MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVI

“O seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır.” Mevlâna

195. O garip kişi (kuyumcu) yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü.

196. Tarâz mumunun başı ucunda yanıp yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikrâmla iletti.

197. Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.

198. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan, o câriyeciği bu tacire ver;

199. Ki visâliyle iyileşsin, visâlinin suyu o ateşi gidersin.”

200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştâkını birbirine çift etti.

201. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle kız da tamamiyle iyileşti.

202. Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.

203. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti.

204. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.

205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir, Onlar nihâyet bir âr olur.

206. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve âr olsaydı, tamamiyle çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hâl gelmeseydi.

Abdülbâki Gölpınarlı, 196. beyitte geçen Tarâz mumu ile ilgili şu bilgiyi vermektedir: “Tarâz, Çin sınırlarında bir şehir ve Bedâhşan’da bir il adıdır. Hem o şehrin, hem bu ilin güzelleri pek çok olduğundan doğu klâsik edebiyatında güzeller, çevreyi ışıtan Tarâz mumuna benzetilir. Aynı zamanda misk’in en makbûlünün de Tarâz’dan geldiği söylenir.”

Mevlâna, “Eğer sen Hakk yolunda yürürsen, senin yolunu açarlar, kolaylaştırırlar. Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. Benlikten kurtulur, alçak gönüllü olursan, o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın. İşte o zaman seni, sensiz, sen olmaksızın sana gösterirler” diye buyurur.

Hekimin, yâni kâmil mürşidin de maksadı, aslen Tarâz mumu gibi olan müridin özündeki gerçek varlığını göstermekti. Fakat müridin bunu görebilmesi için dünyevî heves ve isteklerden arınması gerekmekteydi.

Hasan Dedemizin, “Nefsle karışık aşk insanı zillete, Allah’la karışık olan aşk, devlete götürür” diye buyurduğu gibi; Pîrimiz Mevlâna da bizlere şöyle seslenir: “Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır!.. Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bakî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar! Kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın!”

Kâmil mürşidin mucizevî nefesi, yâni sohbetleri, Yusuf’un gömleğinin kokusu gibidir; o kokuyu alan müridin gözlerinden körlük gider; o koku, müridin gönlüne hayat gibi tesir eder, gözünü bağlayan tüm hayallerden kurtulur.

Nitekim hikâyede, ‘hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı; kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.’

Abdülbâki Gölpınarlı, 205. beyitin tefsirinde buyuruyor ki: “Bir renk ucundan meydana gelen aşk, geçici aşktır; gerçek aşka dönüşmezse, sevgilinin güzelliğinin geçmesi, yaşlanması, çirkinleşmesi yüzünden o aşk da söner gider; yahut sevilen kişiyle buluşma yüzünden sahibine bir ayıp, bir suç olur ve o da geçer gider, vebâli kalır.”

“Şekle dayanan her şey, bir gün şeklini kaybeder. İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur” der Hasan Dedemiz.

Mevlânamızın da buyurduğu gibi… “Çalış da taşlığın azalsın, la’l ol da taşın nurlansın. Savaşmada, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul. Sendeki taşlık sıfatı azalsın, la’l sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamiyle kulak ol da sana la’l küpe takılsın.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXV

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi.

182. Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdâr etti.

183. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: Bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.

184. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbiseyle aldat!”

Padişah, hekimde bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifâyetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, “Ey insan! Bana yaklaş da seni bundan daha güzel bir hâle getireyim. Kâmil bir insan hâline getireyim. Ben gussayı, derdi neşe hâline getiririm, yolunu şaşırmışları doğru yola götürürüm. Ben kurdu Yusuf yaparım, zehiri şeker hâline sokarım. Ey gül bahçesi, ey gül bahçesi! Reyhanları, nilüferlere arkadaş ederim. Gel benim bahçeme de benden gül al!” diye buyurur.

“Kâmil mürşid, hakikaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir; fakat bu kudreti, şuna buna kerâmet göstermek için kötüye kullanmaz, yeri geldiğinde, yerinde sarfeder” der Hasan Dedemiz, ”Kâmil insan, büyük bir enerji kaynağı gibidir. Ona sevgiyle temas eder etmez, ondaki lütûf enerjisi haberimiz olmadan bize geçmeye başlar. Bu lütûf enerjisi, ahlâkımızda bize yaramayacak, ne gibi kirler varsa, onları yavaş yavaş, hattâ haberimiz olmadan temizler. Biz o kudreti annemiz olarak tanıyıp, onun kucağına atıldıktan sonra, o da bizi elbette evlat olarak bağrına basar ve yüzümüzdeki, gözümüzdeki kirleri, bir anne şefkati ile, hattâ ondan da daha hudutsuz bir şefkatle temizler.”

Nitekim, hikâyenin bu bölümünde, kâmil mürşid olan hekim, halayığın derdini iyileştirmek, yâni müridin nefsindeki kirleri temizlemek ve gönlünü kaptırdığı dünyevî heveslerden vazgeçirmek üzere, padişahtan kuyumcuyu Semerkand’dan çağırmasını isteyince padişah, onun bu nasihatini candan gönülden kabul etti ve ehliyetli, kifâyetli ve âdil iki elçiyi Semerkand’a gönderdi.

Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması.

186. O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.

187. Dediler ki: “Ey lütûf sahibi üstâd, ey marifette kâmil kişi! Övülmen şehirlere yayılmıştır.

188. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zirâ pek büyüksün, pek kâmilsin.

189. Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.

191. Adam, neşeli bir hâlde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah, canına kastetmişti.

192. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!

193. Ey yüzlerce râzılıkla sefere düşen ve bizzât kendi ayağıyla kötü bir kazaya giden!

194. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrâil “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

İki elçi, müjdeyi vermek üzere Semerkand’a geldiler, kuyumcuyu buldular ve onu türlü övgülerle yücelttiler, gururunu okşadılar. Zirâ, övülmek ve yüceltilmek nefsin hoşuna giden şeylerdendir; fakat bir diğer taraftan da insanı gurura ve benliğe sürükleyebilir.

Nitekim, bir kudsî hadîste, “Sizi övenlerin suratlarına toprak saçın” diye buyrulmaktadır.

“Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur. Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür. Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur” der Hazreti Mevlâna, ve “Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fanî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!..” diye buyurur.

Velhâsıl, elçiler, kuyumcuya ‘Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun’ dediler. Kuyumcu, onların vaad ettikleri makama, altına ve gümüşe tamah edince, aldandı ve ‘arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!’

Mevlânamız yine der ki: “Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir. Tamah, huyu fitne olan bir hırsızdır; hayal gibi her an bir surete bürünür. Onun hilesini Allah’tan başkası bilemez. Allah’a sığın da o alçaktan kurtul!”

Hasan Dedemiz bir şiirinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…

“Bu can tenden gitmeden, kendi kendini seçmek gerek. 

Karanlık gelip çökmeden, gönül ışığını açmak gerek. 

Yalanla Allah’a varılmaz, benlikle menzil alınmaz, 

Riyâyla gerçek bulunmaz, bütün varlıklarından geçmek gerek. 

Bilerek söyle sözünü, aşk ateşiyle yak özünü, 

Açmak için can gözünü, gerçek eri seçmek gerek. 

Hakk’a giden yolu tanı, ara da bul ârif canı, 

Muhabbet gülü gülşânı, gonca iken biçmek gerek. 

