zevkimizin, ruhanî neşemizin boynunu vurmaktadır! 

Ey Hakk yoluna düşen kişi! Aklını başına al, gaflet uykusundan uyan da, düşünceden de kurtul, hayalden de!.. Yâ Rabbi! Şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder! 

Uykuya dalan kimse, bir hiç için binlerce gam yer, kederlere kapılır! Rüyâsında ya kurt görür, ya da yolunu kesen eşkiyâ!.. İnsan, rüyâsında yüzbinlerce kılıç, yüzbinlerce mızrak görür; fakat uyanınca, kılıçlar, mızraklar şöyle dursun, bakar ki, bir iğne bile yok!..

Ölüp gidenler derler ki: ‘Boş yere ne olmayacak gamlar yemişiz, üzülüp durmuşuz! Ömrümüz, çeşitli vesveselerle geçti gitti! 

Bir hayal için düğünler yapmışız, evler kurmuşuz; yine hayal için zırhlar giyinmişiz, savaşa girmişiz! 

O düğün de, o savaş da, o yas da hep boş şeylermiş; bütün bunlar, bu nefsin işleri imiş!.. Bugün ne ondan bir oyun kaldı, ne bundan bir ağıt, bir feryâd!..’

Dünya âleminde başlarına gelenlerden ötürü yüzlerine vururlar, yüzlerini yırtarlar, dövünürler dururlar. Fakat, gaflet uykusu sona erince, görürler ki yüzlerinde bir tırmık beresi bile yok! 

Nerede o bizimle sütle bal gibi kaynaşan, nerede o bizimle su ile yağ gibi bir türlü uzlaşamayan?.. Şimdi, gerçekler belirdi; uyku da geçti, hayal de!.. Şimdi, huzur var, rahat var; emniyet, istirahat var; ne bizlik kaldı, ne benlik!.. 

Şimdi, ne ihtiyar var, ne genç; ne esir var, ne de eşkiyâ; ne yumuşak var, ne sert kaldı!.. Artık ne mum var, ne demir!.. 

Bir renklilik, bir sıfata bürünmüş birlik var; bedenden uçup gitmiş bedenden kurtulmuş bir can var!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXVI

“Kardeş, sen yazılmamış beyaz bir kağıt kesil de, ‘Nûn vel kalem’ yazısı ile şeref kazan.” Mevlâna

1130. Tanrı; bu zıddîyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı.

1131. Şu hâlde gizli olan şeyler, zıddıyla meydana çıkar. Hakk’ın zıddı olmadığından gizlidir.

1132. Evvelâ nura bakılır, sonra renge. Zıd zıddıyla beliriyor. Rûm ülkesinin halkıyla Zencî gibi hani.

1133. Sen nuru, zıddıyla bildin. Zıd, zıddı meydana çıkarır, gösterir.

1134. Varlık âleminde Hakk nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.

1135. Hülâsâ gözlerimiz onu idrâk edemez; o, bizi görür, idrâk eder. Sen bunu, Musa ile Tûr kıssasında gör!

1136. Suretle mânâyı; arslanla orman, yâhut ses ve sözle düşünce gibi bil!

1137. Bu söz, bu ses; düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi nerede? Onu bilmezsin.

1138. Ama lâtif bir söz dalgası görünce onun denizinin de kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.

1139. Bilgiden düşünce dalgası zuhûra gelince mânâ, söz ve sesten bir suret düzdü.

1140. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti.

1141. Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zîrâ biz yine Tanrı’ya döneceğiz.

1142. Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, “Dünya bir andan ibârettir” buyurdu.

1143. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Uçar gider, Tanrı’ya ulaşır.

1144. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdâr değiliz.

1145. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat bedende bir daimîlik gösterir.

1146. Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse, ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimî bir şekilde görünür.

1147. Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğu da Tanrı’nın tez tez hâlk etmesindendir.

1148. Tanrı’nın yeniden yeniye ve süratle hâlk etmesi, ömrü öyle uzun ve daimî gösterir.

1149. Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir âlim bile olsa, ona de ki: İşte Hüsâmeddin buracıktadır. O, yüce bir kitaptır!

“Beni yokluktan var eden, beni yaratan, her an beni söyletmede! Sonunda da, beni söyleten kerem buyurdu ve bütün söylediğim sözler, O oldu!” diye buyurur Hazreti Mevlâna.

Ve yine Fihî Mâ-Fîh’de anlattığı bir hikâyede şöyle der: “Ârifin biri, bir nahivcinin katına gitmiş, oturmuştu. Nahivci dedi ki: Söz, şu üç hâlden dışarı olamaz: Ya isim olur, ya fiil olur, ya harf. Ârif, elbisesini yırttı da eyvahlar olsun dedi; yirmi yıllık ömrüm de yele gitti, çalışıp çabalamam da. Ben, bu üç hâlden dışarı bir söz vardır umuduyla çalıştım; sense benim umudumu yitirdin gitti. Bu ârif, o sözün anlamına da erişmişti, maksadına da; fakat bu yolla nahivciyi uyandırmak istiyordu.”