Aşık Hakk’ı bilir, ilham mürşitten gelir, 

Vurursan kapı açılır, çalışıp da açmak gerek…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIV

“Bizden vazgeçmeyin, bizi gönülden çıkarmayın, Biz emîn kişileriz.

Bak, nefesimiz, o gülden esip gelen yel, diyor. Biz böyleyiz işte…” Hasan Çıkar Dede

169. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer Mahallesi’nde” dedi.

171. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;

172. Sevin, ilişik etme, emîn ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;

173. Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;

174. Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa da yine sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur” dedi.

176. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklarsa çabucak muradına erişir.”

177. Tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir.

178. Altın ve gümüş gizli olmasaydı… madende nasıl musaffa olur, nasıl altın ve gümüş hâline gelirdi?

179. O hekimin vaatleri ve lütûfları hastayı korkudan emîn etti.

180. Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstırâba sokar.

181. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.

“Derdini, hazmedemeyene söyleme, hazmedene söyle. ‘Toprak’, her şeyi hazmeder. Size sıkıntı veren her şeyi bize havale edin, korkmayın; üzülmeyin de…” der Hasan Dedemiz

Pîrimiz Mevlâna’nın da şöyle bir sözü vardır: “Ey insan, kendini toprağa benzet. Toprağı herkes çiğner, basar. Gün gelir o toprakta türlü çiçekler yetişir, âdemoğlu başına taç yapar.”

Hakk’a tâlib olan mürid, bir mürşid-i kâmilin huzuruna geldi mi, ona imanla bakmalı, tam bir teslimiyetle hizmetinde bulunmalı ve onun vereceği terbiyeyle, ahlâkındaki kötü hâllerden ve hoş olmayan huylardan arınıp insanî huylarla güzelleşeceğinden emîn olmalıdır.

“Çünkü hakikatte insan, yaratılmışların en şereflisidir” diye buyuran Hasan Dedemiz, Mevlâna’nın bakışında insanın, düşünen ve her şeye anlam veren bir varlık olduğunu; hepsinden önemlisi insanın, nefsini dizginleyerek Hakk’a ulaşmak için onda yok olma şerefine ulaşabilen bir varlık olduğunu belirtir.

Pîrimiz Mevlâna bizlere şöyle seslenir…

“Allah’la düş kalk, onun huylarıyla huylan da emânetlerin zâyî olmaktan da emîn olsun, eksilmekten de. Huyları yaratanın huyuyla huylan, peygamberlerin ahlâkını yetiştirip besleyen Allah’ın ahlâkına bürün. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… Su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de! Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfîyetsiz ve kemîyetsiz olan denize gark olmuşlardır! Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!.. Ne zamana kadar, imansızlığa doğru geri gideceksin? Küfre varma, ileriye gel artık, dine, imana gel. Sen zehri şifâlı bir şerbet gibi gör; bu yüzden zehre sarıl! Sonunda sen, nereden geldiğini düşün de aslının aslına gel! Maddî varlığınla, bedeninle yeryüzüne bağlısın, burada dünyaya geldin doğdun. Burada yiyor, içiyor, dolaşıyorsun. Sen, yeryüzünde yaşıyorsun, ama mânâ bakımından gökyüzünde yaşayanlardansın. Gerçek inancın incilerinin dizildiği iplik gibisin. Bütün güzellikler, hoşluklar, üstünlükler sende mevcuttur. Hakk’ın nur mahzeni sana verilmiş, sana emânet edilmiştir. Sen, ne olduğunu nereden geldiğini düşün de, aslının aslına gel!..”

Aslını arayıp bulan mürid de, yağmurun çimenleri besleyip büyüttüğü gibi, kâmil mürşidin rahmet dolu sözleriyle beslenip yetişir ve kalbi zamanla yumuşar; rüzgarla dalgalanan çimenler gibi Hakk’ın huzurunda eğilir ve eğildikçe, yâni yokluğa erdikçe olgunlaşır kemâlât bulur.

Nitekim, Hazreti Şems de bakın nasıl buyurmaktadır…

“And olsun ki, Mevlâna’nın yüzünü görmek, bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed’i görmek dileyen, gitsin Mevlâna’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi, kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de, dilediği gibi yaşar. Mevlâna’yı bulana ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancından kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da, sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Bugün mânâ denizinin dalgıcı Mevlâna’dır. Ben ise tacirim. Yani o incileri alıcıyım. Dostluk, Mevlâna’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki, onu bir daha bulamadık, öldü desinler.”

“Allah’a yaklaşabilmek için gereken kalb temizliği kalbin cilâlanması, hem uzun hem de emek isteyen bir yoldur” der Hasan Dedemiz, “Bu yolda yolcunun rehberi mürşid-i kâmillerdir. Mürşidine inançla, imanla bakmak onda Hazreti Muhammed Efendimizin nurunu görmek, güzelliğini görmek gerekir. Bu şekilde bakılır, o inançla yola koyulunursa kapılar açılır. İnsan, Bir’i buldu mu bütün sayıları bulmuş olur. Bir’i bulamadı mı bu kişi boşluktadır. İman kimseye verilmez. Bu âleme güzellik saçan, tüm sorularınıza cevap veren, yükünüzü üzerinizden alan, size huzur veren birini bulduğunuzda ona iman edersiniz. Biz her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!..”

Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin dilinden şöyle seslenmektedir…

“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, o size çok düşkündür. O, çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 128)

Mademki, onun şefkati ve merhametiyle, ’tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir’ ve yokluktan varlığa kavuşur; o halde bu sır tohumunun yeşillenip büyümesi için daima yoklukta durmak gerektir.

Pîrimiz Mevlâna’nın şu kasîdesine kulak verelim…

“Toprak emîndir; ona her ne ekersen ihânet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin. Toprak bu emînliği o emînlikten bulmuştur, çünkü adâlet güneşi ona nur saçmıştır. İlkbahar, Hakk fermânı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur? O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu emînliği ve bu doğruluğu bir cemâda, kuru yeryüzüne vermiştir. Fazıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdâr eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler. Canda, gönülde o coşmaya tâkât yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!.. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lütfûyla yeşim taşına döndü. Kimyâyı meydana getiren odur, kimyâ ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simyâ ne oluyor ki? Benim bu övüşüm, övmeyi terk etmenin tâ kendisidir; çünkü bu övüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır. Onun varlığına karşı yok olmak gerektir; onun huzurunda varlık nedir? Mânâsız bir şeyden ibarettir!..”

Nitekim halayık da, o hekimin hakiki olan vaatleri ve lütûflarıyla korkudan emîn oldu ve o vaatleri gönlü kabul etti. Zirâ, ‘içten gelmeyen vaatler insanı ıstırâba sokar. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.’

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIII

“Gönlümüz aynadır, âyândır her yan,

Her şeyi görürüz, irfâncasına…” Hasan Çıkar Dede

157. O diken çıkaran hekim, üstattı. Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.

158. Halayıktan, hikâye yoluyla dostların ahvâlini sormaktaydı.

159. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.

160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.

161. Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur, diyordu.

162. Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.

163. “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?” dedi.

164. Kız, bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.

165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.

166. Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.

167. Hekim, şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii hâldeydi fazla atmıyordu.

168. Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkandlı bir kuyumcudan ayrılmıştı.

Hazreti Mevlâna buyurur ki: “Ay ışıklarının doğusu olan gönül yok mu? O gönül, âriflere ‘Kapıları açılmıştır’ sırrıdır. Sana duvar ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü Pîr, hem de daha önce, bir kerpiç parçasında görür. Pîr olanlar o kişilerdir ki bu âlem yokken onların canları, kerem denizinde vardı. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler, ekmeden önce meyvalar devşirdiler! Nakıştan, suretten evvel canlandılar, deniz yarılmadan inciler deldiler! 

Tanrı, âlemi ve Âdemi yaratma hususunda meleklerle müşâvere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu. Bu Nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar, her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı. Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce ekmeği görmüşler; akılsız, gönülsüz fikirlerle dolmuşlar; askersiz, savaşsız gâlib gelmişlerdi. 

Üzüm yaratılmadan şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardı. Onlar, sıcak Temmuz ayında kışı, güneşin ziyâsında gölgeyi görür. Üzümün gönlünde şarabı, tamam yoklukta bütün varlığı müşâhede ederler. Gök, onların işret meclislerinde ancak bir yudumcuk içer. Güneş, ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer.”

Nitekim, kâmil hekim de halayığın hastalığının sebebini, sorduğu sorulara karşılık aldığı cevaplardan, halayığın yüzünün renginden ve nabzının atışından anlamaya çalışıyordu. 

“Bu beden doktorları pek bilgilidirler” der Mevlâna, “senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler! İdrara bakıp ahvâlini anlar… fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhîs edemezsin. Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar. Âlemdeki Allah doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da hâlini anlamazlar senin? Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhâl yüzlerce hastalık bulur, anlarlar. Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten… onlar, hastalığı teşhis için idrara vesâireye muhtaçtır. Fakat kâmil Allah doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler! Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hâllerini bile görürler!..”

Sonunda söz Semerkand’a gelince halayığın çehresi değişti, nabzı hızlandı. Çünkü o Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.

Abdülbâki Gölpınarlı, Semerkand ile iligili şu açıklamayı yapar: “Semerkand, malûm şehirdir. Kand, Farsça şeker demektir; bu münâsebetle Mevlâna, Semerkand’ı şekere benzetmektedir. Semerkand’ın en mâmur yeri de Gatfer’dir.”

Kâmil hekim böylece, halayığın, Semerkand’lı bir kuyumcunun derdine düştüğünü, yâni ona şeker gibi tatlı gelen dünya heveslerine, nefsinin isteklerine vurulduğunu anladı ve halayığa teselli vermeye koyuldu.

Ne güzel buyurur Mevlâna… “Ayrılık, her ne kadar ümidin belini kırsa, ızdıraplar, cefâlar, isteklerin, emellerin ellerini bağlasa da, Allah sevgisi ile mest olan aşıkın gönlü, ümitsizliğe düşmez, Hakk’tan ümidini kesmez. İnsanlar, gayret ettiklerine muhakkak ki ulaşırlar, her ne suretle olursa olsun, kapalı bir kapıyı, himmetle açarlar.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXII

O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi.

144. (Hekim) dedi ki: “Ey Padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.

145. Köşeden, bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu câriyecikten bir şeyler sorayım.”

146. Oda boşaldı, hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.

147. Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır.

148. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?”

149. Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.

150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.

151. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağıyla ıslatır.

152. Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!

153. Her çer çöp gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?

154. Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.

155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.

156. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısıyla çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.

Hazreti Mevlâna, bir şiirinde şöyle sesleniyor bizlere…

“O kapıyı kapa.

Gayret kemerini kuşan.

Bize can şarabını sun.

Bu meyhâneye aşık kişileriz biz,

hem çok uzaklardan geliyoruz bak,

çok uzaklardan.

O kapıyı kapa.

Gel sen asıl bizi gör,

gör hâlimizi, acı.

Bir başka kapı aç,

işte na şurda,

bir gizli kapı.

Bir büyük sağrak bul getir bize.

Sonra doldur şarabı,

eski dostluğumuzun şerefine.

O kapıyı kapa.

Gel bizi yıka, arıt.

Hani bir gün, bilmem unuttun mu,

biz hepimiz uykudaydık.

Sen bir tekme atmıştın bize,

derken bir, bir daha.

Sıçramış uyanmıştık uykudan.

Oturup şarap içmiştik sonra.

Şarap başımıza vurmuştu.

O zaman olmuştu işte ne olduysa.

Denizleri yüksük gibi gören timsahlarız artık,

tirit, mercimek, aş erleri değil.

Haydi inadı falan bırak,

inadı bırak da kendine gel,

bize şarap ver, şarap…”

Gönül hekimi olan velî (kâmil mürşid), padişaha, yâni gönlü hasta olan müride, evi boşaltmasını ve kapıyı kapamasını istedi.

Hasan Dedemiz, “Dolu olan bir kap boşaltılmadıkça tekrar doldurulamaz. Ancak boşaldığı miktar kadar dolar” der, “Hakk ve hakîkatin bilgisi ile dolmak isteyen insan, önce mevcut bilgi ve kabullerinden kurtulmalıdır. Eski giysiler çıkartılmadıkça yenileri giyilemez, giyilse de insanın üzerine oturmaz, sıkıp rahatsız eder.”

Hakk yoluna giren mürid ile yolun kılavuzu olan kâmil mürşid arasında hiçbir yabancı duygu ve düşünce bulunmamalıdır ve mürid bu yolda ilerleyebilmek için tam bir teslimiyet içinde olmalıdır.

Nitekim, Hasan Dedemiz şöyle buyurur: “Mürşid-i kâmilin, bizi sevk ve idâre edebilmesi için, bizim ona nedensiz, niçinsiz bir teslimiyetle tâbi olmamız şarttır. Asıl tasavvuf, asıl manevî ve ilahî bilgi, işte bu teslimiyettir. Bu manevî yolda muvaffak olmak için, mürşid-i kâmile tam bir teslimiyetle teslim olmak ve onun her sözünü dinlemek, yâni kabul etmek lâzımdır. Fakat o sözleri dinleyip kabul edebilmek için de pamuk gibi olmak gerekir; taş gibi değil. Taş hiç suyu çekebilir mi? Tabii ki çekemez.”

Hikâyede de, hekimin istediği gibi, oda boşaldı, hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla ve yumuşaklıkla hasta gönüllü halayığa, yâni müride, hastalığın sebeplerini öğrenmek için sorular sormaya ve bir yandan da elini halayığın nabzına koyarak birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati öğrenmeye koyuldu.

‘Tatlılık ve yumuşaklık’tan maksat, hilimdir. Mevlâna, hilim hakkında şöyle buyurur: “Hilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha gâlib, daha üstündür. Sen demirden kılıç gibi olma; sen, hilim sahibi ol, kalbi kırık, mahzûn kişilerin evlerine ışık ol!”

Hazreti Ali Efendimiz, Bana kimlerle dostluk ettiğini anlat, sana nasıl bir insan olduğunu söyleyeyim” diye buyurur.

Her hastalığın devâsı ayrıdır. Hasan Dedemiz, bununla ilgili olarak, “Bir hekim, nasıl hastasının iyileşmesi için reçete yazarsa, mürşid-i kâmillerin öğütleri ve sözleri de hasta gönüllere şifâ verir. Mürşid-i kâmiller kimin gönlünde nasıl bir hastalık var, daha ilk bakışta anlarlar ve ona göre sohbet açarlar, öğütler verirler. Fakat söylenen bu öğütleri ve sözleri aşka temas etmeden anlamak mümkün değildir” der.