“Her şey yokluktan varlığa kavuşur” diye buyurur Hasan Dede ve bir şiirinde şöyle seslenir:

“Ey Allah’a gönül veren Hakk aşığı! 

Sen cevher aramaktasın, 

Cevher yokluktadır. 

Yokluktan başka bir şey ararsan, 

Bil ki hüzündür, tasadır. 

Yokluktur şifa, 

Yokluktan başka ne varsa, 

Bil ki hastalıktır, illettir. 

Dünya tümden bir başağrısı, 

Dünya tamamen bir aldanıştır. 

Yokluk ise dünyada definedir, 

Maksat odur, o da Allah’tır. 

Onu ara bul, ona koş, 

O da Muhammed Mevlâna’dır…”

‘Tanrı; bu zıddîyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı. Şu hâlde gizli olan şeyler, zıddıyla meydana çıkar. Hakk’ın zıddı olmadığından gizlidir.’

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Kuşatıp örten geceye ve bütün parlaklığıyla ışıldayan gündüze andolsun!” (Leyl, 1-2)

Ve yine bir başka âyette, “Allah; birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız, dedi” (A’raf, 24-25) diye buyrulur ki Hasan Dede bu âyeti, “Ayette geçen ‘birbirine düşman olmak’tan maksat, bu âlem zıtlar âlemidir ve her şey birbirinin zıddıyla meydana çıkar” diye açıklar.

Hazreti Mevlâna, 1135. beyitte, “Hülâsâ gözlerimiz onu idrâk edemez; o, bizi görür, idrâk eder” der ve Enâm sûresindeki 103. âyete işâret eder ki, âyette, “Gözler onu idrâk edemez, o ise gözleri idrâk eder ve o lâtiftir ve her şeyden haberdârdır” diye buyrulmaktadır.

“İçimizde, bize benzeyen biri vardır. Aslında biz, o ‘Bir’iz” der Hasan Dede, “Görünen şu beden Allah’ın evidir. Dışardan görmek isteyen, bu evin içinde nasıl görecek? Hakîkati görmek için, içeri girmek lazım. İçeri girdin mi, işte orada söz biter; orada sohbet, kelâm, harfler yoktur.”

‘Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zîrâ biz yine Tanrı’ya döneceğiz. Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir andan ibârettir’ buyurdu.’

Her nefeste ölüyoruz ve yeniden diriliyoruz; her nefeste suretsizlik âlemine biraz daha yakınlaşıyoruz; Allah’tan geldik, yine Allah’a dönüyoruz.

Sultan’ül-Ulemâ Hazretleri şöyle buyurur: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz; Âdem’den geldik, Âdem’e gidiyoruz.” 

Nitekim, Hasan Dede, “Âdem’den maksat, insandır. Hepimiz Âdem’in evlatlarıyız” der.

Hazreti Muhammed Efendimize bir soru sormuşlar: “Yâ Resûlallah, kâinat henüz yaratılmamışken Allah ne idi ve nerede idi?” 

Peygamber Efendimiz cevap olarak şöyle buyurmuş: “Allah vardı ve bu kâinat henüz ortada yokken yine vardı; kâinat yaratılmamışken bile onu gören ve bilen bir Allah vardı.” 

Hazreti Ali Keremallahu Veche Efendimiz de şöyle buyurmuş: “Aynı şu anda da böyledir.”

Kasîde:

“O yokluktadır, O yokluktadır, O yokluktan doğandır, O yokluktadır. O her şeyi bilir. O latîftir, O latîftir, O emîrdir, emîrdir. O mülk ve saltanat sahibi bir emîrdir.

O sığınaktır, O sığınaktır. O her günâhkârın, her suçlunun sığınağıdır. O ışıktır, O ışıktır. O eşi benzeri olmayan bir ışıktır. 

O sakinliktir, O sakinliktir. O her deliliği teskîn eder. O cihandır. O pek tatlı bir cihandır. Sen sırrını söylesen de gizlesen de bil ki, O her gönülde olan sırrı bilir. Herkes seni terk etse, O seni yalnız bırakmaz. 

Gel de şu devlet gölgesine gir! O kaçırılmaya imkân bulunmayan bir Padişahtır. Sen O’nun harmanına git, O seni canlandırır, yetiştirir, geliştirir. 

Ey can! Sen O’nun eteğinin altına sığın! O kılıcı da, oku da sana değdirmez. O ne buyurursa, ‘Duyduk, itaat ettik’ de! Neden korkuyorsan, ondan seni ancak O kurtarır, O kurtarır. 

Küfür olsun, günah olsun, isterse kapkara şeytan olsun, bütün bunlar O’nun güneşinin ışığında aydınlık veren bir dolunay olurlar. 

Ben sözü aşkla söylüyorum. Çünkü dersi aşktan alıyorum. Ben canımı O’nun önüne koyuyorum. O’na teslim ediyorum. O pek az şey kabul eder. Her şeyi kabul etmez.”