Hikâyenin devamında Mevlâna, “Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağıyla ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa yüreğe batan diken nicedir?.. Cevabını sen ver!” diyor.

Ayağına diken batan kimse, görünmeyen dikeni çıkarmaya çalışırken zorlanır; dikeni bulup çıkaramadığı takdirde yolda yürürken çok acılar çeker. Ayağına batan dikeni çıkarmak bu kadar meşakkatli olursa, gönüle batan dikenleri çıkarmak kimin harcı olabilir?.. ‘Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.’

İşte Mevlâna şöyle sesleniyor bizlere… 

“Ulu Tanrı, bulanmış, bir başka renge girmiş küçük sular, onlara karıştı mı, bulanıklıklarından kurtulsunlar, o eğreti renklerden temizlensinler diye peygamberleri, erenleri, arı-duru ulu sular gibi gönderdi.”

Rubaî:

“Eğer sevgiliye kavuştun ise, bağlı, bahçeli cennet budur. Eğer, ayrı düştün ise, cehennem ve ateş budur. 

Aşk, kadîmdir, ondan önce hiç bir şey yoktur, fakat aşk cihanda örtülmüş, bir sır olarak kalmıştır. 

Ne gariptir ki örtülü olan, kendini örteni meydana çıkarıyor. Aşk, Allah’ı buluyor, oyun, şaka işte budur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXI

“Sen yaklaşınca ısıttın mı canım, ısıttın mı güneşe benzersin.

Ey uzaklardan yakın olan sevgili, gel… gel sevgilim gel.” Hasan Çıkar Dede

124. Onun (Şems’in) adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vâcip oldu.

125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!

126. “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hâllerden tekrar bir hâli söyle, anlat.

127. Ki yer gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” diyor.

128. “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten âcizim.

129. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarâfet satmaya kalkışsın- yaraşır söz değildir.

130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dâir ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!

131. Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”

132. (Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.

133. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur. ‘Yarın’ demek yol şartlarından değildir.

134. Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir.”

135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!

136. Dilberlere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”

137. O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir.

138. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.

139. Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırçıplak bir hâle gelirse ne sen kalırsın ne kucağın kalır ne belin!

140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.

141. Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!

142. Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.

143. Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak!”

Hazreti Mevlâna, “Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış” derken, Kur’an-ı Kerim’deki Yusuf sûresinde anlatılan kıssayı hatırlatır bizlere. 

Kıssada, Yusuf’un kaybolmasıyla birlikte Yâkub’un ağlamaktan gözlerinin kör olması; fakat Yusuf’un gömleği Yâkub’a götürüldüğünde, gömlekten aldığı koku ile gözlerinin tekrar görmeye başlaması anlatılmaktadır. 

Hazreti Mevlâna da, Şems-i Tebrizî’yle buluşunca, canı, kâl u belâda ezelden âşinâ olduğu Hakk’ın kokusunu aldı.

Canı, yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hâllerden tekrar bir hâli dile getirmesini, anlatmasını istedi, ki yer gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın. Yâni, onu dinleyenler de o hâllerden koku alsınlar, gözlerindeki perdeler kalksın ve bu sebeple sevince ve neşeye dalsınlar.

Fakat hem anlatmak istiyordu hem de bulunduğu yokluk âleminden çıkıp söz söylemeyi külfet olarak görüyordu ve, “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten âcizim” diyordu.

Zirâ, Hasan Dedemiz de, “Bir insan ne kadar kendini yoklukta tutarsa, o nispette Hakk’ın güzellikleri onda zuhûrunu gösterir” diye buyurmaktadır.

Hasan-ı Zarîfî bu beyitlerle ilgili olarak, “Allah yolunun tâlipleri ve hidâyet yolunun sâlikleri, Mevlâna’dan, Şems-i Tebrizî ile yapılan önceki sohbetlerin ve meclislerin hakkı için, tarîkat sülûkunun açıklanıp aydınlanması ve Rahmânî rahmetin inmesine sebep olması için o hoş hâllerden kendilerine biraz anlatmasını ısrarla istediler” diye açıklıyor.

Nitekim, Hazreti Peygamber Efendimizin, “Sâlih kimseler anıldığında, Allah’ın rahmeti iner” diye buyurduğu üzere, Mevlâna’nın büyük bir aşığı ve hayranı olan Mithat Bahârî Beytur da, Mevlâna için bakın nasıl bir dil sarfediyor ve diyor ki: “Mevlâna’nın bütün sözleri, birbirinden üstün nüktelerle doludur. Bunlardan her biri güneşten bir nur mudur? Cennetten bir parça mıdır? Baharın nurundan bir kaynak mıdır? Bilmiyorum… Fakat, o büyük ve mükemmel insanı, o Tanrı sevgilisini sevenlerin gönüllerinde şevk denizleri dalgalanır, şimşekler çakar, gök gürülder, rahmet yağmurları yağar…”

Beyitlerin devamında Mevlâna, “Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarâfet satmaya kalkışsın- yaraşır söz değildir” diyor ve “Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dâir ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!” diyerek, bu ciğer kanıyla dolu ayrılık hikâyesinin şerhini başka bir zamana bırakmak istiyor.

Hasan-ı Zarîfî, “Aşk aşıklarının ve Allah sarhoşlarının her ettiği söz, tekellüf ve anlamsızlıktan uzaktır. Zirâ, onların sözü laf olsun diye söylenmemiştir, her hâlde insan kelâmından daha yücedir, çünkü onlar kendi benliklerinden konuşmazlar, Allah tarafından, ‘benimle konuşur’ hadîsi mûcibince konuşurlar” der ve “Ey âlemin biriciği ve ey insanoğlunun hülâsası! Bu sözü can kulağıyla dinle” diye seslenir, “Aşk akılsızlığı ve Allah muhabbetinin sarhoşluğu bin akla değer, âlemin bütün akıllılarından daha güçlüdür…Mevlâna, ‘başka bir zamana bırak’ derken, buradaki zamanla kastedilen istiğrak zamanıdır, başka bir vakitten kastedilen de akıl dairesine iniş zamanıdır.”

Nitekim Hasan Dedemiz de buyurur ki: “Allah aşıkları, bir devre gelir ki hiçbir şey bilmez olurlar. Bilgiyi ‘Bilen’e, yâni asıl sahibine teslim etmişlerdir de onun için böyledirler. Onlar, başkalarının gözünde ahmak ve anormal görünebilir ama aslında normal olan odur, çünkü o artık Allah bilgisine sahip olarak başkalarının yetişmesine sebep olacaktır. Bu hâle, istiğrâk, yâni Allah aşkının coşkusuyla kendinden geçme hâli denir. O, başkalarını yetiştirmeye başlayınca fark hâline gelir, yâni birlik âlemine gelir. Aşıkların istiğrâk hâlinde kalması iyi değildir. Onların o hâlden uyanıp gittikleri yere bizi de götürmeleri lâzımdır. Çünkü o hâl, ancak kendilerini kurtarır. Bu lütufa nâil olmuş bir insan o nimetten bizi istifâde ettirmiyorsa, onun ahlâkı ‘kerîm’ yâni cömert değildir. Öyle bir insanın hâli noksanlıktır. Allah’ta fânî olan insan, o zevki bırakıp bizim seviyemize inecek ki bizi kurtarabilsin.”

Pîrimiz Mevlâna, “Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sâkilik eder. O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen ‘Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur’ deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir” der.

Ve böylece bizleri, ‘sûfî vaktin oğludur’, bugünün işini yarına bırakma, diyerek uyarır ve her boş geçen vaktin keskin bir kılıç olduğunu belirtir. Zirâ, ömür çabucak geçip gidiverir. Peygamber Efendimizin, “Dünya bir andır, onu tâatle geçir” diye buyurduğu üzere, insan kendisine bahşedilmiş olan değerli ömrü zâyî etmemelidir.

Mevlâna, Sevgilinin, yâni Hakk’ın, söylenmesi istenilen sırlarını, dinleyenin idrâki miktarınca anlayabilmesi için, hikâyelerle perdeleyerek dile getirir ki, aksi takdirde, buyurduğu üzere, ‘O apaçık soyunur, çırçıplak bir hâle gelirse’ ne sen kalırsın ne kucağın kalır ne belin!.. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur. Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!..”

Yazmış olduğu hicâz makâmındaki âyin-i şerifin şu iki mısrasında ne güzel söyler Hasan Dedemiz…

“Sen yaklaşınca ısıttın mı canım, ısıttın mı güneşe benzersin.

Ey uzaklardan yakın olan sevgili, gel… gel sevgilim gel.” 

Ve beyitlerin devamında ise, Pîrimiz Mevlâna, ‘Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme’ diyerek, Abdülbâki Gölpınarlı’nın görüşüyle, Şems-i Tebrizî’nin şahâdetini, yâni tanıklığını, arz eder.  

Bu beyit, Bakara sûresi, 30. âyeti çağrıştırmaktadır: “Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halîfe yaratacağım demişti. Demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan tenzîh etmede, seni kutlamadayız ya; Ben, sizin bilmediğinizi bilirim demişti.”

Rubai:

“Ayna gibi olan şu gökyüzü, dönüp durdukça, aşkın gönlünden kan dalgaları coşup kabarmaktadır. 

Kan dalgaları, bir gün geliyor görünüyor, bir gün geliyor görünmüyor; fakat gönlün içindeki dalgalara gece ve gündüz sükûnet yoktur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XX

“Ben aşkı gördüm, sarhoş bir hâlde şöyle diyordu:

Belâyım ben, belâyım ben, belâyım.

Ben oyum ki Tuvâ vadisinde,

Musa ile konuşan nurum,

Tanrıyım ben, Tanrıyım ben, Tanrıyım.

Şems-i Tebrizî dedim, sensin dedi, 

Senim ben, senim ben, senim…” Mevlâna

116. Güneşin vücuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa, güneşten yüz çevirme.

117. Gerçi gölge de güneşin varlığından bir nişân verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.

118. Gölge sana gece masalı gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır.

119. Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Bakî olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurûb etmez.

120. Güneş, gerçi dışarda tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.

121. Ama kendisinde esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.

122. Tasavvurda onun sığacağı bir yer nerde ki misli tasvir edilebilsin!

123. Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.

Abdülbâki Gölpınarlı, “Mevlâna, 116. beyitte, aşkı güneşe benzetmekte, güneşin varlığına delil nasıl güneşse, aşkın da aşka delil olduğunu söylemekte, bundan sonraki beyitlerde, güneşin meydana getirdiği gölgeyi âdetâ izâfî varlığa benzeterek, “Rabbinin işini görmedin mi? Nasıl da gölgeyi uzattı, dileseydi onu sâkin eder, uzatıp kısaltmazdı elbette; sonra güneşi delil ettik gölgeye, sonra da onu yavaş yavaş gizlice kendimize çektik, aldık” (Furkân, 45-46) âyet-i kerîmelerine işâret eylemektedir” diye açıklar.

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde, “Allah’ın, kalpleri güneşten daha parlak kulları vardır” diye buyurmaktadır.

Hasan-ı Zarîfî, insanın aslını güneşe benzetir ve aslını bulabilmesi, özündeki güneşe kavuşabilmesi için, güneşten de daha aydınlık olan mürşid-i kâmile işâret  ederek şöyle der: “Ey kabiliyetli tâlib, sen de güneşten daha aydınlıksın. Eğer sana da Allah yolunun rehberi gerekirse, güneşten daha aydınlık olan mürşid-i kâmilden yüz çevirme, onun hizmetinden uzak durma da sana rehberlik etsin.”

Bir şiirinde ne güzel seslenir bizlere Yunus Emre…

“Ey yârenler işidin! Aşk bir güneşe benzer, 

Aşık olmayan gönül, misâl-i taşa benzer. 

Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter, 

Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer. 

Aşkı olan gönül yanar, yumuşar muma döner, 

Taş gönüller, kararmış, sarp, katı kışa benzer. 

Ol Sultan kapısında, Hazretin tapusunda,

Aşıkların yıldızı, her dem çavuşa benzer. 

Geç ey Yunus endişeden, gerekse bu pişeden, 

Ere aşk gerek önce, sonra dervişe benzer…”

Nitekim, “İnsanı Allah’a aşktan başka hiçbir şey götüremez” diyor Hasan Dedemiz, “Her varlık bir koruyucu ister. Aşkınsa hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Aşk ebedîdir; yıkılmaz, sönmez, karanlık kabul etmez. Daimî bir güneştir aşk. Aşk, karanlıksız, gecesiz bir gündüzdür. Gündüz bile karanlık vardır da, aşkta yoktur. Gündüz vakti bir mağarada karanlık yok mudur? Aşkın ışığına hiçbir şey engel olamaz.”

Pîrimiz Mevlâna, “Güneş doğuverince ay yarılır” diyor.

Hasan-ı Zarîfî, manevî ayın, insanın kalbi olduğunu belirterek, “Onun yarılması, kâmil mürşid olan manevî güneşe yakınlaştığında, onun kudret parmağı, içindeki insanî karanlıkları ve kötü ahlâkı çıkarıp çeşitli faydali ilimler ve ledünnî bilgiler ile doldurmak için tâlibin kalbini yarar. Göğsün yarılması, Allah’ın şu sözüyle işâret edildiği gibidir: Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse…” diye buyurur. 

Abdülbâki Gölpınarlı ise, Mevlâna’nın bu beyitte, “Yaklaştı kıyâmet ve yarıldı ay ve onlar bir delil gördüler mi yüz çevirirler de sürüp giden bir büyü derler” (Kamer, 1-2) âyetlerine işâret etmekte olduğunu belirtir.

Nitekim, Enes bin Mâlik’ten rivâyet olunduğuna göre; Mekke’liler Hazreti Peygamber’den kendilerine bir mucize göstermesini istediklerinde, onlara ayın yarılmasını göstermiş ve Kureyş’liler, bu mucizeyi gördükten sonra Peygamber Efendimizi sihirbaz kabul etmişlerdir.

Hasan Dedemiz, “Hazreti Muhammed’in sadece dışına bakılırsa, bir yere varılmaz, onun dış kısmı bizler gibi görünür. Ama onun içi, yani hakiki yüzü, nur âlâ nurdur. O, hakiki yüzünü gösterirse yer gök yerinden oynar. Başta güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıklar ona rücû ederler. Onun yüzü bu sebeple örtülüdür” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna’nın, 123. beyitte belirttiği üzere, “Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.”

Abdülbâki Gölpınarlı, bununla ilgili olarak diyor ki: “Hakikat güneşi, gerçek yolcusunun gölgeye benzeyen varlığını yok eden güneştir. Mevlâna, bu beyitte Tebrizli Şemseddin’in adını anarak güneşten neyi ve kimi kastettiklerini açıklamaktadır.”

“Allah sende varlığını gösterdi, sen aşksın” der Hasan Dedemiz, “Aşk kemâle eriştiğinde, aşık güneşin altındaki gölge gibi kaybolur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XIX

Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi.

102. Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.

103. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arâzını ve sebeplerini de dinledi.

104. Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harâb etmişler.

105. Onlar, iç ahvâlinden haberdâr değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”

106. Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.

107. Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.

108. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu âfiyettedir, ama o, gönle tutulmuştur.

109. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

110. Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır.

111. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.

112. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcûb olurum.

113. Dilin tefsîri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.

114. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.

115.  Aşkın şerhine akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.

Hekimler vardır insanların dış hastalıklarını, yani vücutlarında meydana gelen hastalıkları tedavi ederler; bazı hekimler de vardır onlar da insanların iç hastalıklarını, yani ruhlarında meydana gelen hastalıkları tedavi ederler; bunlar mürşid-i kâmillerdir.

Bununla ilgili olarak, Hasan Dedemizin anlattığı, Hüsâmeddin Çelebi ile Mevlâna arasında geçen bir hikâyede, mecâzî yolla anlatılmak istenen çok güzel bir mânâ vardır.

Hikâye şöyledir…

Hüsâmeddin Çelebi, anne ve babasının tek oğlu; güneş parçası gibi, o kadar güzel bir çocukmuş ki, bir gün gözünde bir arpacık çıkmış, onun güzelliğini bozmuş. O sıralarda Hüsâmeddin Çelebi, ona uygun ayın ondördü gibi bir kız ile evlenmeye hazırlanıyormuş. Babası, Hüsâmeddin’i doktorlara, din adamlarına götürmüş; ne yaptıysa şifâ bulamamış. Birisi babasına ‘Sen bu çocuğu oraya buraya gezdirdin, hiç Mevlâna’ya götürdün mü, bir de ona götür’ demiş. Babası almış Hüsâmeddin’i Mevlâna’ya götürmüş. Mevlâna Hazretleri, o sırada gül bahçesinde geziniyormuş. İşe bakın ki; Mevlâna’nın da sol gözünde bir arpacık çıkmış, onbeş gündür rahatsız ediyormuş.

Gelmişler Mevlâna’nın huzuruna, elini öpmüşler.

Mevlâna, “Nedir müşkülünüz?” diye sormuş.

Hüsâmeddin Çelebi, “Bir aydan beri gözümde bir arpacık çıktı. Hiçbir doktordan, din adamından şifâ bulamadım” diye cevap vermiş.

“İlâhi Hakk!” demiş Mevlâna, “Onbeş günden beri benim de gözümde bir arpacık peydâ oldu. Ama hiç balta kendi sapını kesebilir mi? Bir nefes edeyim de ikimizden de bu arpacıklar gitsin.”

Hazreti Mevlâna’nın keremi sonsuz; nefes etmiş, ikisinin de gözündeki arpacıklar geçmiş. 

Hüsâmeddin Çelebi, o günden sonra Mevlâna’nın yanında kalmış, onun evlâdı olmuş ve onu o kadar sevmiş ki bir an dahî yanından ayrılmamış.

Hasan Dedemiz, “Allah dostları ile birlikte yola çıkıldığı zaman umutlar artar, umutsuzluklar azalır” der, “mürşid-i kâmiller hep şefkattir; asla kırıcı konuşmazlar, daima yapıcıdırlar. Çünkü amaçları karşılarındakini kemâle erdirmektir. Ondaki güzelliği meydana çıkarmaktır. Ondaki ‘insan’ı meydana çıkarmaktır.”

Nitekim, hekim hastalığı gördü, gizli olan her şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve padişaha söylemedi. Halayığın hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar… Halayığın da hastalığı söylediği sözlerden, konuşmalarından meydana çıktı, anlaşıldı.

“Kişi, dilinin altında gizlidir. Tencerede ne kaynıyorsa, kapağını açtığınızda içinde ne olduğunu kokusundan anlarsınız. Bunun için tencereyi kırmaya gerek yoktur. Sarraf olan kâmil mürşid, karşısındaki kişinin nasıl biri olduğunu, kalbinin temiz mi yoksa kirli mi olduğunu, daha ağzından çıkan ilk kelimeden anlar” diye buyurur Hasan Dedemiz, “Bizler de, mademki sarraf dükkanında çalışıyoruz, toplum ne ayardadır, konuşmalarından anlarız. Fakat bizlerin önemli bir vazifesi de, onların örtülerini kaldırmadan onlara insandan söz etmektir. Böylece belki o insandan örnek alır da, bir gün gelir o da güzel bir insan olur, Hakk olur.”

“Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır” diye buyuruyor Mevlâna.

Abdülbâki Gölpınarlı da, aşk usturlâbının mânâsını verirken, “Usturlâb nasıl güneşin, yıldızların bulundukları yerleri gösterirse, aşk da mânâ güneşinin, sır yıldızlarının yerlerini bildirir” diye açıklıyor.

Aşk, kemâle erene kadar türlü hâllerden geçer. Mecâzî aşklarda çile, şüphe, hüzün, ayrılık vardır. Mecâz dediğimiz geçici aşk, Hazreti Mevlâna’nın “Mecâzî aşk bana gelmek için köprüdür” diye buyurduğu üzere bir süreçtir. 

Abdülbâki Gölpınarlı, “İrfân ehline göre aşk ikidir” diyor ve şöyle devam ediyor: “Mecâzî, yani geçici; hakiki, yani gerçek. Geçici aşk, bir güzele gönül vermek, ona vurulmaktır. İrfân ehli, geçici aşkı da mecâzî olmakla beraber birliğe hazırlık olarak kabul eder. Bu yüzden de ‘Mecâz hakikatin köprüsüdür’ demişlerdir. Geçici olan mecâzî aşk olgunlaşınca güzelden güzellere, güzellerden güzelliğe, insanlığa ve dünyaya yayılmaya başlar; böylece de sevgili, aşıkın gözünde, gönlünde bir sembol kesilir; yaratılışı, yaratılıştaki hikmetleri, kudretleri görmeye, yaratılanı sevmekten, onda fâni olmaktan, yaratanı sevmeye, onda fâni olmaya yönelir. İşte bu yöneliş, geçici aşktan gerçek aşka ulaşmaktır. Geçici aşk, burada bir köprü mâhiyetindedir. Mevlâna’nın, ’Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur’ beyiti, bu inancı, bu mânâyı dile getirmektedir.”

Hazreti Mevlâna’ya, “Allah’ı bu kadar zikrediyorsun, meth ediyorsun, ona bir şiir söyler misin?” demişler. 

“Söylerim” demiş. “Yandım ey güzel, senin aşkına harâretine. Gayrı güzel sevmeyeceğim ey Rabbim senin aşkına.” 

Ne güzel söylemiş…

“Aşık toplumda belli olur” der Hasan Dedemiz, “benzi sarı, dudakları kuru, yüzü solgundur. Çünkü gece gündüz hep sevgilisini inleyerek onun hasretiyle erimektedir. İşte aşk budur.”

Yine Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar “Aşkı bize söyler misin, aşk nasıldır?” 

“Aşk, Allah’ın elidir. Aşka tutulan Allah’a tutulmuştur.” 

“Peki aşkın ağzı var mıdır?” 

“Aşkın ağzı olsaydı, bu koskoca cihan, aşkın ağzında ancak bir zerre görünürdü.” Koskoca cihan aşkın ağzında küçücük kalıyor… 

“Aşkın kapısı var mıdır?”

“Aşkın kapısı olsaydı, bu âlemde padişahlık taslayanlar o kapıda ancak bekçilik yaparlardı.” Onların padişahlıkları, hükümdârlıkları aşkın karşısında geçerli değildir. Aşk, padişahları bile köle yapar, âciz bırakır.

Mevlâna’nın buyurduğu gibi… Aşkın şerhine gelince akıl, çamura saplanmış eşek gibi yatar kalır. Aşkı ve aşıklığı ancak yine aşk şerh eder.

Şiir:

“Aşk… bir padişahtır, bayrağı görünmez.

Aşk… Tanrı Kur’an’ıdır, âyetleri bilinmez.

Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir,

Kanlar akar durur, fakat yarası belirmez.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVIII

Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi.

93. Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının içine çekti.

94. Elini, alnını öpmeye, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.

95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihâyet sabırla bir define buldum.

96. Ey vuslatı, her sualin cevabı! ‘Sabır genişliğin anahtarıdır’ sözünün mânâsı,

97. Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hâllolur gider.

98. Sen, gönlümüzde olanların tercümânısın, her ayağı çamura batanın elini tutan sensin.

99. Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kazâ gelir, fezâ daralır.

100. Sen, kavmin ulususun, sana müştâk olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse…”

101. Ağırlama, hâl hatır sorma meclisi geçince o zâtın elini tutup hareme götürdü.

Bu beyitler, bizlere yine Mevlâna ile Şems’in buluşmalarını hatırlatıyor.

Hazreti Şems, gönlünü açacak bir mürşid bulamayınca, bir gece Allah’a, kendisine gizli velîlerinden birini göstermesi için yalvardı ve karşılık olarak başını vereceğini ahdetti. Bunun üzerine, gördüğü bir mânâ sonucunda Mevlâna’yı bulmaya yola koyuldu.

Fakat hakikatte, Şems’in Mevlâna’yı aradığı kadar, Mevlâna da Şems’i aramaktaydı.

Sonunda buluştular ve iki deniz birbirine doğru aktı. 

Mevlâna ile Şems, bir odada tam üç ay halvet ettiler. Üç ay boyunca üç simidi paylaştılar. Halvetten çıktıklarında her ikisinin de bedenleri deri ile kemik hâlini almıştı. Gönül sahibi oldukları için birbirlerine sayısız inciler döktüler, gönül sırlarını paylaştılar.

95. beyitte Mevlâna, ‘başköşe’ diye buyuruyor. Hasan Dedemiz bununla ilgili çok güzel bir hikaye anlatıyor:

“Mevlâna ile Şems’i çekemeyen halk, onları ayırmak için Mevlâna’yı bir medresenin açılışına davet ediyorlar. Mevlâna, Şems olmadan gitmek istemiyor. Şems ne kadar itirâz etse de, sonunda beraber davete icâbet edip gidiyorlar. Fakat Şems içeriye girmiyor ve medresenin dışında kaldırımda oturuyor.

Açılış yapıldıktan sonra Mevlâna’ya soruyorlar: ‘Ya Mevlâna, başköşe neresidir bir evin içinde?’

Mevlâna şu cevabı veriyor: ‘Birincisi, bir evsahibi nereye oturursa, oraya başköşe derler. İkincisi, bir ulemâ, yani bir bilgin nereye oturursa, oraya da başköşe derler. Üçüncüsü ise, Sevgili neredeyse orası başköşedir.’ Ve fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, geliyor oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna. 

Mevlâna için sevgilisinin olduğu yer başköşeymiş… Zaten bir Hakk aşığı, kalbinde sevgilisine en güzel yeri verirse, onu her şeyden üstün tutup kalbinin başköşesine oturtursa, bir gün gelir perdeler kalkar, hakikatlere sahip olur. O göz de anlar ki bu âlemde bir güneş var, onun yanında bu dünyadaki güneş bir muma döner.”

Aynı durum, padişah için de geçerli olmuştu. Rüyasında gördüğü ve sabırla gelmesini beklediği o hekim, yani velî sonunda gelince, onu evinin başköşesine kadar çekmişti.

Mevlâna, 96. beyitte, ‘sabır genişliğin anahtarıdır’ diye buyuruyor.

Hasan Dedemiz, “Bulut gülün dostu, sabır ziyânın dostudur” der, “her ibâdetin aslı sabırla başlar. Sabreden kişi gönlünden beklentileri çıkarıp, kendi akıl ve tedbirini bir kenara bırakabilirse Allah’tan razı olmuş demektir.”

Beyit:

“Sen nasıl rızıka düşkün bir aşıksan, rızık da rızık yiyene öyle düşkün bir aşıktır… Babam, sabır demir kalkandır. Tanrı, kalkana, ‘Zafer geldi çattı’ yazısını yazmıştır.”

“İki cihanın hakimi olan kâmil nsanın, yani mürşid-i kâmilin, bizi sevk ve idare edebilmesi için, bizim ona nedensiz, niçinsiz bir teslimiyetle tâbi olmamız şarttır” diye buyurur Hasan Dedemiz, “asıl tasavvuf, asıl manevî ve ilahî bilgi, işte bu teslimiyettir.” 

Hasan-ı Zarîfî, “Ey birlik sırlarının tâlibi ve ey samediyyet parıltılarına yönelen kişi! Allah dostlarının Hakk nuru olduğunu bil” diye seslenir.

Nitekim Hazreti Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifte, “Ben Allah’ın nurundanım. Nebîler ve velîler benim nurumdandır” diye buyurmaktadır.

Hasan-ı Zarîfî şöyle devam eder: “Evliyâ ile karşılaşan kişi, açıklamaya ihtiyaç duymadan, tüm ahiret yolundaki şüpheleri ve dinî problemlerin hepsini onlardan hâl diliyle öğrenmiş olur. Çünkü onların mârifet nurundan, tâlibin kalbine bir ışık vurur ve cehâlet karanlıklarının perdelerinden onu kurtarır, onu hikmet ve mârifetlerin kaynağı hâline getirir. Mârifet dilinin tercümânı, onların gönlünde gizli olarak bulunmaktadır… İnsanların en seçkin olanlarına müctebâ ve murtazâ denir. Onlar tâlipler üzerine yüksek himmetlerini saçtıklarında, tâlipler belâlardan emîn olur ve çeşitli fetihler elde ederler. Onlara buğz eden, düşmanlığa kalkışan kişiler ise, düşmanlıklarına son vermezlerse helâk olurlar. Sâlik ve tâliplerin yol gösterici ve önderi olan, Süleyman makâmında bulunan devrin kutbu, cihan halkının efendisidir.”

Ne güzel buyurur Pirimiz Mevlâna…

“Ümitsizlik diyârına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyârına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Âgâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVII

Muvaffakiyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakiyet ve bütün ahvâlde edebe riâyet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fenâ zararları.

78. Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lütfundan mahrumdur.

79. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.

80. Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.

81. Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “Hani sarmısak, mercimek” dediler.

82. Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.

83. Sonra İsa şefaat edince Hakk, yemek sofrası ve tabaklarla ganîmetler gönderdi.

84. Yine küstâhlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.

86. Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve hârislik etmek küfürdür” dedi.

87. O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmemiş dilencilerin yüzlerine kapandı.

88. Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır.

89. İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstâhlıktan gelir.

90. Kim dost yolunda pervâsızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, nâmert odur.

91. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır.

92. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.

Abdülbâki Gölpınarlı, edebi ve edebi gözetmeyi, “Edeb, toplumlara, zamana, mekâna nispetle riâyet edilmesi gereken âdetlerdir ki bunları gözetmek, gözetenin mevkîni, şahsını yüceltir” diye açıklıyor.

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz, “Rabbim beni edeplendirdi ve edeplendirmesini de pek güzel bir hâle getirdi” diye buyuruyor ve yine bir başka hadîs-i şerifte edeb hakkında bizlere şöyle nasihat veriyor, “Evlâdınızı üç huyla edeplendirin: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehlibeyt’inin sevgisi ve Kur’an okumakla. Çünkü Kur’an okuyanlar, bilenler, başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde, peygamberler ve seçilmiş kişilerle beraber Allah’ın manevî gölgesinde gölgelenirler.”

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle devam ediyor, “İrfân ehline göre her şey, edeple düzene girer; her şeyin bir edebi vardır. Büyüğe saygı, küçüğü esirgeyiş, kadrince hürmet, hattâ cansızlara bile sevgiyle muâmele gerektir. İbretle bakmak, hikmetle söylemek, nefse uymamak, haddini bilmek, ululanmamak, kimseye kötü muâmelede bulunmamak, gönül kırmamak, bilgiye, kudrete güvenmemek, kendini âlemin merkezi, mihveri saymamak, kendisi için değil, halk için yaşamak, kimseye yük olmamak, aksine herkesin yükünü yüklenmek, edebin başlıcalarındandır.”

Hazreti Mevlâna’ya soruyorlar, “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, ilim tahsîl ettin; ne öğrendin?”

Mevlâna, “Haddimi bildim, adımı öğrendim” diye cevap veriyor.

“Peki neymiş adın yâ Mevlâna?”

İşte Mevlâna’nın verdiği cevap… “İnsan.”

“En güzel insan, Hazreti Muhammed Efendimizdir” diyor Hasan Dedemiz ve Hazreti Muhammed’in edebin kaynağı olduğunu ve “Edeb, nefsini tanıyıp, haddini bilmektir” diyerek, insan olmanın yüceliğine erebilmenin, Hazreti Muhammed’in huylarıyla huylanmaktan ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçtiğini belirtiyor.

Ve yine buyuruyor ki: “Allah, tamamiyle aşktır, zâtını görmek isterseniz o da Hazreti Muhammed’dir. Edebi olmayanın, aşkı da olmaz. Edeb, aşktan alınır. Aşıkların ders gördükleri yer, yine aşktır. Onlara mânen ders veren de yüce Allah’tır. Bizler öğrenciyiz, onun aşkı da, tekrarlayıp durduğumuz bilgidir… Aşkta celâl bulunmaz. Aşk daima cemâlin zâtıdır. Aşksız hiçbir varlık yoktur. Ancak bu aşkı yerine sarfedemiyoruz, her birimiz bir yere harcıyoruz da onun için Allah’ı bulamıyoruz. Allah’tan başka her şey ölüdür. Ölüye sarfedilen aşk da ölüp bitiyor. Aşkın geldiği yeri bulsak da, aşkımızı oraya sarfetsek; o zaman aşkımız gittikçe artar, ne biter, ne de tükenir. Aşık zaten, daima yok olmak isteyen insandır. Aşkı olan, diridir; aşkı olmayan ise, ancak bir gölgedir.”

Hazreti Mevlâna, 88. beyitte, “Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır” diyor. 

Abdülbâki Gölpınarlı bu beyitin mânâsını şu hadîs-i şerifle açıklıyor: “Yağmur yağmadı mı, bilin ki insanlar zekâtı menetmişlerdir. Allah da katındakini onlardan menetmiştir. Vebânın yayıldığını gördünüz mü de bilin ki zinâ çoğalmıştır.”

Yağmur, rahmettir; rahmet ise, merhamet. Merhametin kaynağı, sevgidir; Allah’ın da bizlerden en çok istediği sevgidir. Sevgi, insanın içindeki güneş gibidir. Nasıl ki dünyamız güneş olmadan bir işe yaramazsa, insan da sevgisiz bir işe yaramaz.

Ne güzel buyuruyor Mevlâna… “Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hâle gelir. Sevgiden dertler şifâ bulur. Sevgiden ölüler dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”

Sevginin olmadığı yerde kalpler hastalanır; gamdan kasavetten kurtulamaz. Nasıl güneşin olmadığı bir dünyada yaşanmazsa, insan da sevgisiz yaşayamaz.

“Dert de sende, dermân da; hastalık da sende, şifâ da” der Hasan Dedemiz, “Sen şifâya, dermâna yönel. Bil ki neye gönül verirsen, osun sen. İnsanın her dakika kendini yenilemesi, iyiliğe, güzelliğe doğru yol alması gerek. Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana lâyık bir yaşam sürelim.”

91 ve 92. beyitlerde, “Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur” diye buyuruyor Mevlâna, “Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Güneşin tutulmasının, edebe riâyet edilmemesine bağlanması şuna işaret olsa gerektir” diyor, “Ay, dünya ile güneşin arasına girince ayın gölgesi, dünyaya düşer, güneşin bir kısmı, yahut hepsi görünmez olur; bu, ay’ın edebe riâyet etmemesi suretiyle tevcîh edilmiştir.”

Hazreti Mevlâna, güneşin tutulmasını, Hakk’ın nurunu yitirmek olduğunu şu sözleriyle açıklıyor ve soruyor bizlere… “Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin? Nihâyet yine Allah tapısına yüz vurup, yâ Rabbi, o karaltıyı gider, yine nurunu ver demez misin?”

Hasan Dedemiz, “Aşk, hep hiçliktir; aşkın mâhiyeti, tamamen yokluktur… Aşksız ilmin sonu, benlik ve gurur; gururun sonucu ise azâptır…” der, “İblis’in ilk ismi Azâzil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün âzâların efendisiydi. Âdem karşısında gurura kapıldı, insanı Hakk olarak görmedi, Hakk’a karşı geldi. Cenab-ı Hakk, bunun üzerine onun ismini değiştirdi, Azâzil iken, İblis ismini aldı. Bir kişi eğer çok bilgiye sahip olur ama benliğinde yaşar ve başkalarını hor hakîr görürse, onun da İblis’ten hiçbir farkı yoktur… Öte yandan, tevâzu ve edeple yoklukta durarak, Allah’ı kendinde bulan insandan da daha mukaddes bir varlık yoktur. O, her şeyin, hatta meleklerin bile üstündedir.”